18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Sayın Abdullah Gül, nereden nereye? Bardağın dibi daha da delik...

3 Ekim gecesi, daha doğrusu 4 Ekim sabahının erken saatlerinde, AB ile, aday ülke olarak Türkiye arasındaki müzakerelerin başlama kararı alındı.

Hayırlı olsun…



Bu bir kazanımdır. Türkiye, AB karşısında statüsünü değiştirmiş, aday ülke statüsünden, “müzakerelere başlamış aday ülke” statüsüne yükselmiştir. Şimdi bu konuyu çeşitli tarafları ile incelemek istiyorum. Yazı biraz uzun olacak ama hem ilgili dostlarımızı bilgilendirelim, hem de tarihe bir not düşelim.



****



Yarın Abdullah Gül TBMM’yi bilgilendirecekmiş…



Şimdi aşağıya TBMM’de yapılan bir konuşmayı alıyorum:




“Bu anlaşma, gerek Başbakanın gerekse bir çok kişinin söylediği ve bizim de burada tekrar edeceğimiz gibi, Cumhuriyet Hükümetinin yaptığı en önemli dış anlaşmalardan birisidir.



Şurada, ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ yazıyor. Bunun anlamı nedir? Bu kadar önemli bir karar alınırken, milletin bu konuda bilgisi olması ve milletinin bunu bilmesi gerekir. Bunun anlamı budur.



Şimdi soruyorum: Türkiye AB üyelik müzakerelerine girdi-daha doğrusu girmedi, bunun ilk anlaşmasını yaptı. Avrupa Parlamentosu’nda görüşülecek. Şimdi Türk Halkı, bu AB üyelik müzakereleri nedir?.... Türkiye Cumhuriyetinin en önemli antlaşmasına imza atan bu Hükümet, halka gerçekten bir bilgi vermiş midir? Parlamentoya bilgi vermiş midir? Bu, demokratik bir anlayış mıdır, bu halka güvenen bir anlayış mıdır?



Şimdi, Avrupa’ya bakın; Avrupa’da Norveç’te, Danimarka’da, Fransa’da, İsviçre’de, bir çok ülkede, bu konularda halka gidilmiş, halka sorulmuş, referandum yapılmış, böyle önemli bir anlaşma var. Bunun mahiyeti şudur şudur, buna girmek ister misiniz diye.



Peki şimdi, Sayın Dışişleri Bakanımıza sormak istiyorum: Niçin Türk halkına, bu millete sorma ihtiyacı duymadınız? Bu demokratik bir olay mıdır? Diyorsunuz ki, ‘bu kadar önemli bir olay… Bu olay sadece Avrupa ile dar bir AB üyelik müzakereleri değildir. Siyasi mahiyeti, kültürel mahiyeti olan geniş bir anlaşmadır’. Peki, bu kadar geniş bir karar alınırken, bu halka gidip de, sen ne düşünüyorsun diye hiç sorma akıllarından geçmemiş midir?



Şimdi aslında bu tavır, bizim için bilinen bir tavırdır. Bu tavır bilinendir; aslında, tek parti devrinin tavrıdır. Tek parti devrinde de, bir çok önemli kararlar alınırken halka hiç sorulmamıştır. Halka güvenilmediği için ‘Halk doğru yolu, halk kendisi için çıkarlı olanı, faydalı olanı bilemez, hatta şuurunda, hatta rüştünde değil’ anlayışı, tek parti devrinin anlayışıdır ve hala o ideoloji, o anlayış devam etmektedir.



Ayrıca, tabii, moral olarak da, halk da biliyor, siz de biliyorsunuz, herkes biliyor aslında, bugünkü Hükümete, girdiniz, girmek üzere olduğunuz –göreceğiz tabii onu- bu Avrupa müzakere çerçevesinde- daha iyi bileceksiniz- ‘care teker hükümeti’ derler. Yani, bu tip hükümetler önemli kararları almaz, siz geçiş hükümetisiniz. Yarın kimin Bakan olacağı belli değil.



