24
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

ORHAN ALKAYA ŞİİRİ

Senelerdir yapılan ‘Salihli Şiir İkindileri’ 15 Kasım Cumartesi günü Türk Şiirinin çok büyük bir şairini Orhan Alkaya’yı ve en büyük şiir emekçisi Cevat Çapan’ı misafir ediyor. Benden de sevgili dostum Orhan Alkaya’nın şiiri hakkında bir konuşma yapmam istendi. Sağlık sorunlarım nedeniyle ne yazık ki Salihli’ye çok istememe rağmen gidemedim. Ama konuşmayı yolladım. İstedim ki sizler de okuyun...
 
 
Merhaba...
 
Öncelikle sevgili dostum Orhan Alkaya, beni halsiz düşüren ve seyahati bir müddet için yasaklayan bu hastalıktan dolayı bu güzel günde yanında olamadığım için ne kadar üzgün olduğumu bilmeni isterim. Bu konuşmayı kendim yapmayı tercih ederdim. Ama hiç yapmamaktansa ortak dostumuz Şadan Gökovalı okusun bari konuşmamı diye düşündüm. Orada olmasam da her zamanki gibi yanında olduğumu biliyorsun can dostum...
 
Benden Orhan Alkaya şiiri üzerine bir konuşma yapmamı istedi sevgili Şadan Gökovalı. Bu benim için o kadar büyük bir onur ki, hiç düşünmeden kabul ettim. Anlaşılmaz cümleler, entellektüel tanımların ardına saklanmadan, Orhan Alkaya ve şiirini bildiğim gibi, tanıdığım gibi, yalın bir şekilde, ‘Orhan gibi’ sunmaya karar verdim sizlere. Zaten bir şiir eleştirisi değil, Orhan Alkaya şiiri konu. O halde dedim, bırak Nükhet dökülsün sözcükler cümleler beyninden, gönlünden, dudaklarından...
 
Haziran ayında Paris’te Rodin müzesinde en sevdiğim heykeltıraş Camille Claudel’in eserlerini her zamanki gibi hayran hayran incelerken, “evet” dedim, “ne kadar doğru! Heykel hakikaten taşın, mermerin ya da kullanılan malzeme her ne ise onun içinde. Heykeltıraş ise malzemenin içindekini dışarı çıkartan sanatçı. Aynen şair ve onun şiiri gibi.” Aklıma Orhan Alkaya geldi. Şiir de şairin beyninin kıvrımlarındaki, gönlündeki sözcükler ve dizeler değil mi? Şair de bunları kağıda dökünce şiir olmuyorlar mı? Bence öyle.
 
Çok genç yaşta büyükbabamın dostu Özdemir Asaf ile başlayan gerçek şiiri tanıma serüvenim, daha sonra aynı apartmanda komşumuz olan ve bana yazdığı yeni şiirleri okuyan Edip Cansever ile devam etmiş, sonra da Orhan Alkaya ve Can Yücel gibi şairler girmişti köşelerinden bir yerlerinden hayatıma. Ne kadar şanslıyım diye düşünüyorum. Sizin hiç içki masalarında size şiirlerini okuyan bir Özdemir Asaf’ınız, “gel bak yeni şiirimi okuyayım sana” diyen bir Edip Cansever’iniz, “bu adamlara hangi şiirimi okuyayım, haydi sen seç...” diyen bir  Can Yücel’iniz, her an her yerde, iyi günde ve kötü günde yanınızda olan ama sizin de her zaman yanında olduğunuz Orhan Alkaya gibi bir dostunuz oldu mu? “Benim ilk şiir gibi şiirim; bak en sevdiğim şiir” diye size şiirlerini okuyan bir Orhan Alkaya’nız oldu mu?
 
Evet ben çok şanslıyım. Bütün bu ustaları tanıdım. Daha başkaları da var ama, bu dört ustanın yeri bambaşka. Şimdi bunların üçü ne yazık ki artık hayatta değil. Ömrün uzun soluklu, dizelerin sonsuz olsun Orhan Alkaya!
 
