19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Cunda Adası, Pateriça ve Paşam Cafe-2

Nerede kalmıştık? Evet, Assos’ta bir salaş balıkçıda mum ışığında yapılan evlenme teklifinde.
 
Saat tam 21.05. Sevgilim bana evlenme teklif ediyor. Kulağa oldukça romantik gelen gecenin bu anına gelene kadar bana pek çok şey anlatıyor kendisiyle ilgili. Hani vardır ya, “evlenmeden evvel hakkımda bilmen gerekenler”. Halbuki bilmiyor, ben ona Haziran ayına kadar zaman vermiştim, eğer o evlenme teklif etmeseydi ben edecektim. Ben de aşağı kalmamak için ona bir şeyler anlatıyorum. Ne kadar can kulağıyla dinlediğini bilmiyorum, cevabımı bekliyor. Saat 21.50, sevgilim “umarım ‘düşünüp yarın cevap vereyim’ falan demezsin” diyor. Ben de yavaş yavaş ve benim yazılarımdan alışık olduğunuz tarzda ters cümleler kura kura kabul ettiğimi söylüyorum sevgilime.
 
Assos’un üstüne inen romantik gece. Ay ışığında, hele hele dolunayda... Yazının ilk bölümünde dediğim gibi, Assos böyle bir teklif için en ideal yerlerden biri. Hararetle tavsiye ederim. Sevgilim gece otele dönerken diyor ki, “yarın burada kalmayalım, bunu Cunda’da kutlayalım, sen seversin Cundayı!” Nasıl da tanıyor beni! Cunda... Cunda, benim olmazsa olmazlarımın en başında gelen yerlerden.
 
Sabah erkenden kalkıyoruz. Otelden çıkıp gene Karayolları Turistik Dinlenme Parkı’nda Ümit’in Yeri’ne geliyoruz. Bir gün önceden konuşmuşuz. Kahvaltıyı Ümit hazırlayacak. Çok güzel bir gün. Belki de benim gözüme bir başka görünüyor. Midilli Adasının üzerine parlayan güneşi ve Ege’nin güzelliğini seyre dalıyorum. Aslında  güzel ama serin bir gün. Bayağı da rüzgârlı. Cunda uçuyordur belki de şimdi. Ama gidilecek. Ümit masayı donatıyor. Kahvaltımızı ediyoruz. Gene sahanda zeytinyağlı yumurta var tabii ki. Kekikli zeytin, baharatlı zeytinyağı, domates, tereyağı, bal, zeytinyağında peynir, köy ekmeği. Uzun uzun tadına varıyoruz kahvaltının ve yola çıkmadan gene Mehmet Kozak’ın işlettiği şu meşhur tuvaletleri ziyaret ediyoruz.
 
Yolda mola vermek için rehber arkadaşlarımıza ait bir işletmeyi seçiyoruz. Ümit ve Kumru’nun işlettiği Burhaniye Yavuz Petrol Tesislerindeki TROİ mola yerinde çaylarımızı içiyor ve dostlara mutlu haberi vermeye devam ediyoruz.
 
Ayvalık yolunda günün geri kalanını nasıl değerlendireceğimize karar veriyoruz. Ayvalık’a gelince ilk işimiz Şeytan Sofrası’na çıkmak oluyor. Yolda durup flamingoların fotoğraflarını çekiyoruz. Bu yörede işiniz kolay. Sora sora Bağdat bulunur tabii ki, ama her yer tabelalarla dolu. Öyle küçük tabelalar falan sanmayın, koca koca devasa tabelalar bazıları, görmemeniz mümkün değil. Şeytan Sofrası’na giden yolu bulduğunuz an, ki biz Sarımsaklı yönünden geldiğimiz için daha yakın, Ayvalık içinden gelirseniz Çamlık’tan sonra Sarmısaklı yönüne devam edip gelirsiniz bu noktaya.
 