Aslında moral açısından da, demokratik anlayış açısından da, bu Hükümet böyle önemli bir konuya imza atamaz, halka sormadan bir iş yapamaz.



Aslında, müzakere anlaşmasına Türkiye’nin gayretiyle girilmedi. Bunu burada açıklıyorum. Bu tamamen ideolojiktir, tamamen siyasi bir olaydır. Bu ideolojik tavır, hem şu anda Türkiye’yi yönetenler açısından geçerlidir, hem de Avrupalılar açısından geçerlidir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giremeyeceği kesindir, bunu Avrupalılar söylemektedir. Avrupa’nın önde gelen bütün politikacıları söylemektedir. Avrupa filozoflarının hepsi söylemektedir. Çünkü Avrupa Birliği bir Hıristiyan Birliği’dir. Bunu biz söylemiyoruz, bunu, dünkü, Avrupa Birliği’nin başındaki Delors söylüyor, dünkü İngiliz Başbakanı söylüyor, bunu Avrupa’da herkes söylüyor, herkes biliyor.



Bu ideolojiktir dedim; aslında Türkiye, kendi gayretleriyle girmedi buna. Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin alınmayacağı kesin olunca, Türkiye’nin de kendi başına bırakılması Avrupa’nın çıkarına değildi. Çünkü Türkiye’nin önünde büyük bir potansiyel vardır. Bu tarihi bir potansiyeldir, bu bir realitedir, istesek de istemesek de.



Avrupalı bunu bildiği için, Türkiye’yi serbest bırakmak istememiştir. Çünkü Türkiye’de, dürüst bir yönetim, sermayenin, holdinglerin emrinde olmayan, halkın emrinde olan bir hükümet işbaşına gelirse Türkiye bu potansiyeli kullanır ve Türkiye tekrar, eskiden olduğu gibi bir denge unsuru olur. Bunun bilincinde olan Avrupa, Türkiye’yi işte kendi avantajlarından faydalandırmayarak bir mekanizma bulmuştur ve Türkiye’yi müzakere sürecine böyle sokmuştur.



Yeni bir statü vardır bugün. Daha önce dediğiniz anlaşmaların hepsi kağıt üzerindedir. Bu stütüyü Türkiye kabul etmiştir ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girip de o bahsettiğiniz avantajlardan faydalanması hikayedir. Böyle bir şey söz konusu da değildir, olmayacaktır. Bunu söylüyorum, bunu Avrupa Birliği dökümanları da söylüyor.



Bu da Tanzimat Fermanı’ndan Mustafa Reşid Paşa iye başlayan zihniyetin devamıdır. Bunun için halka sormaktan korkulmuştur.



Demokratikseniz, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, bunun için halkın oyuna başvururdunuz, gidip halka sorardınız.



Şimdi burada maddeler vardır. Bunlar, İngilizce maddeler, çok muğlak maddeler. Tabii ki en zor çıkarı olan grup medya olacaktır. Çünkü önümüzdeki yıllarda, Türkiye’de en gözde olan sektör reklam sektörüdür. Türkiye bir tüketim ekonomisine yönelecektir. Hani, CHP’li arkadaşların tenkit ettiği 80’li yıllardaki ANAP dönemi var, her şey ithal edildi. DYP’liler, siz ‘aslında zengin değilsiniz, ama borç parayla ithal ettiniz, bugünkü duruma düştük’ demiyor musunuz? Türkiye’de aynı durum olacaktır. Siz neyi alacaksınız, neyi alacaksınız? Alım gücünüz mü olacak, ama bunların reklamı yapılacak, eğer bugün reklam harcamaları 5 trilyonsa, 20 trilyona çıkacak. Tabii ki medya, tabii ki gazeteler, tabii ki televizyon kanalları bunu alkışlayacak, halkın beynini yıkayacak. Ama ne olacak? Siz bunları borçla alacaksınız, Avrupalılar size malı gönderecekler, arkasından da borç verecekler.



