24
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Sayın Başbakan: Küresel güç olmak için çok mu gezmek gerekiyor?

Size, can-ı gönülden iyi bir 2005 diliyorum.
Bundan evvelki yazımda Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bütçe konuşmasının önemli bir kısmını ekonomik konulardan ziyade, siyasi konulara ayırdığını söylemiştim. Konuşma, metin yazarlarının güzel bir dikkatle hazırladıkları, biraz da AK Parti Grup konuşmasını andıran, televizyondan halka sesleniş gibi bir konuşma.

Konuşmanın uzun bir özetini aşağıda veriyorum. Bu konuşma bir anlamda Tayyip Erdoğan’ın siyasi görüşü ve istikbale ilişkin taahhütleri mahiyetinde.

İsterseniz sizinle önce bu yazı hakkında düşündüklerimi paylaşayım:

Başbakan diyor ki; Demokrasinin temelini ekonomik refah oluşturmaz, ekonomik refahın temelini demokrasi oluşturur.

Doğru bir görüş ama eksik.

Refahın şartı, demokrasi kadar adalet duygusu ve hukuk devleti kavramıdır. Bu konularda da Hükümetin adil davrandığını söylemenin imkanı yok. Bu konuda başınızı ağrıtmak istemiyorum, daha önce düzinelerle örnek verdim

Başbakan, TBMM’de muhalefetin de katkısı olduğunu söylüyor ama, yine de dayanamayıp AK Parti’nin “beyaz reformlarını”, “ak siyaseti”, “ak devrimleri” anlatıyor. Doğrusu ben bu tavırdan pek de rahatsız olmuyorum. Hakikaten bu Meclis’in yaptıklarının ve yapamadıklarının mesuliyeti AK Parti’ye ve Tayyip Erdoğan’a ait olmalı. Hoş bazı konularda kendini AB rüzgarına kaptırmış CHP’nin de muhalefet olduğunu unutup verdiği destekten de faydalandılar. Beş aydır basıldığı halde milletvekillerine dağıtılmayan BDDK raporu, konuların yarısına bile bakamayan Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu, 5020 gibi inanılmaz bir gayrihukuki kanun, Türkiye’nin, Cumhuriyet’in düzenini bozacak, bir çok (güya) yapısal reformlar, vs, vs.. TCK bile yürürlüğe girdiğinde bu kanunun cezalandırmama kanunu olduğunu hep birlikte göreceğiz. Hele hele, “ak siyaset”, “ak devrim” diye Cemil Çiçek’in teklif ettiği, “hortumcu yakalanırsa, çaldığı parayı geri ödesin ceza almasın; yakalanmazsa para cebinde kalsın” kanununu muhalefetle paylaştı demek büyük günah olur.

Sayın Başbakan hiç çekinmeden yapılan ve yapılmayan bütün işlerin mesuliyetini alsın; zarar yok…

Başbakanın diyalogdan bahsedebilmesi için hazırlanan anayasa değişikliklerinde muhalefetle hakikaten diyalog içine girmesi, 2002 seçimlerinden önce söz verdiği dokunulmazlık konusunun TBMM’ye gelmesini ve geçmesini kabul etmesi, öğrenci affı gibi konularda da inatlaşmadan meseleleri muhalefetle el ele halledebilmesi lazım.

Sayın Başbakanın milletvekillerinin itibarından bahsedebilmesi için de, en ufak bir inisiyatif kullanan milletvekilini azarlamaktan vazgeçmesi herhalde çok doğru olacaktır.

Başbakanın anlamakta zorluk çektiğimiz bir başka tavrı da, “2 senede 320 bin kilometre yol yaptım, dünyayı 8 kez dolaştım, artık bu sayede Türkiye küresel bir güç olma yolundadır” mantığını yürütmesi. Bu vahim bir mantık hatası. Çok yol yapmakla şoför olunur, kaptan olunur, pilot olunur, gezgin olunur ama devlet adamı filan olunmaz. Hele hele çok koşuşturunca küresel güç filan da olunmaz. Küresel güç özgün politikalar geliştirince, diğer ülkeleri ziyaret edip kapılarda beklemek yerine (Sarkozy’i görmek için yapıldığı gibi) devlet adamlarını Atatürk gibi ayağına getirmekle olur. Ülkenin devlet adamlarının, hükümet mensuplarının dosyaları doğru dürüst etüd edip, dosyalarına hakim olmalarıyla olunur. Yoksa, “lider olunmaz, lider doğulur” deyip, Allah vergisi meziyetlerle dünyayı 8 kere dolaşmakla küresel güç olduğunu düşünmez vahim bir hatadır.