Şeytan Sofrası Ayvalık’ın tek seyirlik tepesi değildir belki ama en meşhur ve en muhteşem olanıdır. Buradan Ege’yi tüm ihtişamıyla seyredebilirsiniz, büyüler insanı gördükleri. Sadece deniz değil, tüm koylar, adalar, çamlıklar... Ve Ayvalık tüm binalarıyla ayaklarınızın altında, ama hâlâ çok güzel, hâlâ dimdik ayakta. Rüzgâr içime işlemeye başlıyor ve Ahmet Yorulmaz’ın “Ayvalık’ı Gezerken” isimli kitabındaki bir sözü aklıma geliyor: “Şeytan Sofrasına çıkıp doğayı, güneşin batışını seyrederken, iki zıt duygunun etkisinde kalırsınız: Doğaüstü sanırsınız kendinizi ya da doğada bir hiç!” Burayı sakın atlamayın, ya da başka zaman gelirim diye es geçmeyin. Mutlaka gidin, görün.
 
Bu arada belki bazılarınız ‘kim bu Ahmet Yorulmaz?’ demiş olabilir. Yıllar önce bir Kuzey Ege aşığı adayıyken tanıştım Ahmet Yorulmaz’ın bir kitabıyla. “Ayvalık’ı Gezerken”. Ayvalık’ta gezinirken bir kitapçıda gördüm, aldım, okudum ve bayıldım. Gazete muhabirliği, yayıncılığı ve 33 yıl kitapçılık yaptıktan sonra emekli olan Ahmet Yorulmaz’ın bu kitabı defalarca basıldı. Gerçek anlamda bir kaynak kitaptır ve benim başucu kitaplarımdan biridir. Ne zaman Ayvalık ve Cunda burnumda tütse kitabı elime alır sayfalarını yavaş yavaş çevirir, içindeki yazıların arasında dolaşır, fotoğraflara bakar ve yemek tariflerine göz atarım. Bilirim, ne zaman bunu yapsam pek kısa bir süre sonra gene bana Ayvalık ve Cunda yolları gözükecek. Birkaç saatliğine de olsa, bir yemek yiyecek süre kadar da olsa, o havayı soluyacağımı bilirim. Ahmet  Yorulmaz’ın kitabı böyle sıcacık duygularla doldurur içimi. Tavsiye ederim okuyun. Ama tek kitabı o değildir. Yaptığı çeviriler ve yazdığı romanlar da pek hoş gelecektir Ege sevdalılarına.
 
Şeytan Sofrası’ndan inip Ayvalık’ın içinden geçip Cunda’ya gidiyoruz. Cunda Ayvalık’ın karşısındaki adadır. Belki Cunda diye arar da bulamazsanız diğer adını kullanın: Alibey Adası. Asıl adı Cundadır ama ve pek çoğunuzun ilk anda düşündüğü gibi Yunanca değildir.  Cunda adının Piri Reis’in “Kitab-ı Bahriye”sinde geçen Yunda Adalarından galat olduğu sanılmaktadır. Kurtuluş Savaşından sonra, emperyalist düşmana ilk karşı koyan kahraman komutanın anısına ‘Alibey Adası’ adı verilmiştir. Yani Cunda da diyebilirsiniz, Alibey Adası da. Rumlarsa ‘kokulu ada’ anlamına gelen ‘Moshonis’ adını vermişler buraya. Ortaçağda yaşamış ‘Moshos’ adlı bir korsanın barınağı olduğu söylenir (ki gerçekten de Cunda’nın hemen arkasında, dar ve sığ bir boğazın ayırdığı adanın eski adı ‘Moshos’tur, bu ad zamanla tüm ada için kullanılır olmuştur), başkaları da bu adın adadaki bitkilerden yayılan güzel kokudan olduğunu, bazılarıysa, kuzeybatı rüzgârlarının kuzey boğazından ve Tanrısal dağ İda’dan (Kazdağı) getirdiği temiz havadandır derler. Kimse kusura bakmasın, ben yazının bundan sonrasında Cunda diyeceğim. Çünkü Cunda, Alibey’den önceki yerleşik adıdır buranın.
 
Cunda adası Ayvalık’ın tam karşısında durur. Eskiden adaya sallarla geçilirmiş. Ama 1964’den beri Dolap Boğazı denilen yerde bulunan bir köprünün üzerinden geçerek ulaşılıyor adaya. Hem de Türkiye’nin ilk boğaz köprüsünün, altı ayak üzerinde duran ve elli dört metre uzunluğundaki köprünün üzerinden.
 