Şimdi, Türkiye şayet buna girerse, anlaşmalar tamamlanırsa bakın ne olacak; yabancı sermaye gelecek deniliyor. Doğru yabancı sermaye gelecek, ama yabancı sermaye Türkiye’ye yatırım yapmak için gelmeyecek. Yabancı sermaye, rekabet karşısında sarsılan Türk sanayini, fabrikaları, hisseleri getirdiği birkaç yüzbin dolarla satın almak için gelecek. Bir çok sanayi, özellikle orta ve küçük ölçekli sanayi Türkiye’de batacaktır.



Şimdi neyin savunmasını yapıyorsunuz Allah aşkına. Hepimiz Türkiye’de işsizlikten bahsetmiyor muyuz, hepimizin odasına gelen insanlar, bana ‘iş iş’ diye gelmiyor mu?



Bugün sanayi ile uğraşan büyük sanayiciler, göreceksiniz yarın sanayiden vazgeçecek. İşçiyle, sigortayla, emeklilikle uğraşmayacak. Onların zaten kontaktları var Avrupa’da. Onlar ithalatçı durumuna düşecek ve ithal ettikleri malı satacaklar. Mukayeseli üstünlük diye bir şey vardır, göreceksiniz, Türkiye, sadece birkaç ufak sektörde belki üstünlüğü olacak.



Aslında bu konular çok derindir. Tabii bunun bir de başka tarafı vardır. Sayın Bakan konuyu anlatırken, ‘Türkiye’de demokratikleşme olacak’ dediler. Türkiye’de demokratikleşmenin olacağına inanıyor musunuz? Avrupa’nın Türkiye’de gerçek anlamda, kendisinde olduğu gibi, sivil bir demokrasi isteyeceğine inanıyor musunuz? İnanıyorsanız, Avrupa’yı bilmediğinizi buradan söyleyeceğim.



Bu Meclis’te, Avrupa’daki bir çok kuruluşa giden milletvekili arkadaşlarım var; Avrupa Konseyi Parlamentosu’na 12 milletvekili gidiyoruz, aranızda üye arkadaşlar var. Orada, Türkiye’nin karşılaştığı tavrı hepimiz iyi biliyoruz, Türkiye’ye hasıl tek taraflı bakıldığı, nasıl ikiyüzlü bakıldığı, Türkiye’nin nasıl aşağılandığını görüyoruz ve utanıyoruz.



Şimdi, Cezayir’de serbest bir seçim yapıldı. Çok partili, her türlü parti seçime girdi. Demokratikti öyle değil mi Sayın Bakan? Peki Avrupa neden, Cezayir’deki demokrasiyi bile hazmedemedi ve bugün askeri bir cuntayı destekleyerek Cezayir’i kan gölü haline çevirdi? Türkiye’de siz demokrasi isteyeceğini mi zannediyorsunuz? Avrupa Parlamentosu’nda, Türkiye’de bölücülüğün, otonom idarelerin nasıl istendiğini, Türkiye’de Ermeni davasının nasıl savunulduğunu göreceksiniz veya Türkiye’de, Salman Rüştilere hürriyet istenecek. Fakat Türkiye’de, bu milletin, bu devletin, bu ülkenin gerçek sahiplerinin, Müslümanca yaşaması sözkonusu olduğunda ‘köktendincilik’ denilecek; Avrupa budur.



Kıbrıs meselesi Türkiye için dolaylı olarak bitmiştir, iddia ediyorum burada 40 yıllık Kıbrıs meselesi, çünkü siz imza atmışsınız ve demişsiniz ki; ‘6 ay sonra Kıbrıs’la Avrupa Birliği arasındaki üyelik anlaşması başlayacaktır’. Bu ne demektir? Avrupa’yı bilen herkes biliyor ki, altı ay sonra, bir sene sonra Rum kesimi- ki Avrupa’nın gözünde, Kıbrıs’ı Rum kesimi temsil etmektedir- Avrupa Birliği’ne tam üye olarak girecektir.