Atatürk, 1923’den ölene kadar, yurtdışında bir tek kilometre yol yapmadı. Yapmadı da küçüldü mü? Hayır, konuşacağı herkes ayağına geldi. Tayyip Erdoğan da elini vicdanına koyup bir baksın; Türkiye’nin dünyadaki itibarı 1930’larda mı daha yüksekti, 2004’ün Aralık ayında mı?

İki senede bu kadar kilometre yapıldı da ne oldu? İstanbul’da iki büyük toplantı yapıldı, bir de, yalvar yakar, görülmemiş bir eziklik içinde, hiçkimseden istenmeyen şartlara bağlı AB’den bir müzakere tarihi alındı. Kıbrıs meselesinde de hiçbir şey elde edilemedi, sadece sırtımız sıvazlandı o kadar. “KKTC, devlet olarak tanındı” denilmesine rağmen, AB’nin Dönem Başkanı Hollanda’nın itirazı yüzünden İKÖ Toplantısı iptal edildi. Annan’ın tavsiye raporu müspet denilirken, BM Güvenlik Konseyi bu raporu elinin tersiyle itti, reddetti.

Başka? Unuttumsa siz tamamlayın ama başka bir şey yok. Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçirildi, Musul’daki güvenlik görevlilerimize sahip çıkamadık, tuzağa düşürülüp öldürüldüler, PKK dağda, İmralı’daki terörist parti kurduruyor, hapishanedeki mahkumlar salıverildiler, hükümlü olmalarına rağmen parti kuruyorlar, AP Başkanı Türkiye’de Kürdistan’dan bahsediyor, Başbakan Yardımcısı ile TBMM Başkanı hükümlü teröristlerle baş başa görüşüyorlar, Başbakan’ın oğlunun düğün şahidi Berlusconi İtalya’da, dolaştırılan hediye torbaları ile alay ediyor, Sarkozy görüşmek için randevu bile vermiyor, “Ekümenik Patrik” Cumhuriyetin Başkenti Ankara’da, ABD Elçisi’nin evinde yemekler veriyor, Patrik açık açık Başbakan bana gerekli sözleri verdi, Lozan mühim değil diyor, KKTC’nin kendi ülkesini ülke saymayan Başbakanı Türkiye Başbakanının baştacı, Genelkurmay Başkanımız, “artık düşman devlet kalmadı” diyor, AK Parti iktidara geldiğinden beri IMF ile münasebetlerini büyük bir başarıyla yürüttüğü için Türkiye’nin toplam borcu 90 milyar dolar arttı, reel faizler de hiç düşmedi. İki senede toplanan vergilerle ödenen faiz yüzünden kaynak kaybı yüz milyar dolara yaklaştı. Hızlandırılmış trenler filan yoldan çıktı, vs, vs,

Aman eksik kalmasın iyi bir şey daha oldu. Airbus’tan (Hazine teminatını IMF yüzünden verememesine rağmen) bir çok yolcu uçağı ile Başbakanımıza yeni bir makam uçağı alındı.

Sayın Başbakanın demokrasi ile ilgili sözlerinin yanında doğru söylediği bir ikinci söz daha var:

“Kibirlenmezsek, varoluş gayemizi unutmazsak başarmış olacağız” diyor. Doğru, bu sözleri hergün kendisine tekrar etmesi lazım. Yoksa durum iyi değil. Bir evvel ki yazımın başında, dört dönemdir milletvekilliği yapan tecrübeli bir milletvekilimizin bana söylediği sözleri tekrar hatırlıyorum ve hatırlatıyorum:

“Biliyor musun Emin, işin en vahim tarafı Başbakan söylediklerine inanıyor ve sahi zannediyor. Söylediklerini bir siyasi demagoji için söylüyor olsa anlardık ama inanması ve ekonomide herşeyin mükemmel gittiğini zannetmesi; işte o çok vahim....”

