4
Mayıs
2024
Cumartesi
HAKKARİ

Hakkâri’de bir başka mevsim

Savaşın o coğrafyaya sabitlediği şiddet atmosferi hissediliyor elbette ama aşkı, sevgiyi, dostluğu ve gelecek umudunu barindıran bir hayatı da anlatıyor Erhan Pınarbaşı; Batıdan görünenden farklı bir Hakkâri’yi

Bugüne dek yazdıkları Erhan Pınarbaşı’nın polisiye türe ilgisine dair hiçbir ipucu vermese bile, Ceset Fotoğrafçısı’nı gazete ilanlarında gördüğümde, romanın polisiye türde olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Evet; katiller, cesetler, faili meçhuller, kaçakçılar, suç ve ceza, ‘at izinin it izine karıştığı’ bir şehir, kısacası polisiyenin alanına girecek ne varsa eksik değildi bu hikâyede. Ama muamması, gizemi, oyunu yoktu; Türkiye Cumhuriyeti’nin kriminalleşen otuz yılını, kriminal bir savaşı, o savaşın tarihinden kısa bir dönemi anlatıyordu Pınarbaşı.

“Anneme... Oğlumun annesine... Evlatlarını yitirmiş annelere...” adanmış bir romanın hikâyesini -hele ki son otuz yıla tanık etmişseniz eğer- merak etmeyebilir, savaş bütün acılarıyla hâlâ sürüp giderken, 80’li 90’lı yılların acılarını tazelemek istemeyebilirsiniz. Oysa Ceset Fotoğrafçısı adı kadar ürkütücü değil. Savaşın o coğrafyaya sabitlediği şiddet atmosferi hissediliyor elbette ama aşkı, sevgiyi, dostluğu ve gelecek umudunu barindıran bir hayatı da anlatıyor Pınarbaşı; Batıdan görünenden farklı bir Hakkâri’yi...

Kahraman bu kez astsubay
Romanın ana karakteri Cemil, Hakkâri’de görevli bir astsubay. Foto-Film uzmanı. Yani ordunun propoganda ve psikolojik savaş biriminden. Öldürülen ya da yakalanan PKK’lilerin ülke televizyonunda yayınlanacak görüntülerini çekmekle vazifeli. Bu nedenle her çatışma sonrasında yüksek rütbeli subaylarla birlikte Hakkâri dağlarına, dağlar arasında kaybolmuş köylere, mezralara gidiyor, sıcak çatışmaların soğuk sonrasına tanıklık ediyor.

Tanıklık ettiği vakalar aksisini söylese bile kuşkulanmak istemez Cemil; “benim olduğum yerde vatan hainliğine de insanlık suçuna da yer yoktur. Devlet yasalara uyar, askerler yasalara uyar. Yasalara uymayan vatan hainidir”. Ne savaşın ne ölümlerin sorumlusu olarak görmez kendisini. Komşusu Tülin öğretmen tarafından sıkıştırıldığında “bana ne” diyecektir Cemil; “ben yalnızca fotoğraf çekiyorum. Ben mi yapıyorum sanki, neden bana yükleniyor ki...”

Helikopterlerle gittiği dağlardan döndüğünde sivil kıyafete bürünüp halkla temas eden, lojmanlar yerine kiraladığı bir evde yaşayan, bir amatör takımda futbol oynayan, yerel gazetede şiirleri yayımlanan Cemil, yine de yalnız. Yalnızlığını Gizem öğretmenle kurduğu ilişkiyle yırtacaktır. Ne yazık ki Hakkâri’deki kaotik hayat bu aşkın önünü kesecek, ev arkadaşı Tülin öğretmenin gerillaya katılmasıyla zor durumda kalan Gizem, tayinini isteyecektir. Bir kez daha yalnızlaşan Cemil hem hasretlik duygusunu hem şiddetini artıran çatışmaların öldürücü soluğunu hissetmektedir. Sevgilisini görmek için birkaç günlüğüne gittiği İzmir’de bambaşka bir Türkiye çıkar karşısına. Kararını verir; zorunlu hizmet süresini tamamlamak için son kez dönecektir Hakkâri’ye...