Biz Cunda’ya varır varmaz ilk iş hemen Deniz Restaurant’a koştuk. Öğlen olmuş, acıkmıştık. Cunda’da pek çok restoran var, hepsi de iyidir, ama benim kişisel tercihim Deniz Restaurant’tır. Dediğim gibi, sebebi tamamen kişisel. Son derece memnun olduğum,memnun kaldığım ve damak zevkime uygun olan bir yer. Ayrıca sahipleri Ayhan ve Süleyman beyler ve tüm çalışanlar  memnun kalmanız için ellerinden geleni yapıyorlar. Kışın lokantadaki şöminenin başında yemek ne kadar büyük bir keyifse, havalar iyice ısınınca da deniz kenarındaki masalar ağırlar müşterileri. Benim tercihim kötü havalarda şömine yakınlarında bir minik masa, iyi havalarda da kapının önündeki masalardan biri. Yazın lokantanın fesleğenlerini sulama görevi benim. Ayhan bey’in hanımı Emine Alışık ressam ve evimde de iki tane resmi var. Devamlı sergiler açar Türkiye’nin değişik yerlerinde, ama yaz aylarında lokantanın yanındaki sokakta sokak sergileri açacak kadar da mütevazıdır. Lokantada da duvarları Emine Alışık’ın resimleri süsler.
 
Deniz Restaurant’ta kutlama yapma kararı almıştık. Ayhan ve Emine sevinçten havaya uçtular haberi duyunca. Kutlama beyaz şarap eşliğinde klasik bir Cunda mönüsü oldu. Lokantada ne kadar ot varsa istedim, turp otu favorim. Zeytin, zeytinyağı, soğuk sıcak mezeler, lor böreği,balık ve reçelli lor peyniri. Yedik, içtik, kutladık...
 
Yemekten sonra adayı şöyle bir dolaşıp döner Taş Kahve’de çay içeriz diye düşündük. Sevgilimin fikri Cunda’nın içinden önce etrafında gezmekti. Ben de ‘soft cip safari’ yapma teklifi getirdim. (Soft cip safari de herhalde benim tabirimdir, birileri kullanır mı bilmem...) Hemen kabul gördü teklifim. Bu durumda yapılacak tek şey Pateriça’ya gitmekti.
 
Pateriça Körfezi... Cunda’nın kuzeye bir uzantısı olan Pateriça’nın anlamı, ‘koltuk değneği’ imiş. Cipi sürüyoruz tozlu topraklı yola. Yol üzerinde Güvercin Adası’nı ve üzerindeki Aya Yorgi Manastırını görüp fotoğraf için duruyoruz. ‘Burası geçmişte, acımasız korsanların yaşlandıklarında, denizleri harmanlayamadıkları dönem geldiğinde, günah ve cinayetlerinden arınmak için sığındıkları bir manastırdı’ diye yazıyor kitapta. Bir dahaki gelişime mutlaka bu manastıra gideceğim. Pateriça’nın ilk köyüne gelmeden bir balıkçı teknesiyle geçilebiliyormuş. Ahmet Yorulmaz kitabında şöyle diyor: ‘Yabani güvercinlerin yuvalandıkları bu küçük ada, o doğallık içerisinde bir süre dinlendirecektir sizi.’ Ben söz dinlerim. Mutlaka gideceğim.
 
Ne yazık ki, körfezin durumu pek iç açıcı değil. Sahil ne zaman gitsem çöp içinde. Üzülüyorum bu duruma. Rüzgârların taşıdığı çöplerden başka bir de özellikle ve bilinçsizce kirletilmiş bir hali de var.
 