*****

Şimdi isterseniz, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın, TBMM’de yaptığı konuşmadan bazı bölümleri birlikte okuyalım:

“2005 yılı bütçesini uzun mütalaalardan, yorucu çalışmalardan sonra tamamladınız ve bu aşamaya getirdiniz. Yüce Meclisimizin iradesini en iyi şekilde temsil etmek, ülkemizin önünü açmak için her biriniz önemli katkılarda bulundunuz; sağ olunuz, var olunuz.

Bu arada, eleştirileriyle, uyarılarıyla bize yol gösteren bütün arkadaşlarıma, muhalefet partilerimizin saygıdeğer sözcülerine özellikle teşekkür ediyorum.

Yol ve ufuk gösterici eleştirilere, itiraz ve uyarılara özellikle teşekkür borcumuz var, çün-kü iktidarıyla, muhalefetiyle bizler bu milletin hizmetindeyiz.

Bu büyük ülkeye teşekkür borcumuzu, minnet borcumuzu ödemek için öncelikle medenî bir uzlaşma diline ve geleneğine ihtiyacımız var.

Diyalog, uzlaşma, mutabakat, müzakere kültürünü siyasetimizin temel üslubu haline getir-mek, bunu kalıcı kılmak zorundayız.

Uzlaşma, tartışma, eleştiri, uyarı, mutabakat arayışı, müzakere alışkanlığı herkesin aynı şeyi düşünmesi değil, aynı doğruyu araması, aynı hedefe yönelmesi ile mümkündür.

İnanıyorum ki, hepimiz, demokrasi kültürünü özenle koruyacağız. Bu özeni, bu dikkati Türk siyasetinin geleneği haline getireceğiz.

Zira, uzlaşma, diyalog, birlikte düşünme milletimizi öteden beri millet kılan en temel de-ğerlerimizden biridir.

Son iki yıla büyük başarılar sığdırdık; ancak, en büyük başarılarımızdan biri bu dönemde kavganın yerini aklın, çatışmanın yerini diyalogun almasıdır.

Millet iradesinin temsil edildiği Yüce Mecliste aklın ve sağduyunun hakimiyetini sağlayan sizlere özellikle teşekkür ediyorum. Bundan sonra da bu büyük başarıyı kalıcı hale getirmek en büyük arzumuz olacaktır.

Bu konuşmam, bütçe esaslı olmakla birlikte, hem büyük Türkiye fotoğrafının tamamını görebilmek -bu vesileyle, fotoğrafın bütününü birlikte paylaşabilmek için- hem de bize yöneltilen sorulara cevap mahiyetinde olmak üzere uzunca bir özet olacaktır. Dolayısıyla, hem Türkiye tasavvurumuzu hem dünya tasavvurumuzu hem siyaset üretme şeklimizi hem de AK Parti iktidarı olarak iş görme biçimimizi özetlemem gerektiğini düşünüyorum.

Sözlerime, demokrasi kültürü, hoşgörü, uzlaşma ve diyalog zemininin temsilcisi ve sembolü olan Türkiye Büyük Millet Meclisine teşekkürle başladım. Zira, bunun esas olduğunu, "başardık" dediğimiz başarılarımızın sırrının burada olduğunu düşünüyorum. Millet öncelikli siyasetimizle biz, yani bu Yüce Meclis, iki yılda sadece anlamsız kavgalara son vermekle kalmadık, Türkiye’nin büyüme iradesini, Türkiye’nin aklını, kolektif aklını harekete geçirdik.

İşte, biz, bunun için siyaset üretiyoruz, slogan üretmiyoruz.

Bunun için "siyaset ya da yönetim millete yaslanmalı, milletin rızasını almalı, milletin rızasının hilafına adım atmamalı" diyoruz.

Bize düşen, her hür ayrımcılığı kaldırmaktır, adaleti halktan esirgememektir, ülkeyi baştan başa kalkındırmaktır, Türkiye’yi "muasır medeniyet" hedefine ulaştırmaktır.

