18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR

“Ateş düştüğü yeri yakar!” Türkçe’deki deyimler içinde en yerinde olanı, en yerine oturanı budur herhalde... Ateş düştüğü yeri yakar...
 
15 Kasım 2003 Cumartesi günü Şişli Beth Israel Sinagoguna yapılan saldırıda 8 yaşındaki kızı ve 85 yaşındaki annesini aynı anda kaybeden Tily’nin yanında dizlerimin üstüne çöküp elini avuçlarıma alıp yanağıma bastırdığımda pek çok kişinin ‘Sen evlat acısı nedir, ne bilirsin ki?’ dercesine bana baktığını hatırlıyorum. Tily de sanki bunu düşündüğümü ya da hissettiğimi anlamış gibi bana devamlı ‘Beni en iyi sen anlarsın’ diyordu.
 
Evlat acısı nedir, nasıl bilmem? Ben hiç çocuk doğurmadım, bundan sonra da büyük ihtimalle hiç çocuğum olmayacak. Ama ne yazık ki, evlat acısı nedir, çok iyi bilirim. Çünkü 12 Ocak 2003’de içimde her geçen gün daha da büyüyen bir acı yaşadım. Kız kardeşimin oğlunu, bana yeğenden de evlattan da öte bir sevgiliyi kaybettim. Tabii ki, onu doğuran anasıydı. Ama anneannesi de ben de onun hayatında çok önemli yerlerdeydik. Bazı köşe başlarıydık onun. Tam 25 yıl boyunca benim de bir oğlum vardı. Bana, yani teyzesine çoğu zaman şaşırıp ‘anne’ diyen bir oğlum vardı. Herkes, ‘kendi çocuğun olsa böyle olmaz’ derdi. Eminim olmazdı, olamazdı. Ama o özel varlık, tam yirmi beşinci doğum gününde ‘küt’ diye kalpten gidiverdi. Günlerce gazete manşetlerinden inmedi, gerek Türkiye’de, gerekse okuduğu ve yaşadığı ABD’de onu tanıyan tanımayan herkesi ağlattı, üzdü. Herkese evrim yaşattı.
 
Nasıl bilmem evlat acısını? Nasıl anlamam ben Tily’yi? Evet, ateş düştüğü yeri yakar, ama ölüm yalnızca anaları üzmez dostlar, babaları da, diğer akrabaları da, hatta o kişilerin çevresini de yaralar, perişan eder.
 
Bir kız çocuğu doğuyor, Musevi bir anne ve Müslüman bir babanın kızı. Annette. O küçük, şirin, cıvıl cıvıl kızı tanıyordum ben. O bakışlarını unutamıyorum. Onu en son gördüğümde zeka fışkıran bakışlarıyla içimi delip geçmiş, sanki başka bir şeyler, kimsenin görmediği, fark etmediği şeyler görmüş ve gözlerimin içinden uzaklara bakıp kalmıştı. Aklımda hep bu sahne kalacak galiba ömür boyu. Etkilenmişim.
 
Anne ve baba ayrı olsalar da, anneannesi ve annesiyle yaşıyor olsa da, babasını hep görüyor, hepsini ayrı ayrı seviyordu. Sanki kimseye haksızlık yapmak istemiyordu minik yüreğiyle. Aslında düşününce 8 yıllık ömrüne sanki 80 yılı sığdırmış gibi yaşıyor, ikinci sınıfta olması gerekirken dördüncü sınıfa gidiyordu. Sevgileri dolu dolu, hayatı dolu dolu. Hiçbir şeyden geri kalmıyor, her şeyi yapıyordu. O minicik bedenine sığmayan koca bir can taşıyordu.
 
Ana karnı Musevi olunca haliyle Musevi sayılıyor çocuk. Her azınlığın derdini Tily de yaşıyor ne yazık ki. Çocuğunu Musevi okuluna gönderemiyor, çünkü babası Erkan Müslüman. Ne var bunda diyeceksiniz belki. Demeyin bence. Neden kültürler kaybolup gitsin, neden bir çocuk – hele kendisi de istiyorsa – Ermenice’yi, Rumca’yı, İbranice’yi öğrenmesin? Hayır efendim olmaz, baba İlla Musevi, ya da Rum Ortodoks, ya da Ermeni olacak ki çocuk bu azınlık okullarına gidebilsin. Kimse kusura bakmasın ama - bana çok saçma geliyor bu tavır.
 