Şimdiye kadar siz değil miydiniz ki, Kıbrıs meselesini Birleşmiş Milletler’de tutmak, oradan dışarı taşımak istemiyordunuz, hele Avrupa platformuna hiç getirmek istemiyordunuz. Çünkü Avrupa’nın tavrını biliyorsunuz. İki ay önce, Avrupa Konseyi Parlamentosu’nda Kıbrıs ile ilgili karar, ‘Türk Ordusunun işgalci olduğu’nu… Birleşmiş Milletler’in bile diyemediği hakareti yaptığı kararları aldılar. Dolayısıyla Kıbrıs davasının Brüksel’e taşınması, Yunanistan’ın zaten yıllardır uğraştığı bir şeydi ve dolaylı olarak bitmiştir. Siz diyorsunuz ki, ‘Eğer Rum kesimi, Kıbrıs’ı sokarsa, biz de Kıbrıs’ta bütünleşiriz’. Sayın Bakan, sizin sözleriniz bizim için yeterli değildir. Sizin burada, ben de şöyle yaparım demeniz bizi hiç ilgilendirmez, çünkü onu yapabilecek gücü olmayacaktır Türkiye’nin, bunu söylüyorum. Eğer olsaydı, Türkiye, Avrupa Birliği’nden daha önceki anlaşmalardan doğan haklarını elde edebilirdi.



Ne üzücüdür ki, dün Brüksel’den dönen heyet, burada, sözüm ona göstermelik, neşeli şeylerle karşılandı. Ben kendi adıma utandım bundan. Davul zurnayla karşılandı. Türkiye, içinde bitmiş, tükenmiş, ekonomiyi berbat etmiş, halkı yaşamıyor gibi yaşamaya mahkum etmiş, evet halkı yaşamıyor gibi yaşamaya mahkum etmiş bir Hükümet, kendi halkına karşı başarılarıyla övünemiyor, gitmiş dışarıda yaptığı…



Siz o profesörün dediği gibi, Avrupa’nın zenginler kulübünün köşkünde, bahçedeki bir barakaya girdik diye sevinerek geldiniz. Halbuki ben şunu hatırladım: Bizim atalarımız-bugün onların ruhunu yad ediyoruz ve bugün onların davasını güdüyoruz- bir gün Avrupa’ya nasıl gitmişlerdi? Osmanlı Avrupa’ya nasıl gitmişti? Avrupa’ya siz böyle gittiniz ama bizim Atalarımız Avrupa’ya nasıl gitti, ben bunu karşılaştırarak doğrusu çok üzüldüm.



Avrupa Parlamentosu’ndaki münakaşaları takip edin, Türkiye oralarda nasıl rencide edilecek ve Türkiye oralarda nasıl kötü durumlara düşürülecek görürsünüz.



Düyun-u Umumiyeyi hatırlayın, tek parti devrinin ideologları, onları tenkit ede ede bu halkın beynini yıkadı, fakat ne yazık ki aynı duruma Türkiye’yi düşürmekle meşguller.”



****

Evet, şimdi size bu konuşmanın sahibini açıklayayım: RP Grubu adına Sayın Abdullah Gül. Tarih, 08.03.1995. Konu Avrupa Birliği! Evet, yanlış okumadınız Sayın Abdullah Gül. Ben Abdullah Gül’ün konuşmasının ilgili bölümlerini aynen, hiçbir değişiklik yapmadan aldım. Ancak yazının içerisinde yer alan “Gümrük Birliği” ibaresini, konunun güncelliği nedeniyle “AB üyelik müzakereleri” olarak değiştirdim. Şimdi, Sayın Abdullah Gül’ün yarın TBMM’de yapacağı konuşmayı alın, bu konuşmanın yanına koyun bir karşılaştırın.