Cumhuriyetimizin ve demokrasimizin beşiği olan bu Mecliste, sizler, bu ülkeye, bu topluma yeniden büyük itibar kazandırdığınız. Yetmez; daha yapılacak çok iş var. Halkımızın henüz çözülmemiş sorunları var. Bunları da bu çatı altında çözeceğiz.

Bu çatı, bu kurum, kurumlardan bir kurum, herhangi bir kurum değildir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin gücü ve itibarı, milletimizin gücü ve itibarıdır. (AK Parti sıralarından alkışlar) Meclisin saygınlığı, siyasetin, hukukun, demokrasinin, milletin saygınlığıdır. Zira bu Meclis, her şey bir yana, istiklalimizin, bağımsızlığımızın, egemenliğimizin en büyük sembolüdür.

3 Kasım 2002’ye kadar çözüm üretemeyen siyasetçilerin elinde itibarı, güvenilirliği yara alan bu büyük çatıya itibarını iade ettiğiniz için ülkem adına, halkım adına siz saygıdeğer milletvekillerine ne kadar teşekkür etsem azdır.

Bu Meclis ki, yürütme ve yargının da yol güzergâhını belirleyen millet iradesinin temsilcisi olarak toplumun bütün fertlerinin hak ve hukukunu korumak için, Anayasa dahil bütün metinleri hazırlayan, devlet toplum bütünleşmesini sağlayan, milletin kalbinin attığı en üst iradeyi temsil eden bir Meclistir.

İşte, bu Meclis, bu en üst irade, çıkardığı yasalarla, gerçekleştirdiği ak devrimlerle hem siyasete hem ülkemize kaybetmek üzere olduğu itibarı yeniden kazandırdı; bunu sizler yaptınız.

Hatırlarsanız, 2003 yılı bütçesini, ilk bütçemizi hazırladığımızda bize en çok sorulan sorulardan biri şuydu: Kaynak nerede? O zaman demiştik ki, kaynak, AK Partidir; kaynak, Türkiye’dir. (AK Parti sıralarından alkışlar) İşte kaynak, işte Türkiye!

İşte, sorun çözme melekelerini yitirmiş bir Türkiye’den, AK Parti iktidarının, beyaz reformlarına, ak, sessiz devrimlerine.

İşte, refahın önşartı demokrasidir, ak siyasettir iddiamızın bu ülkeye kazandırdıkları ortadadır.

Şimdi, yeni bir başlangıç yapıyoruz, yeniden kolları sıvıyoruz.

Artık, tek hedefe kilitlenmiş, tek yürek olmuş, birlik ve beraberliğini âleme ilan etmiş, özgüven sorunu yaşamayan bir Türkiye istiyoruz.

Falanca meselesi, filanca meselesi olan, meselelerini konuşmayan, her zeminde mahcup edilmek istenen, zaafları istismar edilen, zaaf alanları üzerinde siyaset yapılan, millet bilinci yara alan, halkının aidiyet duygusu zedelenen bir ülke değil, bütün meselelerini sağlam bir iradeyle çözmeyi tek meselesi haline getiren, tek yürek haline gelmiş bir Türkiye; işte, bunu hedefliyoruz.

Eğer, biz, kardeşlik hukukumuzu zedelemezsek, şımarmazsak, kibirlenmezsek, istikametimizi şaşırmazsak, önceliklerimizi, varoluş gayemizi unutmazsak, eğer, biz, yoksulu gözetirsek, alınteri dökersek, sosyal yaraları kapatırsak, gayret edersek başarmış olacağız.

Bu bakışın, buna göre ülkeyi yönetmenin sonucunu, sadece iki yıllık sonucunu sizlere açıklıyorum: Evet, artık, Türkiye küresel bir güç olma yolundadır. Çünkü, artık, Türkiye, dünyayla eşit şartlarda konuşuyor. Ekonomiye bakın, dış politikaya bakın, toplumsal dokunun sağlamlaşmasına bakın, toplumun değişen gündemine bakın, umutların yeşermesine bakın, göreceksiniz ki, bütün alanlarda bu siyaset artık yansıma alanını buluyor. Ekonomik hayattaki her adım, her hareket, siyasî istikrara ve güven ortamına bağlıdır; bunu unutmayalım.