Türk romanında roman kahramanı olarak subaylara sıklıkla yer verilmiştir. Cemil’se ne orduda ne edebiyatta ilgi gören bir sınıftan; bir astsubay. Ama tipik değil. Evine çekildiğinde kitap okuyan, kendisi de yazmaya çalışan, halka ve mahiyetindeki erlere karşı yumuşak, duyugulu bir insan. Erhan Pınarbaşı, Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın değişmez kaderini Cemil’in okuduğu kitaplar üzerinden vurgulamış. Başucundan eksik etmediği kitaplardan birisi; Muzaffer İlhan Erdost’un 1963 yılında veteriner hekim asteğmen olarak Şemdinli’de görev yaparken yazdığı Şemdinli Röportajı diğeri de Selahâttin Şimşek’in ilköğretim müfettişi olarak 1959 yılında Hakkâri’de görevliyken yaşadıkları ve gözlemlediklerinden yola çıkarak yazdığı Hakkâri Dedikleri... Cemil, otuz yıl öncesiyle bugün arasında bağlar kurmaya, iki Hakkâri’yi karşılaştırmaya, ‘değişen ne vardı?’ sorusunu yanıtlamaya çalışacaktır. Toprak damlı evleri, yolsuz köyleri, doktorsuz, dermansız hastalarıyla Hakkâri aynı Hakkâri’dir.

Tam bu noktada Cemil’in unuttuğu bir başka kitabı ekleyeceğim. Ferit Edgü’nün 1970 tarihli Hakkâri’de Bir Mevsimi‘ni. Romanın yazılma hikâyesini özetlerken şunları söylemişti Edgü; “Tabii yoksulluk var, umutsuzluk var, ölüm var. (...) Hakkâri’de karşılaştığım, beni kahreden, oradaki yaşama koşullarıydı evet, ama özellikle, o insanların çaresizliğiydi. Daha sonraki yıllarda gelişen trajik boyutlu olayların temelinde bu çaresizliği görüyorum (...) Hakkâri’nin daha yalın, kuru bir metni olmasını yeğlerdim. Ama Hakkâri dağlarının doğası ve insanlarının çaresizliği izin vermedi buna.”

Aradan yirmi-otuz yıl geçtikten, Erdost’un, Şimşek’in, Edgü’nün Hakkâri’sinden Pınarbaşı’nın Hakkâri’sine geldiğimizde, değişen tek şeyin çaresizliğin yerine geçen isyan olduğunu, isyanın kaçınılmaz olduğunu anlıyoruz. Cesetlerin fotoğrafçısı Cemil de başlayacaktır anlamaya. Objektifin içinden kımıltısızca uzayan insanların gözlerinden izleyecektir olup bitenleri. Ve yeni sorular takılacaktır aklına;
“İnsanlar annesini özlediği için kamptan kaçan Cebrail’i tanımışlar mıydı? Ya da pişirdiği bulgur pilavını, mağarada saklanan PKK’lılara götüren, altmış beş yaşındaki kadının, neler anlattığını bilmek isterler miydi? PKK’lıdan kartpostal ya da fotoğraf alan çocuğun elindeki parlak kağıt için yaşadığı sevincin büyüklüğünü bilmek isteyen var mıydı acaba? Kapısını çalan silâhlı adamlara çökelik veren Veli Amca’nın PKK’nın açılımını bilip bilmediğini, merak eden var mıydı? Taksilerin üzerinde memleketlerine uğurlanan şehitlerin, törenden kaç dakika sonra unutulduğunu biliyorlar mıydı? Çatışmada öldürülen PKK’lının cesedinin fotoğrafı çekildikten sonra bir daha kimsenin bulamayacağı bir yere gelişi güzel gömüldüğünü biliyorlar mıydı? Ya da Ölen PKK’lının inancına, sünnetine bakıldığına, ama hiçbir inanca sığmayacak biçimde gömüldüğünü biliyorlar mıydı?”