****

Şimdi, Tayyip Erdoğan Hükümetinin, bu konuyu TBMM ile hiç paylaşmadığı, toplantılarını tam bir tek parti Hükümeti gibi Parti merkezinde yaptığı, büyükelçilerle Parti merkezinde görüştüğü gibi AK hanesine yazılan ayıpları bir tarafa bırakalım ve işin aslına, kökenine gelelim.



Evet, bu bir kazanımdır. Daha doğrusu bir “kazanım ihtimali”dir. “İhtimal” diyorum çünkü önümüzdeki müzakere sürecinin Türkiye tarafından nasıl idare edileceği, bu konunun bir kazınım mı, yoksa bir felaket mi olacağını tayin edecektir. Hiç lafı evelemeden gevelemeden de söyleyeyim: Bu hükümetin elinde, bu hükümetin edilgen, ‘kuzu kuzu’ tavrı ile bu mesele bir felaketle bitebilir.



Neden?..



Çünkü müzakereler 17 Aralık’ta üyeliğimizin tescil edildiği kararlar manzumesi ile dün açıklanan 3 Ekim tarihli müzakere çerçeve belgesi çerçevesinde yürütülecek.



Şimdi bu belgeler ne diyor onlara bir bakalım:



17 Aralık 2004 ile ilgili belge konusunda 21 Aralık 2004 tarihli kararı irdelediğim, “Bardağın dibi delik” yazımın ilgili kısmını alıyorum:



“Bu bardağın dibi delik...



Siz bu bardağı ne kadar dolu göstermeye çalışırsanız çalışın, dibi delik bardak su tutmaz.

Türkiye ile doğrudan ilgili 96 satırın içinde, Türkiye’nin lehine olan sadece 2.5 satır var. İlk 1.5 satır: “3 Aralık’ta 23. paragrafta ortaya konulan prensipler çerçevesinde müzakereye başlanması için Türkiye’ye bir teklif yapılması” , ikinci 1.5 satır da, “Bu müzakerelerin hedefi üyeliktir” satırı.



Hadi diyelim toplam üç satır. Geri kalan 93 satırın içinde Sayın Tayyip Erdoğan bize neyin müspet olduğunu gösterse de memnun olsak ve bardak nasıl doluymuş bir öğrensek.



Şimdi maddelere teker teker bakalım:



17. Maddede, AB Konseyi, Türkiye’nin 2004 sonunda Kopenhag Kriterlerini yerine getirdiği takdirde, diğer ülkelere uygulanan aynı kıstaslarla üye olabilmesi için gecikmeden müzakereleri başlaması gerektiğini kendi kendine hatırlatıyor.



18. Maddede bardağın dibi delinmeye başlıyor: “Bugüne kadar güzel işler yaptınız ama ben hala ikna olmadım, yakından izlemeye devam edeceğim” diyor.



19. madde, Türk Hükümetinin biraz laf canbazlığıyla saklanmaya kalksa da Ankara Protokolünü imzalamayı kabul ettiğini, yani 10 yeni üye ülke ile Gümrük Birliği’ne girmeyi taahhüt ettiğini memnuniyetle not ediyor. Demek ki neymiş? Kıbrıs Rum Kesimini üye ülke olarak kabul ediyormuşuz ve bu protokolü de 3 Ekim’e kadar imzalayacağımızı yazılı olarak taahhüt ediyoruz. Yazılı mı, sözlü mü münakaşaları da boş laf. Madem Beşir Atalay imzayı koydu, Başbakan da tamam dedi, söz sözdür. Bu iş bitti.



20. maddede de, uzun lafın kısası Ermenistan ile iyi komşuluk münasebetlerimizi BM Sözleşmesinde yer alan “anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesi ilkesi”ne uygun olarak halledeceğiz, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile sınır anlaşmazlıklarımızı çözümleyeceğiz ve Yunanistan ile Ege meselesini çözmek için Lahey Adalet Divanına gideceğiz.