Sene 1989. Avukat Burhan Apaydın bir konferans verecek Bilsak’ta. Bana diyor ki; “Bilsak’a git, genç şair dostum Orhan Alkaya’yı bul ve de ki...” Kafama kazınmış bir fotoğraf: Bilgisayarın başında, sakallı, gözlerinde çok farklı bir gülümseme olan bir insan. Bunu hiç unutmuyorum. O sahne hep gözümün önünde. Sonrasında inanılmaz bir hızla dostluk merdivenlerini tırmanış. Ve bu dostlukla hep gurur duymak...

Tanıştığımız zaman Orhan’ın henüz hiçbir kitabı yayımlanmamıştı. Tüm bu sözcükler, dizeler, şiirler, hepsi beyninin kıvrımlarında, yüreğinde, dilinde, orada burada, kağıtların üzerinde raks ediyordu.
 
Onunla konuşmaktan herkes büyük zevk alır. Çünkü kendine has bir dil geliştirmiştir Orhan. Aslında bunu böyle ifade etmek belki pek doğru kaçmaz. Belki şöyle demek daha doğru olur: “Biz kelimeyi sokağın ortasında yapayalnız bırakmış bir milletiz. Kelimelerin etrafı olmalıdır. Ben hep kelimelerin etrafını kurmaya çalıştım ki organik hale gelsin, nefes almaya başlasın, yalnızlığından kurtulsun. Türkçe’nin etrafı zenginleşirse ben büyük dil ailesinin içinde kendimi daha rahat hissederim.” diyen bir insandır Orhan. Onu tanıdığım ilk günden bugüne hep dikkatimi çeken hatasız, düzgün ve zengin dilidir Orhan’ın. Buna çok önem verir, yaptığı her çalışmada en çok özen gösterdiği konu dilin kullanılışı olmuştur. Size bir şey yapmanızı önermez, yol çizmez. Herkesin kişiliğine ve tarzına saygı duyar, yeteneğe çok önem verir ve bunu hissettiği an elinden geleni yapar işini gücünü bırakıp. Ama kendini geliştirme konusunda son derece hassas, son derece duyarlıdır. Bunu görmediği yerde bir dakika bile durmaz. Yeni şairlere, tiyatroculara ve diğer herkese bu açıdan yardımcı olur, yaklaşır, önlerine belki de hiç karşılaşamayacakları fırsatların kapılarını sonuna kadar açar.
 
Bazen Orhan Alkaya’nın dilinin öncelikle genetik olduğunu, sonra kendi çabasıyla en üst basamaklarda, zirvelerde dolaştığını düşünüyorum. Annesini tanıyanlar bana hak vereceklerdir. Son derece zarif ve muhterem bir İstanbul hanımefendisi. Keşke onu yaşarken biraz daha tanıyabilsem, onunla daha fazla vakit geçirebilseydim!
 
Orhan’la tanıştığımızdan çok kısa bir süre sonra ilk kitabı piyasada. “PARÇALANMIŞ DİVAN” İsmiyle suratımda patlıyor kitap.
 
“yeniden ve en usul yerinden yaklaşırdım hayata
başlardı yeniden, günün başladığı yerinden”
 
diye başlayıp
 
“sözdür düşen boynuma, bana
yalnız söz kaldı”
 
diyerek biten ilk şiiriyle patlıyor suratıma şiirler ardı ardına.
 
Allak bulak oluyorum. Müthiş bir birikim, bilgi, dilin o kullanılış tarzı. Tek düşündüğüm şu: “Orhan Alkaya’yı anlamak için tanımak lâzım!” Geçen yıllar, bunun ardından gelen kitaplar, yazdığı yazılar, makaleler, sahnelediği oyunlar haklı olduğumu gösteriyor.
 
