20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Belçika'daki Vahşi Hayvanlar Nasıl Çiftleşiyor?


Bu ay içinde Avrupa Birliği Schengen sınırları 13 ülkeden 22 ülkeye genişlerken, yani artık “tek bir ülke” haline gelmenin önemli bir adımı olan, sınırlar ortadan kalkarken; üyelik için sıra bekleme odasında olan iki ülke vardı:

Türkiye ve Hırvatistan.

Avrupa halklarının, aşırı genişleyen AB oluşumuna karşı memnuniyetsizliğini ifade etmesi açısından önemli bir gösterge olan, “anayasa oylamaları” sebebiyle sıkıntıya düşen AB sürecinin önünü açarak güven kazanan Sarkozy ve Merkel ikilisinin de gayretleriyle, Türkiye’ye açıkça güle güle denirken; Hırvatistan üyelik yolunda hala ilerlemeye devam ediyor.

Bu arada, şunu da hemen belirtmekte fayda var:

Hırvatistan; askeri, ekonomi ve insan gücü açısından Türkiye’nin asla dengi değildir.

Aslına bakarsanız; İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz ve Hollanda haricindeki hiçbir AB üyesi ülke, Türkiye’nin ayarında değildir.

Bir çoğu dağılan SSCB üyesi olan diğer üye ülkeler, AB sınırlarının güvenliğini sağlamak, kendileriyle nispeten ortak bir kültüre sahip olan genç insan nüfusundan faydalanmak ve güçlü üretici ülkelere dahili pazarlar yaratmak gibi değişik amaçlarla üyeliğe dahil edilen bir takım küçük ve güçsüz ülkelerdir.

Hatta; parasını hoyratça harcamak dışında AB’ne en ufak bir katkısı olmayan Yunanistan’ın, “AB’nin temellerinin antik yunan kültürüne dayandığı” tezini desteklemek amacıyla üyeliğe alındığı, bilinen tarihi bir gerçektir.

Türkiye’nin ve Türkler’in, kendilerinden nice sonra üyeliğe müracaat eden ve hatta onu da bırakın; bundan daha birkaç yıl önce “devlet” vasfını kazanmış olan bazı ülkelerin kısa sürede üyeliğe kabul edilmelerine bakarak, yersiz komplekslere kapılmasına gerek yoktur.

Eğer objektif kriterlerle muamele edilirse; çoğunluğu, tarihleri boyunca “uydu olmadan” var olamayan bu ülkelere nazaran, Türkiye, üyelik hakkına çoktan sahip olması gereken büyük, güçlü ve kendine yeten bir ülkedir.

Malta ve Güney Kıbrıs adaları bile kısa sürede üyeliğe kabul edilirken; adeta yılan hikâyesine dönen Türkiye’nin AB’ne üyelik sürecine ayak diretilmesinde, AB tarafındaki daha başka şartların mı etkili olduğunu, bir kez daha derinden düşünmek gerekebilir?

* * *

İsterseniz önce AB’ne şöyle kısaca bir göz atalım:

Avrupa Birliği, ezeli düşmanlar olan Fransa ve Almanya’nın, II. Dünya Savaşı sonrası geliştirdiği ve günümüze kadar süregelen ve sürekli genişleyen, aslında çok geniş kapsamlı bir “barış projesi”dir.

Şu haliyle; lokomotif görevi gören güçlü üye ülkelerin standartlarının uygulanması ve sınırsız ekonomik güçlerinin kullanılması sonucunda, diğer üye ülkelerin halklarına da “refah” ve “insanca yaşama şartları” sağlayan, bir “birlik” durumundadır.

Ortak para birimi olan Euro’ya geçilmesi esnasında bir gecede yaşanan %100 lük devalüasyonla, bir anda gelirlerinin yarısından olan Avrupalıların, böylesine bir sübvansiyon ve hesapsız genişleme çılgınlığına pek de sıcak bakmadıkları, artık bir sır olmaktan çıkmıştır.

Büyük bir devlet kurmak için gerekli olan parayı temin etmek için uluslar arası menfaatlerini de gözetmek zorunda olan AB, kuvvetli bir orduya sahip olmadığından; rakibi ABD’nin aksine, dünya üzerinde etkili bir yaptırım gücüne de sahip değildir.