Birinci ve ikinci köyleri –eskiden bunlara ‘Aşağı Damlar’ ve ‘Yukarı Damlar’ deniyormuş- geçip yolun bittiği yere kadar gittik. Zaman zaman normal arabaları zorlayacak bir yol. Ama biz çok eğlendik, tam ciplik. Onlarca yaşlı zeytin ağacının arasından geçmek ve denizi, körfezi seyretmek pek keyifli, hele her şeyin ve herkesin sizin dışınızda kalması daha da hoş. Çok sakin, hatta gereğinden fazla sakin ve sessiz bir yer burası. Her iki köy de terkedilmiş gibi duruyor, kimselere rastlamıyorsunuz. Gördüklerimden çıkartabildiğim kadarıyla burası bir dalyan. Kitap da öyle diyor. Bir balık üreme alanı. Yolun sonundaki binanın önüne park ediyoruz cipi ve merdivenlerden sahile iniyoruz. Bir kedi geliyor yanımıza. Hemen hatırlıyorum: ‘Medeniyetin olduğu yere gelir kediler!’ Demek ki burada birileri var. Kimseler yok ortada, ama bir su kâsesi var kedi için. Biraz gizemli olmaya başlıyor ortam, bana içinde terkedilmiş minicik köylerin olduğu, bir yerlerden hiç konuşmayan yaşlı insanların baktığı siyah beyaz İtalyan ve Yunan filmlerini hatırlatıyor..
 
Dönüşe geçiyoruz. Vaktimiz olmadığı için Ayışığı Manastırı’na uğrayamadık ama bir daha ki sefere Cunda’ya birkaç gün ayırma kararı aldı sevgilim. Ayrıntılarıyla tanımak istiyor sanırım bu güzel yerleri. Bu manastırın orijinal adı ‘Agios Dimitrios ta Selina’. Kapılarının üzerine kazınmış olan 1771 ve 1795 tarihlerinin onarım tarihleri olduğu ileri sürülüyormuş. Burası gerçekten görülmeye değer bir yer. Keşke vaktimiz olsaydı.
 
Dönüp Cunda’nın içine daldık. Gezebildiğimiz kadarıyla dar sokaklarda gezdik, ilginç binalara, evlerin cephelerine, kapılara ve pencerelere baktık. Bu detaylar beni çok çeker Cunda’da ve hepsini her sefer fotoğraflarım. Yine Ahmet Yorulmaz diyor ki: ‘Kentsel ya da mimari cümbüş, ada sokaklarında sarhoş eder adamı. Neo-klasik mimari hayranları, sessizlik ve doğayla birlikte olma tutkunları için en uygun yerdir bu sokaklar. Gerek Ayvalık’ta, gerek Cunda’da ne kadar kırmızıya çalan dört köşe, iyi yontulmuş taşla yapılmış binalar, kiliseler görürseniz, bu yapıların güzellik ve sağlamlıklarının bu yöreye has bir taştan, Sarmısak taşından ileri geldiğini biliniz. Sarmısak taşının güzelliği sadece renginden, sağlamlığından ötürü değildir, işlenebilir özelliğindendir. Birçok mimari stilin Ayvalık ve Cunda’daki yapılarda uygulanabilmesinin baş nedeni budur.’
 
Adanın en büyük ve meşhur kilisesi Taksiyarhis’i gezelim bari dedik. 1873 senesinde, sahil kesiminde oturan Rumların geleneksel olarak uyguladıkları Bizans stilinde inşa edilmiş olan bu kilise adanın metropol kilisesiymiş. Kiliseye giremiyoruz. Binanın önünde bir tabela var, şöyle yazıyor üzerinde: ‘DİKKAT! Bu bina 02.07.2003 tarihli raporumuzla mail-i inhidam durumda olduğu tespit edilmiştir. 11.09.2003 tarihinde ilçemizde oluşan kadırga nedeniyle binaya girilmesi can ve mal emniyeti yönünden tehlike arz etmektedir.’ Biz de dışarıdan bakmakla yetiniyoruz. Sütunlar müthiş derecede zarar görmüş. Aslında bu durumda olmasa içeriden çok muhteşem görünen bir yapıdır. Dışarıdan olduğundan daha hoş gelirdi bana hep, ama gene de eski yıllarda da bakımsızdı, şimdi de bayağı kötü durumda. Yazık!
 