Ferit Edgü, “Hakkâri’nin daha yalın, kuru bir metni olmasını yeğlerdim” demişti. Edgü’yü dağların doğası ve insanların çaresizliği engellemişti. Erhan Pınarbaşı, Hakkâri’nin bir başka mevsimini, insanın doğayla değil insanın insanla mücadelesini anlatırken Edgü’nün ‘yeğlerdim’ dediği üslubu yakalamış. Ceset Fotoğrafçısı kuru değil ama yalın bir metin. Belki de kendi tanıklığına dayalı olayları öne çıkarmak için, dili zorlamıyor Pınarbaşı. Hikâye üçüncü tekil şahıs ağzından aktarılırken, Hakkâri’deki hayat akıcı ve doğal diyaloglarla verilmiş. Roman kahramanının fotoğrafçı olmasının simgesel bir önemi var. Bir yandan belgesel bir hava katıyor hikâyeye, öte yandan görmekle bakmak, fotoğraf makinesi ile insan gözü arasındaki tuhaf ilişkiye dikkat çekiyor. Sadece Cemil’in gördükleri ile medyaya yansıyan montajlanmış donuk kareler arasındaki mesafeyi ortaya koymak için farklılaşıyor dil;
“Ceset... On sekiz, on dokuz yaşlarında erkek... Kafasının sağ tarafı kan içinde... Gözleri açık, ağzı da... Beklemediği bir şey olmuş gibi şaşkın... Son sözcüğün gölgesi dudaklarında kalmış... Parmakları hafifçe bükülmüş, ellerinde umutsuzluk... Kahverengi giysisinde koyu kan lekeleri, ıslak... İlk kurşun kafasına isabet etmiş olmalı, bütün kan oradan fışkırmış toprağa... Sol kolunun üzerinde bir RPG-7 roketatarı... Ayakucunda kapkara bir çaydanlık... Çaydanlığın yanında bolca (tandır çöreği) ekmek... Sanki çörekler sıcacıkmış, ama bir parça koparıp ağzına atamamış.”
Vietnam savaşı, bir taraftan Amerikan değerlerini göklere çıkaran destekçileriyle diğer taraftan ABD’nin politikasını eleştiren savaş karşıtlarıyla, romana ve sinemaya büyük bir esin kaynağı olmuştu. Hem de savaşın en şiddetli dönemlerinde... Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde otuz yıldır süren, hemen her gün kalkan cenazelerle ülkenin her bir köşesinde hissedilen savaş halinin sanat ve edebiyatta karşılığını yeterince bulmaması düşündürücü. Bu durum sanat ve edebiyatın toplumsal gerçekleri dile getirme görevini terk edip, önemli işlevlerinden birisini medyaya bıraktığı anlamına mı geliyor? Belki, biraz. Ama içinde bulunduğumuz durumu asıl açıklayan toplumsal umarsızlık olmalı; ceset fotoğrafçısı Cemil’in farkına vardığı da budur; “Hakkâri’de ölüm; yaşamın kendisi, İzmir’de ölüm; yalnızca akşam haberlerindeki birkaç dakika... Hepsi bu kadar... Haberlerin ardından unutulur her şey, şehitler, karakol baskınları, katliamlar...”

CESET FOTOĞRAFÇISI
Erhan Pınarbaşı, Epos Yayınevi, 2008, 369 sayfa, 20 YTL.

Radikal/ A. ÖMER TÜRKEŞ
Yayın Tarihi : 20 Haziran 2008 Cuma 13:00:24


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Civan Ok IP: 85.97.193.xxx Tarih : 23.06.2008 21:25:56

GÜZEL VE GÜZEL OLDUĞU KADARDA İLGİNÇ BİR ÇALIŞMA OKUNMASI VE ÜZERİNDE DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN BİR KONU... DİLE KOLAY 30 YIL İNSAN OLAN İNSANCA YAŞAMALI VE İNSAN DEĞERLERİNE DEĞER KATMALI İNSAN ÖLMEMEMLİ YAŞAMALI VE YAŞATILMALIDIR... İNANIN YABANCI KİMSE YOK BU ÜLKEDE KARDEŞLERDEN BAŞKA!!!!