Ülkeleri yöneten üç tip lider vardır:
Birinci sınıfa girenler cesurdurlar. Fırsatları iyi değerlendirip, milletlerinin makus talihini yenmeye veya uluslar arası pastadaki payını büyütmeye çalışırlar. Dünyayla çatışmak pahasına bile olsa kendi milli menfaatlerini her şeyin üstünde tutarlar. Aynı pastada gözü olan dünyanın diğer ülkeleriyle çatışmaktan veya dünyayı tümüyle karşılarına almaktan korkmazlar. Arkalarında müthiş bir halk desteği ve kendilerine inanmış bürokratlar vardır. Günümüz liderleri arasında, Vladimir Putin, bu sınıfa güzel bir örnektir.
İkinci sınıflandırmaya tabi olan liderlerin, lider ruhlu olup olmamaları bir şeyi değiştirmez. Seçilmiş olmaları yeterlidir. Güçlü ülkelerinin planlı ve oturmuş devlet yapısını idare ederler. Aslında sadece “temsil” etmeleri kafidir. Devlet sistemi öyle planlıdır ki, liderin müdahale şansı da pek yoktur. Yönetimi, sınırlı olarak, kendi siyasi görüşleri çerçevesinde şekillendirebilirler. Ama temel değerler ve amaçlar hep aynı kalır ve hedefe daha önceden planlanmış olan şekilde yürünür. Planların her zaman mükemmel sonuçlar getirmesi beklenmese de, liderin kendi kafasına göre plan değiştirme şansı yoktur. ABD’nin tüm başkanları bu sınıfa girerler.
Üçüncü sınıflandırmaya tabi olan liderler ise, seçildikleri günden itibaren etliye sütlüye karışmazlar. Bağlılık duydukları egemen devletlerce önlerine konan kanunları çıkarıp, planları uygulamaya koyarlar. Böylece milli olmasa bile, göreceli olarak, şahsi istikballerini garanti altına almış olurlar. Daha çok mandacı zihniyete sahiptirler. Küreselleşmeye yaptıkları hizmete karşılık, dışarıdan aldıkları destekle, ülke kaynaklarını kendilerine ve yandaşlarına aktarırlar. Kahraman olmak adına kendi başlarına aldıkları maceraperest inisiyatiflerle ülkelerini felakete sürükleyebilirler.Gürcistan Cumhurbaşkanı Mikail Saakaşvili de, bazı özellikleriyle, bu sınıfa örnek olarak gösterilebilir.
* * *
Bugün dünyada egemen ve güçlü olarak bilinen devletlerin geçmişlerine kısaca göz atmakta fayda var:
Amerika Birleşik Devletleri’nin tam anlamıyla bir devlet olması 1865’te sona eren “İç Savaş”la olmuştur. Yani ABD, sadece 144 yıllık bir devlettir.
Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan ve 26 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’dan sonra bir daha topraklarında savaş yüzü görmezken; şimdi yine dünya gücü olarak karşımıza çıkan Almanya, Fransa, Japonya ve Rusya 1945’te sona eren II. Dünya Savaşına girmişlerdi. Savaş bittiğinde bu ülkelerde adeta taş üstünde taş kalmamıştı. Ekonomileri dibe vurmuş; fabrikalarıyla, insan, beyin ve iş güçleri savaşlarda telef olmuştu.
Bugün, Filistinli sivil halka karşı, sindirmek amaçlı, bilinçli olarak yürüttüğü acımasız katliamlarla ve insan hakları ihlalleriyle dünyayı meşgul eden İsrail’in kuruluşu ise bundan sadece 42 yıl önce, yani 1967 yılında olmuştur.
Bu milletlerin yoktan bir devlet kurarak dünyada söz sahibi olmaları veya yıkılan bir devleti kısa sürede yine dünya gücü haline getirmelerinin arkasındaki sır nedir?
Türk milleti ve seçtikleri “liderleri” bunu derinlemesine düşünmelidir!
* * *
Türkiye’nin, yukarıda saydığımız 1. sınıf liderler arasında sayılan Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilen bağımsızlık mücadelesindeki düşmanları, bugün, düşmanlıklarını muhafaza etmekle birlikte, başka sıfatlar altında yine etrafında gezinmektedirler.
Yeni bir Türk devletinin kurulmuş olduğu 1923 yılından Atatürk’ün öldüğü 1938 yılına kadar hızla sürdürülen bir “devletleşme” hareketinden sonra, “milli bir iç ve dış politika” oluşturma konusunda rehavete düşülmüştür.