 
Artık ‘Taş Kahve’de bir çay içme vakti. Sahile inen yollar tıklım tıklım dolu. Film çekimi var. Tahmin ettiğiniz gibi, ‘Kurşun Yarası’nın çekimleri. İnsanlarımız meraklı, sayelerinde yollarda yürünmüyor, arabalar da zor ilerliyor tabii ki. Neyse kendimizi tekrar sahile atıyoruz. Emine Alışık ile Taş Kahve ve Deniz Restaurant’ın tam arasında duran benim büyük aşkım, dünyalar güzeli iğde ağacının önünde fotoğraflar çekip eğleniyoruz. O iğde ağacının gövdesine her zaman bir ağ sarılıdır, balıkçının biri bu ağı onarır bazı zamanlar. Yanında da eski bir at arabası durur, boyalı. Bir gün bir hikaye yazacağım bu iğde ağacı ile ilgili.
 
En sonunda sevgilim ve ben Taş Kahve’deyiz. Bu binaya bayılıyorum. Sadece ön değil arka cephesi de beni çok etkiliyor. İçine girdiğimde kocaman aynaları seyretmeye doyamıyorum. Kapılardaki renkli camlar, yüksek tavanlar... Severim Türkiye’nin kahve kültürünü, köylerin ve kasabaların kalplerinin attığı kahveleri. Girebildiğim hepsine girerim ama favorilerim Cunda’da Taş Kahve ve Mardin’de Marangozlar Kahvesi. Sevgilim de beğeniyor burayı ve iki çay içip çıkıyoruz.
 
Dönüş vakti geliyor ama biz arka sokağa sapıp başka bir yere daha uğrayıp öyle yola çıkmak istiyoruz. Son durağımız bu sene açılmış olan yeni bir mekân: Paşam Cafe Restaurant. 2. Çarşı Caddesi 2 numara. Adres basit. Yer muhteşem. Bugün tam 112 yaşındaki bir bina. Diğerlerinden farklı. Farkı hemen fark ediyorsunuz. Ne anlamda? Ben binanın eski halini hatırlıyorum. Harabelikti. Şimdi sanki gençlik yıllarını yeniden yaşıyor, hatta belki de daha iyi durumda. Mutluluktan yüzü gülen bir bina görmek isterseniz, gidin bakın ve görün. Ama mutlaka içeri de girin. Sizi güler yüzlü bir çift karşılayacak. Meral ve Erdal Güneş. Ve sizler kendinizi onların kırk yıllık dostu zannedeceksiniz. Erdal bey bankacılıktan emekli, Meral hanım ise ev hanımı. Eskiden her yolculuk dönüşü mutlaka iki üç gün kaldıkları ve çok sevdikleri, otantik olma, temiz hava ve deniz gibi aradıkları her şeyin en iyisini buldukları Cunda’ya yerleşmeye karar vermişler. Çocukluğundan beri en büyük hayali bir ‘taş bina’ sahibi olmak olan Erdal bey bu binayı almakla kalmamış sadece, 25-26 yıllık memuriyet hayatının tüm kazancını da ‘tek tasarrufum’ dediği bu binaya yatırmış.
 
1994 senesinde bu binayı aldıklarında on odalı, buraya yakışır bir pansiyon düşünmüş. Ama binanın 2. derece tarihi eser kategorisinde bulunması nedeniyle bu projelerini hayata geçirememiş ve sadece kendileri için bir ev yapmışlar. 2002’den beri de burada yaşıyorlar. Kışın yapacak fazla bir şey olmadığı ve canları sıkıldığı için üst katta oturmaya, alt katı da cafe-restaurant olarak işletmeye karar vermişler. Bina o kadar mükemmel olmuş ki, Anıtlar Kurulundan bile ödül alması gerektiği söylenmiş, ama sadece dışı değil, içi de çok özel. Erdal beyin her yerde emeği var ve bu görülüyor. Örneğin sırf panel radyatörler göze batmasın ve mekânı bozmasın diye ısıtmayı bile yerden ısıtma olarak yapmış. Eşyaların bazıları aileden kalma, bazıları alınmış. İçeri girer girmez tam kapının karşısında göreceğiniz koca ayna müthiş bir çalışma, Erdal bey herkese sevgiyle ve sabırla aynanın öyküsünü anlatıyor. Ayna artık ne yazık ki hayatta olmayan meşhur Ermeni usta Arto Helvacıoğlu’nun hediyesi. Ustanın bu boyutta yaptığı ilk ve belki de tek çalışma. Avize ise Erdal beyin yapımı. Her köşede onun  emeği görmeniz mümkün. Özel boyutlarda hazırlanmış dört kişilik masaların ortasındaki İznik Vakfı çinileri hemen dikkat çekiyor.
 