21. Madde de Avrupa Parlamentosu’nun 15.12.2004 tarihinde kabul edilen raporunu not ettiklerini söylüyor. İki satırlık bu maddenin ne demek olduğunu bir hatırlayalım:

- Türkiye’nin üyeliğinin diğer üyeliklerden farklı olacağına dikkat çekiyorlar,

- AB’nin sindirme kapasitesine göre üyelik olabileceğini belirtiyorlar,

- “Aman, tam üye yapamazsak bile Türkiye’yi elimizden kaçırmayalım” diyorlar,

- Müzakereler askıya alınabilir diyorlar,

- Heybeliada’daki ruhban okulunu açmanız lazım, dini özgürlükleriniz yetersiz diyorlar,

- Parlamento askeri harcamaları kontrol altına alamadı diyorlar,

- İşkence hala bitmedi diyorlar,

- Türkiye’deki Kürt politik partilerinden bahsediyorlar,

- Hacılara (evet, Ermeni hacılarına) Kuzey Anadolu’daki Ermeni Milli anıtkabrinin açılmasını istiyorlar, (ben bu maddede hayretlere düşmüştüm, “Kuzey Anadolu’daki Milli Ermeni anıtkabri neresidir?” diye sormuştum hala cevap bekliyorum.) Tabii Ermeni sınırını hemen açın diyorlar.

- Kıbrıs’ı mutlaka halledeceksiniz diyor,

- Leyla Zana’nın serbest bırakılmasından fevkalade memnun olduğunu belirtiyor,

- Ve, dikkatli okuyalım, TBMM’ye Kürt partilerinin girmesini, Türk Hükümetinin silahı bırakan Kürt kuvvetleri ile anlaşmasını istiyor. Bu cümleleri yanlış okuduğumu zannetmeyin, aynen böyle yazıyor.

- 36. maddesinde Aşağı Mezopotamya’da bulunan Irak ve İran’ın, bizim Şattül-Arap sazlıklarına daha çok su yollamamızı istiyor,

- 2014’den evvel Türkiye’yi bir kuruş para verilemez diyor,

- Ayrıca, uzun geçiş sürelerinin ve “kalıcı” istisnaların son anlaşmada dikkate alınması gerektiğini söylüyor. Pek tabii, görüşmelerin açık uçlu olacağını belirtmekten de geri kalmıyor.



Bu maddelerin önemli bir kısmının Brüksel Başkanlar Zirvesinde yer alan, bizi alakadar eden 96 satırın içinde bulunduğunu tekrar etmeye herhalde lüzum yok.



22. madde de, nihayet biraz mırın kırın ettikten sonra, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini, “Müzakereleri açmak için yeterli ölçüde karşıladığına karar verdiğini” söylüyor. Hadi bu iki satırı da müspet satırlar içine koyalım, müspet satırları 3 satırdan, beş satıra çıkaralım. Yine de cümleye dikkatinizi çekerim: “Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini müzakereleri açmak için yeterli ölçüde karşıladığına”.... Acaba, “Kopenhag Siyasi Kriterlerinin tam olarak karşılanması” ile müzakereleri açmak için “yeterli ölçüde karşılanması” arasında ne gibi farklar var? Sorunun cevabını biliyoruz değil mi? AP’nin eski kararlarına bakın, hepsini görürsünüz.



Ve gelelim “müzakerelerin çerçevesi”ni çizen 23. maddeye...



Vay anam vay!...



Hani, Türkiye’ye başka üyelere uygulanan kriterlerden değişik kriterler uygulanmayacaktı. Daha, bu aynı belgenin içinde Bulgaristan’la ilgili, 6,7,8 ve 9. maddeler, Romanya ile ilgili 10, 11,12,13. maddeler, Hırvatistan’la ilgili,14,15,16. maddeler var. Bu ülkelere neredeyse, “hadi hemen gel, buyur otur” diyorlar. Neden aynı şartlar uygulanmıyor?