Kurulması yönünde çalışmalar yapılan bir NATO Ordusu’nun, NATO’nun her zaman ABD güdümünde hareket ediyor olması sebebiyle, AB çıkarlarına ne kadar hizmet edeceği de, apayrı bir muammadır?

Diğer yandan; Vladimir Putin yönetiminde hızla iyileşen ve eski güçlü günlerine geri döneceği artık sürpriz olmayan Rusya’nın, şimdi birer AB üyesi olan eski ‘Doğu Bloku’ üyesi devletleri rahat bırakıp bırakmayacağının veya sınırlarını tehdit edebilecek güçlü bir Rusya’ya karşı nasıl bir savunma sistemi oluşturulacağının, AB tarafından, daha şimdiden çok iyi hesaplanması gerekmektedir.

Avrasya’da, Rusya’dan sonra en güçlü orduya sahip olan Türkiye’yi oyun dışında bırakmak, şimdilik, AB’nin iyi hesap edemediği bir hamle olarak göze çarpmaktadır?

AB’nin böylesi bir durumda bile, Türkiye’ye karşı, tarihi sebeplerden dolayı niye tereddütlü davrandığı hususuna, “Türklere Yeni Bir Yurt” başlıklı yazımda detaylı olarak yer vermiştim.

* * *

AB, bugüne kadar kendi askeri birliğini sağlayamadığı gibi, uluslar arası ekonomik rekabette bile, kendi içindeki işbirliğini sağlayamamıştır.

Her bir üye ülkenin, dünyanın herhangi bir yerindeki ekonomik çıkarlarını, yine kendisinin muhafaza etmesi esasına dayalı bir anlayış, Birliğin aksayan yönünü göstermektedir.

Bizzat yaşadığım bir olaydan hareketle; Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesini “kapan” İngiliz BP şirketine karşılık, Almanya’nın da bu coğrafyada neler yapabileceğini araştırmak üzere, eski Almanya Savunma Bakanı Volker Rühe’nin, BTC boru hattının geçtiği Türkiye güzergâhında köy köy dolaşarak, (artık ne yapacaksa?) “etnik azınlık” araması, AB’nin aslında kendi içinde bile ne kadar bölünmüş olduğunun, çarpıcı bir örneğidir.

Bu durumda, kendi içinde bile hala kıskançlıklar ve rekabetler yaşayan AB’nin, hiçbir askeri güce dayanmaksızın, sadece “para, diplomasi ve istihbarat faaliyetlerine” dayanan ve bir bütünlük arz etmeyen uluslararası gücünü daha ne kadar sürdürebileceği ve memnuniyetsiz merkezî Avrupa halkına rağmen, AB’nin toplam ömrünün ne kadar olacağı hususları; yine kendilerinin bize karşı sıkça kullanmış olduğu bir tabirle, “ucu açık” bir tartışma konusudur.

* * *

AB karar mekanizmaları içinde görev yapan ve aynı zamanda, Türkiye’ye karşı türlü hesapları olanların tetikçiliğini de yapan bir takım kimseler de, “fırsat bu fırsattır” deyip, Türkiye’nin AB üyeliği sürecini kullanarak; Türkiye’nin istikrar ve bütünlüğüne karşı olan bir takım planlarını, ardı ardına devreye sokmaktadırlar.

Kamuoyunda artık deşifre olan bu isimler ile yerel ajanları, kendilerine, bir bataklıktan ibaret olsa da, bir yaşama alanı yaratma gayretlerine hala bir son vermemişlerdir.

AB tarafındaki soğuk havaya rağmen, “aman biz yine de reformları yapalım, böylece belki yine gözlerine gireriz” şeklinde demeçler pompalayanların, bu “eksik kalmış” reformları kimler ve ne amaçlar için istediklerini, kamuoyu artık sanırım açıkça görmüştür?

Türkiye coğrafyasını bir oyun alanı ve bu coğrafyada yaşayan çeşitli unsurları da satrancın piyonları olarak gören bu vicdansız zihniyetin sahipleri; çok acıdır ki; akan kandan şahsi menfaat ve rant sağlamak peşindedirler.

Her zaman söylediğimiz gibi; Türkiye’nin uzun vadeli, akılcı, demokratik, her bir vatandaşının haklarına saygılı ve öngörülü milli politikalar üretememesi, bu gibi kimselerin ekmeğine her zaman yağ sürmektedir.