Bugün gelinen noktada, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının menfaatinin, egemen devletlerin menfaatleriyle örtüştüğü gibi bir algılama ortaya çıkmaktadır ki, bu eşyanın tabiatına aykırıdır.
Kaynakları sınırlı olan bir dünyada, her millet ancak elinde tuttuğuyla veya başkasının elinden kaptığıyla ayakta kalabilme şansına sahiptir.
İyi-kötü işleyen devletinize egemen devletlerce müdahale edildiğinde başınıza gelenleri görmek için Irak’ın veya Filistin’in gösterilen yüzüne değil ama iç yüzüne bakmanız kafidir.
* * *
Ermeni diasporasının 1960 lardan beri bir Ermeni soykırımı tezi geliştirdiğini, bu tezi gündeme getirmek için terör de dahil olmak üzere her yolu denediğini, planlı olarak gittiklerini ve artık sonuç almak üzere olduklarını; Türkiye’nin bu konudaki istihbarat raporlarını bile dikkate almadığını ve ciddi bir karşı hazırlık yapmadığını daha önceden yazmıştık.
Sanıyoruz ki, Türkiye’nin bu konuda rahat hareket etmesinin sebebi, Ermeni soykırımı iddiaları ile mücadele konusunu tamamen İsrail’e bırakmasındandı!
İsrail bu işe zaten “gönüllü” olarak katılıyordu.
Çünkü İsrail, Birleşmiş Milletler tarafından soykırıma uğradığı resmen kabul edilen dünyadaki tek millet olan Musevilerin kurduğu bir ülkeydi.
Yahudiler, soykırıma uğramış bir millet olarak tanınmanın, ironik olarak, dünya üzerinde kendilerine sağlamış olduğu avantajların farkındaydılar ve bu avantajı, soykırıma uğradığı tescillenen bir başka milletle paylaşmaya hiç niyetleri yoktu.
Öte yandan, İran’ın ezeli ve ebedi düşmanlığına muhatap olan ve etrafı Araplarla çevrilmiş olan Filistin’deki “vaad edilmiş topraklarda” yeni bir devlet kurarak bu devleti yaşatmaya çalışan İsrail’in bu bölgede, Türkler’den (ve şimdi artık bağımsız devlet kurmaya doğru giden Kürtler’den) başka destek bulacağı ve stratejik ortaklık yaparak gerekirse “güveneceği” başka bir millet yoktur.
O yüzden de Ermeni diasporasının soykırım tezleri, bugüne kadar, başta ABD olmak üzere, dünyanın güçlü ülkelerinde, Yahudi lobilerinin duvarlarına toslamıştı.
Güçlü Ermeni lobisinin bastırdığı ABD Kongresi’nde, Türkiye, soykırım konusunda ne zaman sıkıştıysa, diğer yandan güçlü Yahudi lobileri devreye girmiş ve soykırım tasarıları rafa kaldırılmıştı.
* * *
Filistin’de İsrail’e karşı savaşan çeşitli örgütler var:
Bunlardan en güçlüleri, Arap destekli El Fetih, liderleri Yaser Arafat’ı kaybettikten sonra etkinliği azalan Filistin Kurtuluş Örgütü ve İran destekli Hamas.
Hatırlanacak olursa AKP Hükümeti, bundan birkaç yıl önce Hamas liderlerini Ankara’ya davet edip doğrudan irtibata geçerek, İsrail’le olan ilişkileri germişti.
İsrail’in, Hamas’ın aralarındaki ateşkes süresi biter bitmez roketlerle topraklarına saldırdığını bahane ederek Gazze’ye saldırması üzerine, Başbakanımız Erdoğan, dindaşlarımıza yapılan bu haksızlığa isyan ederek, diplomatik üslubun da dışına çıkarak, bizlere yaptığı gibi, İsrail’i de bir güzel azarlayıverdi.
Aslında belki de bir yönden de haklıydı.
İsrail, terörü bahane ederek Hamas’a karşı düzenlediği saldırılarda, sivil halkın da ölmüş olmasına aldırmıyordu!
Ama bu mazeret, PKK terörüyle yıllardır mücadele eden bir ülkenin başbakanının, Hamas’a karşı yapıldığı ilan edilen bu saldırıları “kendimize karşı saygısızlık addederiz” şeklindeki açıklamasının talihsizliğini de ortadan kaldırmıyordu.