Devalüasyonlu günleri hatırlayın, dalgalanan dövizleri hatırlayın, moratoryum endişelerini hatırlayın, Türkiye’nin iç ve dışborçlarının bir günde katlandığı günleri hatırlayın; "hatırlayın"dedim ama, isterseniz hatırlamayın, biz o günleri unutalım, geride bırakalım. Zira, az kaldı.

İşte, Türkiye’ye defalarca kalp sektesi yaşatan o ekonomik krizler, siyasî krizlerin sonucuydu; bugünkü ekonomik başarı da, bugünkü siyasî güven ortamının eseridir.

Evet, AK Parti iktidarında Türkiye’nin kalbi saat gibi işliyor; ne dolar ne döviz dalgalanıyor ne de siyaset çalkalanıyor;çünkü, AK Parti iktidarında ritim bozuklukları, siyasî kan uyuşmazlıkları yok. Halktan gelen taleplere en duyarlı parti, en duyarlı kadrolar işbaşındadır.

Biz, şu senin millî hassasiyetin, şu da benim millî hassasiyetim diye bir şeyi asla kabul etmiyoruz. Bu ülke, bu millet, bu vatan, bu toprak, bu bayrak, bu özgürlük, bu istiklal bizim, hepimizin; bu, böyle bilinmelidir.

Hepimiz yürekten hissediyoruz bu aidiyeti; daha çok hissedecek, daha çok seveceğiz ülkemizi. Vatandaşlık bilincine halel getiren bütün mayınlı alanları temizleyeceğiz; bu, böyle biline. Bu süreçte Türkiye’nin iddialarını gerçekleştirmek durumundayız.

Bugün yaptığımız her dış seyahatte, katıldığımız her uluslararası toplantıda, her diplomatik zeminde sevinerek müşahede ediyoruz ki, Türkiye’nin yıldızı parlamaktadır. Tezlerimizi iyi anlattığımızda, dersimize iyi çalıştığımızda, samimî ve kararlı bir duruş gösterdiğimizde, birçok meselede mesafeler alabildiğimizi de görme imkânına kavuştuk.

İki yıl içerisinde yaptığım dıştemaslar sırasında, Türkiye’nin dış itibarının günden güne nasıl yükselmekte olduğunu, etki gücümüzün nasıl artış gösterdiğini bizzat müşahede ettim.

Bugün, Türkiye, bulunduğu hemen her uluslararası zeminde, kendi menfaatlarını en gür şekilde savunan, problemlerinin üstüne cesaretle gidebilen ve inisiyatif alabilen bir diplomatik duruşa sahiptir. Bu duruşu göremeyenler, dünya medyasını daha yakından izlemelidirler.

17 Aralık’ta Brüksel’de gerçekleştirilen Avrupa Birliği Hükümet ve Devlet Başkanları Zirvesinden çıkan sonuç, Türkiye’nin 41 yıllık üyelik hedefine ulaşması yolunda görünür bir vizyon ortaya koymuştur.

Ancak, Brüksel Zirvesinde de görüldüğü üzere makul ve gerçekçi yaklaşımlarla, samimî çabalarla tarafları memnun edecek çözümlere ulaşılabiliyor. Mesele, siyasetin bir netice alma sanatı olduğunu unutmamaktır.

Ulaştığımız nokta böyle bir noktadır ve bu gerçeği görmemekte ısrar edenlerin iddiaları asılsız ve mesnetsizdir.

Bu kararlarla Türkiye’nin menfaatlerine gölge düşürüldüğü iddiası kesinlikle gerçekle bağdaşmamaktadır.

17 Aralık kararlarına ilişkin olarak uğradığımız en haksız eleştiri Kıbrıs’la ilgilidir.

Bu ülkede, maalesef, sağır sultanın duyduğunu dahi duyamayan, anlayamayanlar var hâlâ. Herkesin bir an önce kavraması gereken bir gerçek var; çözümsüzlük politikalarında ısrar ederek, pasif kalarak, savunma psikolojisiyle hareket ederek, Ada’daki Türk menfaatlarını daha fazla koruyamayız.