* * *

Tarih ve coğrafya hakkında az bir fikir sahibi olan herkes gibi, benim de; olabileceğine asla inanamadığım Türkiye’nin AB üyeliği süreci, artık “temcit pilavı” tadına gelmiştir..

AB, fonlarını, üye olacak ülkelere fütursuzca dağıtırken ve imrenilen bir tatlı hayat sürerken erişemediğimiz üyelik hayalimizin, bundan sonra gerçekleşmesi halinde; Türkiye’ye ve Türk insanına, artık hiç hesapta olmayan mali külfetler getireceği muhakkaktır.

Çokluğundan dolayı, ekonomik dönüşümü olmayan binlerce börtü-böcek projesine çarçur edilmeye başlanan paraların acısının, bir süre sonra ortaya çıkacağını; Avrupa’da yaşayan akıl ve sorumluluk sahibi herkes görmektedir.

Mesela; tek yapılış amacı, vahşi hayvanların üzerinden rahatça karşıya geçip, güvenli bir şekilde çiftleşmesi olan; hayatınızda görüp görebileceğiniz en dümdüz araziye sahip olan Belçika Limbourg bölgesindeki Maastricht otobanına; bizim de, kendi çoluk çocuğumuzun rızkından kesilmek suretiyle katkıda bulunduğumuz AB fonundan 6 milyon Euro harcanarak yapılan 100 metre uzunluğundaki duble tünelin; etrafta gezinen mutlu ve gevşemiş hayvanlar dışında, insanların hayatına ne gibi faydalar getireceği tartışması, halen bitmemiştir!

Umarım bir gün, Türkiye’den birisi çıkar da, “bizim çoluk çocuğumuz sağlık hizmetlerinden doğru dürüst faydalanamazken, AB’nin hayvanlarının çiftleşmesini finanse etmek bize mi düştü” diye sormayı akıl eder?

“Fırat kenarında kaybolan koyundan bile mesul olduğunu” her fırsatta söyleyen idarecilerimiz hep vardı.

Ama işi, ta Belçika’daki vahşi hayvanların aşk hayatına kadar götürmenin bir gereği var mı, bilmiyorum?

* * *

Burada; ne AB’nin, ne de Türkiye’nin algılama kriterlerinin, dünya görüşünün ve günlük yaşam pratiklerinin “yanlış” olduğunu iddia ediyorum.

Böyle bir iddia, kendini bilen herkes için, haddini aşmaktır.

Aksine, AB’nin çok zor bir olay başararak; vatandaşları için, temel insan hak ve hürriyetlerine dayalı, bir refah cenneti yarattığını düşünüyorum.

Ama, bununla birlikte; Türkiye’nin tarihi, kültürel ve sosyal yapısı gereği, Avrupa Birliği ile farklılık arz eden bir takım değerlere sahip olduğunu söylüyorum.

* * *

Yazıya AB yol arkadaşımız Hırvatistan’la başlamıştık; o halde; yine Hırvatistan’dan, yukarıda söylediklerimizi de destekleyen güzel bir örnekle bitirelim:

Hırvatistan İçişleri Bakanı Ivica Kirin; BM Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanırken 2004 yılında salıverilen ancak, daha sonra aynı mahkeme tarafından çıkarılan yakalama müzekkeresi ile aranmakta olan yakın dostu General Mladen Markac’ı yakalayıp iade etmediği; üstüne üstlük, bir de birlikte ava bile gittikleri ortaya çıkınca; geçen hafta bakanlık görevinden istifa etti.

Görevinle ilgili hassas bir işi beceremedin mi veya konumunu suistimal ederken yakalandın mı, onurluca istifa etmek dirayetliliğini göstermek, AB’nin aradığı yazılı olmayan kriterlerinden sadece biri.

Senin koltuğuna yapışıp kalan siyasetçine, bürokratına, bu bile bir zûl geliyorsa; halkta da böyle bir beklenti oluşmuyorsa; AB daha başka hangi kriterlere bakıp da, seni alacak?

Hadi aldı diyelim?

Nimetini paylaşamadığın bir sofraya, artık, külfetini paylaşmak için oturmanın alemi ne?



feramuzerdin@kenthaber.com

Yayın Tarihi : 2 Ocak 2008 Çarşamba 10:52:20


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Aslan Arslanoglu IP: 72.153.149.xxx Tarih : 4.01.2008 18:44:46

Cok guzel bir yazi tebrik ediyorum. Kalemine saglik Feramuz Bey...