Sayın Başbakan; Suudi Arabistan, Lübnan, Ürdün gibi diğer Arap ülkeleri bile İsrail’i değil de Hamas’ı “barış sürecine zarar vermemesi konusunda” ikaz ederlerken, din kardeşliği ekseninde hesapsız hareket ederek, İsrail’i doğrudan karşısına almak suretiyle iki önemli sürece zarar verdiğini fark etmiyordu:
1- Türkiye’nin PKK ile haklı mücadelesindeki uluslar arası destek.
2- Ermeni diasporasının Obama’dan aldığı sözle Amerikan Kongresi’ne getireceği soykırım tasarısı.
Yıllardır süregelen basiretsizlikler ve ihmaller sonrasında maalesef işbirliğine muhtaç olduğumuz İsrail’in kendisini Hamas’la bir gören Türkiye’ye PKK konusunda destek vermesi artık onların insafına kalmıştır.
ABD Kongresi’nde Ermeni lobisine karşı arkamızda duracak bir Yahudi lobisini tekrar ikna etmek için kim bilir ne gibi tavizler verilmek zorunda kalınacaktır?
Son söz: Keskin sirke küpüne zarar.
ben bir kac ornek de ben vereyim: Ispanya'nin tanimadigi Kosova'nin, dunyada 5.ci ulke olarak TC tarafindan taninmasinmasi da bu hukument zamaninda olmustur. ilginctir: ilk taniyan da Afganistan ve ikinci taniyan da Kosta Rika'dir!!! Azerbaycan, Kibris Rum Yönetimi, Romanya, Vietnam, Moldova, Slovakya ve Rusya tanimamistir. Diger bir konu: Kibris Rum Yönetimi'nin Avrupa Birligine girmesi icin onunde engel olarak duran uluslararasi hukuksal anlasmalarinin feshi de hukument zamaninda olmustur. bu, 1974 baris cikartmasindan sonra uluslararasi hukuk bazinda statuko (status quo)'nun refenrandum yolunun acilarak degistirilmesi ile saglanmistir. Bir baska mesele: Irak'a asker gondermeyerek Saddam sonrasi senaryolara "trene bakar" gibi bakmamizi saglayan da bu hukumettir. ote yandan, Afganistan'daki hali hazirda savasan askerlerimizin sayisini arttirmayi konusuyorlar simdi. hem de Afganistan'in Türkiye'den asker talebimiz olmadı demesine ragmen (kaynak cnnTürk). fakat unutmayalim her seyin nedeni ve mazereti de boldur. mesela: Pervez Muserref de ABD'nin yaninda yer almazsa ulkesinin bombalanarak "Tas Devri" ne dondurulecegi tehdidini almis (kaynak BBC). veya gercekten oyle olmustu. ve artik her ne sebeble oldu ise onlarin yaninda yer aldi. buyuk calkanti ve dalgalanmalar sonrasi yerine gecen Asif Ali Zerdari gecenlerde Hamit Karzai ile Turkiye'ye geldi. Sayin sadr-i memleketimiz Gul, bu liderleri, kendi ulkemizde teror son buldugu icin bu memleketler arasinda terorden kaynaklanan sorunlari cozmek icin bulusturdu. Sayin Vezir-i azamimiz Erdogan'da simdi orta dogu da Gazze icin diplomasi ataginda. Ingilizce bile bilmiyor. Hasimi Urdun Krali Huseyin'de cok diplomatik faaliyetlerde bulunmustur. hatta bu hususta nam salmistir. Ulkesi ABD' ile Free Trade Agreement (Acik Pazar Anlasmasi) 2001'e girmistir. 2010 yilinda tamamen gumruk vergileri kalkacaktir. belki yeni bir Guney Kore olamasina izin verilmese de bir cikar saglayacaktir. ancak komsulari da saglayacaktir. bu arada, bu hukumet derken, su sorulari da sorarim: sanki Baykal bunlardan farkli midir? veya olacaktir? veya olabilecektir? Ecevit, Demirel, Erbakan, Ciller, Yilmaz, Bahceli hic fark getirebilmisler midir? fark derken Ataturk gibi veya Lee Kwan Yee (Singapur) gibi belki 4.cu lider tipi diyebilecegimiz liderlerin yaptigi fevkelade devasal farklardan bahsetmiyorum. olanin korunmasi, savunulmasi, hic olmazsa asgari olarak gelistirilmesinden bahsediyorum.