AB bizimle görüşürken hiçbir ülkeden istemediği şekilde, bu 23. madde kapsamında 31 kısmın ancak arka arkaya müzakere edilebileceğini, kaydi müzakerenin ve müktesebatın kabulünün yeterli olmadığını, ayrıca uygulamaları görmek istediğini, uzun geçiş süreleri konulacağını, daimi korunma tedbirlerinin düşünülebileceğini açıkça söylüyor.



“Komisyon bu tedbirleri uygun bir şekilde kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar veya tarım gibi alanlarda her bir çerçeve için yapacağı önerilere dahil edecektir” diyor. Bize de sevgili Başbakan, önerileri kabul etmezsek masadan kalkıp gitmek düşüyor. Cümle çok açık, tavır çok belli. Komisyon yapacağı önerilere kendi karar verecek, bu kadar...

23. maddeye devam edelim; 2014’den evvel zırnık para yok. Komisyon kendi inisiyatifi veya üye devletlerin üçte birinin talebi üzerine müzakerelerin askıya alınmasını ve ileriki bir dönemde başlayacaksa, hangi şartlarda başlayabileceğini öneriyor.



****



Gelelim 3 Ekim 2005 tarihli müzakere çerçeve belgesine. Bu yazının yazıldığı saatlerde, müzakere çerçeve belgesinin Türkçe tercümesi henüz yoktu. Ben, Dışişleri Bakanlığı’ndan aldığım İngilizce kopyanın üzerinden meseleyi anlatmaya çalışacağım. Bu kesin belgenin de, taslaklarla aynı olmadığını belirtmek isterim.



Müzakere çerçeve belgesi 17 Aralık kararlarının da gerisinde. Her şeyden önce müzakerelerin ‘açık uçlu’ olması veya ‘birliğin emme kapasitesi’ konusunun üzerinde çok durmamak gerektiği kanaatindeyim. Zira, ‘emme kapasitesi’ zaten Kopenhag Kriterlerinin ikinci maddesinde var. Her müzakere de zaten tabiatı icabı açık uçludur. Ancak, daha ikinci maddede “Türkiye’nin tam üye olmazsa yine de çapalamamız lazım” gibi bir muameleye tabii tutulması, 1995’de konuşan ama bugün gömleğini değiştiren eski Abdullah Gül’ü haklı çıkartıyor.



Türkiye’nin bütün komşuları ile sorunlarını (pek tabii sadece Yunanistan ve Güney Kıbrıs değil, Ermenistan ve Suriye buna dahil) BM ana sözleşmesi çerçevesinde halletmesi isteniyor.



Kıbrıs konusu için artık konuşacak bir şey yok. Kıbrıs konusu tamamen AB konusu. Limanları, havaalanlarını açacaksın, ilişkilerini normalleştireceksin (yani zaman içinde karşılıklı sefaretler açacaksın) vs, vs…



Kıbrıs’ın 7. maddeye göre NATO gibi organizasyonlara üye olmasını veto etmeyeceksin.



Birliğin bugüne kadar diğer üyelere uygulanan müktesebatını kabul etmekle yetinmeyeceksin, 10. maddeye göre her türlü konuşmaların, tavsiyelerin, deklerasyonların da (mesela Kıbrıs karşı deklerasyonu) müktesebatın ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul edeceksin.



Gelelim 11. maddeye: Türkiye, üyelik tarihinden itibaren imzalamış olduğu bütün uluslar arası antlaşmaları gözden geçirip Birliğin prensiplerine uyduracak. Bunu basite indirip birkaç örnek vereyim:



Roma ve Zürih Antlaşmalarından doğan Kıbrıs’taki garantörlük haklarından vazgeçeceğiz. Hatta, Lozan Antlaşması’nın vakıflarla, nüfus mübadelesi ile ilgili hükümleri Birlik prensiplerine uymuyorsa değiştireceğiz. Belki, bütün Anadolu’dan göç eden Rumlar’ın mallarını varislerine iade edeceğiz ve oturma izni vereceğiz. Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu’nun tavsiye kararına uyarak Patriği ‘ekümenik’ ilan ederse, bu kararı kayıtsız şartsız kabul edeceğiz. Boğazların idaresini Montreux’i değiştirerek muhtemelen Avrupa Birliği ile beraber yapacağız.