Tily de bir öğretmen. St. Benoit’da Fransızca öğretmeni, aynı zamanda da profesyonel turist rehberi. Bütün yolları deniyor, ama Nuh diyor Peygamber demiyor resmi makamlar (laf aramızda- Tily’ye prensipte hak bile veriyorlar) ve sonuçta minik Annette Musevi okuluna gidemiyor, Türk okuluna gitmeye başlıyor.
 
Annesi bu durumda şöyle düşünüyor: “Bari Annette Sinagoga gitsin Cumartesi günleri. Orada insanlarla tanışır, biraz İbranice öğrenir, kültürünü ve değerlerini tanır hiç değilse.”
 
Tily bu haklı düşüncesinin bir gün ona nelere mal olacağını bilebilir miydi ki? Bilemezdi elbette.
 
Minik Annette her Cumartesi kendi isteği ile çoğu zaman anneannesi Anna ile beraber koşa koşa Sinagoga gidiyordu.
 
O korkunç gün geldi çattı. Kimse düşünmedi mi 15 Kasım 2003 Cumartesi gününün 1986’daki Neve Şalom Sinagoguna yapılan saldırının sene-i devriyesi olduğunu? O gün çocukların 13. yaş kutlaması vardı. Çok renkli ve güzel bir ayin olacaktı. Tily’nin imtihan kağıtlarını okuması gerekiyordu. ‘Evde kalıp sakin sakin kağıtları okurum kimse yokken hazır’ diye düşünüyordu. Annette sabırsızlanıyordu Sinagoga gitmek için, anneannesi Anna da hazırlanmıştı. Tily kızını uğurlarken onu her zaman yaptığı gibi öptü, ama o gün çok uslu olduğu için bir kez daha öptü. Evden çıktılar.
 
Acı son her ikisini de Sinagogun tam kapısında yakaladı. Özel günler için annesinin diktirdiği, bordo elbisesi teyel iplikleri üzerinde, yatak odasının kapısının arkasında öylece asılı kaldı. Tily bir anda hem şehit kızı hem de şehit anası oluverdi. Bazıları hiç hatırlamamış, bazıları çok sonra hatırlamış olsa da, minik Annette’in çok sevdiği babası Erkan da şehit babası olmuştu. Tüm insanların içi parçalandı.
 
Herkes acılarını kendince yaşamaya başladı. Bu böyledir. Herkes yasını yaşar. İstediği gibi, bildiği gibi. Tüm Türkiye ağladı, yas tuttu. Sadece Annette ve Anna ölmedi tabii ki. Gerek Beth Israel, gerek Neve Şalom gerekse daha sonra 20 Kasım tarihinde önce Levent HSBC’de sonra da benim o an bulunduğum yere birkaç yüz metre uzaklıktaki İngiliz Başkonsolosluğu’nda patlamalarda pek çok hayat söndü, büyük dramlar yaşandı. Sadece onlar mı? Yaralananlar ne durumda? Onların travmalarını, bazı ağır yaralıların kayıplarını ne, nasıl tamir edecek?
 
Ben bir kadınım, ama her şeyden önce insanım. Terörü lanetlemekle iş bitmiyor, biliyorum. Bildiğim tek şey şu: Hiç bir ideoloji veya inanç (ki burada ne ideoloji ne inanç var) bir tek insanın dahi kılına zarar verme hakkını vermez hiç ama hiç kimseye.
 
Neden Annette ve Anna’nın hikayesini seçtim? Tily rehber arkadaşlarımdan olduğu için mi? Belki etkisi olmuştur. Hikaye çifte dram içeriyor. Bunun da etkisi olmuş olabilir.
 
Ama aslında Annette ve Anna’nın dramı bana Filistin’de birlikte vurulan baba ile oğulun dramını anımsattı.
Bu da bana şunu düşündürttü: Bu dörtlünün çok büyük ve özel bir misyonu vardı bence. Filistin’de vurulan baba – oğul ve Istanbul Şişli’deki Beth Israel Sinagogundaki patlamada hayatını kaybeden Annette ve anneannesi Anna belki de dünya barışının sembolü olmalıydılar.
 
Neden olmasın?
Yayın Tarihi : 30 Kasım 2003 Pazar 00:00:30
Güncelleme :30 Kasım 2003 Pazar 10:11:09


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?