Orhan Alkaya Parçalanmış Divan için, “dil sürecimin süzülmüş ve tematik olarak bütünlenmiş halidir. 1990 senesine varan 8-9 senelik şiir serüvenimin, süzülmüş, tematik yapısına ve belkemiğine kavuşmuş halidir” diyor bir söyleşisinde.
 
Beraber güzel bir işe imza atıyoruz. 1991 senesinde sevgili Celal Üster’in kapısını çalıyorum ve Halikarnas Balıkçısı’nın 101. doğum yılı için bir şeyler yapmaları gerektiğini söylüyorum. “Sen yap, biz de yayımlayalım” diyor. “Orhan Alkaya ile yaparım yaparsam” diyorum, “Doğru seçim” diyor. Şadan Gökovalı’dan yazı istiyorum, yolluyor. Ben Balıkçı’nın ‘Çiçeklerin Düğünü’ adlı kitabına Orhan da ‘Dalgıçlar’ adlı çalışmasına dalıp, Cumhuriyet Kitap Eki’ne kapak olan bir çalışma çıkartıyoruz ortaya Halikarnas Balıkçısı’nın doğum gününde.
 
Aynı sene beni en çok etkileyen kitabı “A! Etika”. Hayatla karşılaşıyorum adeta. Bir daha hak veriyorum kendime. “Bu adamı anlamak için tanımak lâzım!”
 
Yine şöyle diyor Orhan Alkaya: “Mesela A! Etika’nın son şiirinde bir hesaplaşma vardır. Bir kültürel coğrafyayla ve bir formasyonla hesaplaşma.”
 
Bu kitap bana “şiir her şeydir” diye düşündürten kitabıdır Orhan Alkaya’nın.
 
Bu arada diğer serüvenler de devam eder. Yazar Orhan Alkaya, tiyatrocu Orhan Alkaya ile tanışırım. Gazetelerdeki makalelerini tek tek kesip defalarca okuyup, “işte Orhan Alkaya’nın şiirinin açılımı” demişimdir her defasında. Orhan şiiri düz yazıya dökmüş gibi gelir bana her yazısında. Her yazısı bir şiir. Gerçekleri insanın kafasına neredeyse balyozla indiren yazılar. Cesur, açık, düz, yalın, yapmacıksız... Orhan gibi yazılar yani...
 
İstanbul Şehir Tiyatroları serüvenimde de Orhan’la defalarca yan yana geliriz. Tiyatro dergisinin yeniden çıkması süreci. Bana yazmayı, dergiciliği sevdiren süreç. Ama artık elimde üzeri çok sonraları içindeki pentimento’dan alınan bir dizeyle “insan önce usta olur / sonra sonra çırak” diye imzalanacak olan önemli bir kitabı vardır Orhan’ın. “Yenilgiler Tarihi. Cilt I”
 
Bu kitapla müthiş bir sürece ve serüvene şahit olduğumu hissetmişimdir hep. Parçalanmış Divan’la başlayan bir serüvenin başka bir adımı, başka bir basamağındayım ben de sanki.
Ama işte bu kitapla Orhan’ın aslında ne yaptığını anlamaya başlıyorum. Bana daha sonraları diyeceği gibi, “Evet şiir her şeydir, en temel şeydir. Benim şiirimde iki tema vardır. Biri ben, bir diğeri ise insanlık tarihine itiraz.” Hakikaten de Orhan Alkaya’yı okudukça şiirindeki bu iki ayrı temayı, iki ayrı yönü görmekte zorlanmayacak insan.
 
Zaman geçiyor. “Türkiye Hâlâ Mümkün” ve yeni şiir kitabı “Erken Sözler” elimde. O kadar çok şey olmuş ki bu arada. Orhan pek çok oyun sahnelemiş. “Godot’yu Beklerken” sahnelenirken hep yanında olmama izin vermiş, (o çalışmadan benim elimde kalan çektiğim en güzel sahne fotoğrafları), Orhan tiyatro ve şiir gibi birbirine epey uzak alanlardaki iki disiplinde bayağı başarılı işlere imza atıyor.
 