Şimdi sıkı durun Avrupa Konseyi, “Ben KKTC’yi tanımıyorum. Müzakere çerçeve belgesinin 10. maddesine göre senin KKTC’yi tanıman Birliğe olan taahhütlerin ile ters düşer, KKTC’yi tanımaktan vazgeçeceksin” derse bunu, Başbakanın tabiri ile “kuzu kuzu” kabul edeceksin.



Bu arada çerçeve belgesi kalıcı kısıtlamaların, tarımda ve insanların serbest dolaşımında bir ümit beslemememiz gerektiğini, 2014’den evvel katiyen beş kuruş para verilmeyeceğinin de altını çiziyor.



Dediğim gibi fevkalade gerilemiş bir durumla karşı karşıyayız. Bu kadar kötü bir müzakere belgesini herhalde, becerse becerse AKP Hükümeti becerebilir, ancak onlar kabul edebilirdi.



Sormadan edemeyeceğim, nerede 1995’teki Abdullah Gül, nerede 2005’teki Abdullah Gül?...



****



Konunun bir de mali portresi var. Müzakere edilecek, daha doğrusu kabul edeceğimiz 35 başlıktan sadece ve sadece ikisi için bir örnek vereyim:



11. madde olan tarım ve kırsal gelişme başlığı altında nüfusumuzun takriben 20 milyonunun kırsal kesimden, turizm ve sanayiye geçmesi, daha doğrusu şehirlere gelmesi istenecek. 20 milyon nüfus için asgari 7 milyon konut lazım. Konutların tanesini 50 bin dolardan hesap etmeniz lazım. Bu, altyapı hariç, 350 milyar dolarlık bir konut yatırımı eder. 20 milyon nüfusun yarısının çalışması için de her bir iş pozisyonu için asgari 50 bin dolar yatırım gerektiğini düşünürseniz, 250 milyar dolar da bu insanları işsiz bırakmamak için lazım. Etti mi size 600 milyar dolar. Bu parayı 15 senede harcayacağınızı düşünseniz yalnız bu fasıl için senede 40 milyar dolar lazım.



Bir başka basit meseleyi ele alalım çevre. Çevre Bakanı, çevre korumamızı Avrupa standartlarına çıkartmak için 200 milyar ila 500 milyar dolar arası para lazım diyor.



Siz, yukarıda bahsettiğim bahisler gibi 35 bahsin herhangi birini de beceremezseniz, görüşmeler kesilecek!



****

Bu kadar önemli bir mesele, bu kadar edilgen, meseleye ‘kuzu kuzu’ bakan bir Hükümetle müzakere edilemez.



Hükümetin ne kadar boş konuştuğunun size örneklerini vereyim:



Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül, “Yeni koşullar gelirse çeker gideriz”, “Eğer Avrupalılar Erdoğan’ı çok kızdıracak olursa çok kötü patlayabilir”, “Artık, hiçbir yeni şart kabul etmeyiz”, “Kıbrıs için bir deklerasyon yayınlarsanız dönmemek üzere çeker gideriz”, “Türkiye’ye başka ülkelere uygulamadığınız kriterleri uygulamaya kalkarsanız ‘evet’ demeyiz” demiyorlar mıydı?



Buyurun, size yukarıda somut olarak anlattım. Ne söylemişler, ne yapmışlar?



Bu kadar dikenli, bu kadar zor bir yolu habire gömlek değiştiren, sırf şahsi propaganda başarıları için her şeye evet diyen insanların eline teslim edebilir misiniz?


Yayın Tarihi : 5 Ekim 2005 Çarşamba 16:09:39


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?