Aslında sizin de gözlemleyeceğiniz gibi Erdal bey ve Meral hanımın burayı açma amaçları bu mekânı dostlarla paylaşmak ve yeni dostlar edinmek. Reklam yapmamışlar ve yapmaya da niyetleri yok. Çok da iyi etmişler. Beni onlarla Ayhan bey tanıştırdı, Deniz Restaurant’ın sahibi. İnsanlar kendileri bulsunlar bizi diye düşünüyorlar, bir de ağız propagandası var. Ben işte şimdi bunu yapıyorum. Bütün rehber arkadaşlarıma, turistlerime hep burayı tavsiye ediyorum, şimdi de size.
 
Paşam cafe-restaurant’ta illâ bir şey yemeniz gerekmiyor, bir kahve içmeye de gidebilirsiniz. Canınız sohbet etmek ya da tavla oynamak istiyorsa tek mekân içinde buna uygun mekân da var. Fiyatları da çok normal. Mönülerinde deniz ürünleri yok, çünkü zaten Cunda’da 13-14 tane balık lokantası var. Erdal bey ancak özel istek olursa ve bunu bir ya da iki gün önce bilirse ona göre alışverişini yapıp kimsede bulamayacakları bir-iki spesyalite yapıyor. Kendi mönülerinde Viyana usulü Schnitzel, ızgara köfte, süt kuzu kokoreç, tavuk, paçanga böreği, sigara böreği var. Her şeyin en iyisini sunmayı sevdiği için, eti alıp kendisi temizleyip dövüyor. Kutman Şarapları’nın tek bulunabileceği yer burası Cunda’da. Zaman içinde belki burası bir Wine-house olabilir diyor Erdal bey, ama gene de rakı ya da bira içmek isteyenleri kısıtlamak istemiyor. Kendisi de rakı içmeyi seven biri olduğu için, bunun zevkine varmak da mümkün orada. Çünkü her zaman rakı içenler için hazırda mutlaka taze iki çeşit meze bulunuyor. Beyaz peynir hep var. Yazın kavun da... Bir de her gün ‘günün çorbası’ mutlaka yapılıyor. Başka bir yerde yemek yemiş de olabilirsiniz. Kahve ya da kahve konyak içmek için de yemek sonrası Paşam cafe’ye uğrayabilirsiniz. Kahvenizin yanında –eğer hafta sonuysa- Meral hanımın hazırladığı brownileri de özellikle tavsiye ederim.
 
Çocukluğundaki arzusunu bir nebze gerçekleştirdiğini söyleyen Erdal beyin hedefi burayı en iyi konuma getirebilmek. Başaracağından eminim. Erdal beyin bir başka hayali de, Cunda’daki tüm eski binaların bu hale gelmesi. Keşke Ayvalık kırk elli sene önce koruma altına alınsaydı diye düşünüyor. Gerçek anlamda kültürümüzü koruyamıyor olmamız konusunda kendisiyle hemfikirim. Burada eski taş bina alacak olan herkesle birikimlerini paylaşabileceğini ve onlara gerek ekipman gerekse malzeme açısından elinden geldiğince yardımcı olabileceğini de belirtiyor özellikle Erdal bey.
 
Bu bilinçli davranıştan ve gördüklerimizin güzelliğinden büyülenmiş vaziyette vedalaşıp ayrılıyoruz oradan. Ressam Emine Alışık’ın resim atölyesine uğrayıp resimlerine bakıyor ve onunla da vedalaşıp Bursa üzerinden Istanbul’a dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
 
Nefis bir hafta sonu oldu. İkimizin de ortak kararı buraya daha sık gelip daha fazla kalıp daha çok tadını çıkartmak. Size de tavsiye ederim.
 
Kaynak: Cunda ile ilgili bazı bilgiler Ahmet Yorulmaz’ın “Ayvalık’ı Gezerken” kitabından alınmıştır.
Yayın Tarihi : 17 Mayıs 2004 Pazartesi 02:22:10
Güncelleme :17 Mayıs 2004 Pazartesi 02:34:33


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?