Türkiye bu konuda inisiyatif kullanarak, cesaretli adımlar atmak ve hep bir adım önde olmak durumundadır. 2004 yılı içerisinde Kıbrıs konusunda ardı ardına attığımız adımlar ve bu adımların diplomatik kazanımları ortadadır.

Bakınız, burada, çok açık, net olarak bir gerçeği, ben, tekrar huzurlarınıza getirmek istiyorum; o da, ağırlıklı olarak, 24 Nisan referandumundan sonra Sayın Annan’ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine yapmış olduğu açıklamadır.

"Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ve Kuzey Kıbrıs Türklerinin varoluş davası, statükoya feda edilemez" dedim ve değerli arkadaşlar, böylece hem Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifini koruduk hem de çözüm politikasıyla Kıbrıs Türklerinin, bütün bu olaylarda her zaman bir adım önde olması tezini her yerde dile getirdik.

Tabiî, burada, bir gerçeği vurgulamakta yine hassasiyet göstermem gerekiyor: Kıbrıs’la ilgili duyarlılık konusunda, eğer biz, 24 Nisan öncesi muhalefetin takındığı tavrı takınmış olsaydık, bugün dünyada herkes bizim aleyhimizde bir tavrın içerisinde olacaktı; ama, şimdi kimse, kalkıp da Kıbrıs’taki bu tavır nedeniyle bize "siz gene işi yokuşa sürdünüz" diyemiyor. Tam aksine "burada işi Güney Rum tarafı yokuşa sürdü" diyorlar ve olayın büyüklüğü o kadar ki, bakınız, yıllar yılı devlet olamayan, yıllar yılı sadece Türkiye tarafından devlet olarak tanınan bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti var ve yine iftiharla söylüyorum ki, hamd olsun, bizim dönemimizde İslam Konferansı Örgütüne, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, bir Müslüman cemaat olarak değil, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti olarak katılmıştır... Kuzey Kıbrıs Türk Devleti olarak katılmıştır.

Bu yeni dönemde de dayatmalara asla rıza göstermeden, millî menfaatlarımızdan asla taviz vermeden, Ada’ya kalıcı barışı getirecek çözüm arayışımızı aktif biçimde sürdüreceğiz.

Önümüzdeki dönemde, yine Birleşmiş Milletler çatısı altında Ada’daki iki tarafın eşit statüde olacağı ortaklık temelini esas alan çözüm arayışlarına etkin olarak katılacağız. Bu konuda Avrupa Birliğinin de çözüm sürecine, hakkaniyeti gözeterek katkıda bulunmasını bekliyoruz.

Bildiğiniz üzere Amerika Birleşik Devletleriyle tarihsel derinliğe sahip ve ortaklık temeline dayanan çok boyutlu ilişkilerimiz sürmektedir. 2004 yılının ilk yarısı Irak krizi dolayısıyla ortaya çıkan bazı gerginliklerin aşıldığı ve ikili ilişkilerde dinamizmin yeniden yakalandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde iki ülke siyasî ve askerî temsilcileri arasında çeşitli temaslar gerçekleştirilmiş, problem yaşanan konular karşılıklı olarak masaya yatırılmış ve açıklığa kavuşturulmuştur.

Biz geçtiğimiz iki yılda attığımız adımlarla, Türkiye, uluslararası siyaseti tribünden izleyen değil, sahada yerini alarak, oyuna katılan bir kimliğe ve etkinliğe kavuşmuştur.

İzlediğimiz bu çok yönlü aktif diplomasinin bir gereği olarak, başta çevre ülkeler olmak üzere, dünyanın dört bir yanına ziyaretler yaptık.

Şahsım olarak 40 ülke; toplam 74 ziyaret gerçekleştirdim. Medya bunun hesabını çıkarmış, 320 000 kilometreyi buluyor.

Bu da, herhalde, ülkemize hizmet yolunda aldığımız mesafenin ne kadar önemli olduğunun da bir ispatıdır. Yani, bununla ilgili olarak, gerek dünyanın tüm siyasî liderleriyle ülkemizin tanıtımı noktasında, müşterek adımlar atabilme noktasında çok ciddî mesafelerin alınması noktasında önemli bir adımdı."


Yayın Tarihi : 3 Ocak 2005 Pazartesi 13:15:14


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?