“Türkiye Hâlâ Mümkün”le ortalığı çalkalıyor Alkaya. Ben mutluyum. Çünkü istediğim oldu. Orhan düz yazı ile kitap yazdı. Aslında bu da bir şiir. Bugüne kadar yazdığı ve bundan sonra yazacağı şiirlerin özü bu. Asla kirlenmeyecek bir şiir.
 
“Erken Sözler” beni bambaşka boyutlara ve düşüncelere götürüyor. Bu kitapla aslında Orhan Alkaya’nın ne yapmak istediğini daha iyi görüyor ve sanırım artık anlıyorum. Orhan Alkaya şiiri evrensel. Orhanın şiirleri zorluyor, sınırları zorluyor. İnsanlar anlasın ya da anlamasın diye yazılmamıştır o şiirler, bilmece çözsünler ya da Orhan ne kadar entellektüel, neler biliyor bunu görsünler diye değil. Hiçbir şey beklemez okuyucudan. Bu amaçla yazmaz. Yazdıklarının bir bölümü kendisidir, bir bölümü de kendi deyimiyle insanlık tarihine itiraz. “Şiirde sözcükleri mutlu etmemiz gerekir” der ve müthiş yapıtlar çıkartır ortaya.
 
Bu arada şiir büyür. Sevgili Nazlı ve Orhan’ın dünya güzeli kızları Asude doğmuştur. İsmi bile bir şiir. Orhan’ın arkadaşları Asude için şiirler yazarlar. Asude, babasının sahnelediği “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”nın kulisinde kucaktan kucağa... Oyunda Asudeye ithaf edilen şarkı içini eritir insanın. Orhan müthiş bir patlamaya gidiyor. Belli olur o zaman.
 
Sene 2001. 11.Nisan. Benim doğum günüm. Arkadaş Kitapevi’nde Orhan’ın imza günü. Yeni kitabı çıkmış. “Tuz Günleri”. İçimde garip bir his var. Sanki bir patlamaya şahit olacağım. Hemen bir tane alıp, imza günü başlamadan imzalatıp kaçıyorum yanından. Biraz sonra bütün kitabı okumuş ve şunun ayrımına varmış haldeyim. Bu kitap Orhan Alkaya’nın şiirinin zirvelerinden biri. Parçalanmış Divan’dan, Yenilgiler Tarihi. Cilt I’den Tuz Günleri’ne uzanan serüveni birebir takip edebilmiş olmak çok büyük haz veriyor.
Her zirvenin bir inişi vardır. Doğru. Ama bunun Orhan Alkaya için böyle olacağını hiç sanmıyorum. O her yaptığıyla bir zirvede soluklanıp başka bir zirveye doğru yola çıkıyor, hep biraz daha yukarı doğru. Sever o yüksekleri.
 
Orhanı okumak, anlamak, çözmek sadece teknik şiir bilgisi değil, aynı zamanda son derece büyük bir bilgi birikimi ve devamlı kendini geliştirme eylemini gerektirir. Hızına yetişmek zordur.
 
Evrenseldir Orhan Alkaya. Şiiri bana dansı anımsatır. İnsanı kendinden geçiren, başını döndüren, kendinden alıp götüren bir dansı. Eskiyi, yeniyi, romansı, gerçekçiliği, tutkuyu, bilgiyi, hakkı, hukuku, doğruyu, yanlışı, insanlığı anlatır. Çok insana dair... Çok insancadır... İnsanın kağıda dökülmüş halidir Orhan Alkaya şiiri.
 
Ama belki de en önemlisi, Tuz Günleri’nde kavradığım bir şey. Bir bardak ve içinde uzun süre durmaktan kirlenmiş bir su düşünün. Orhan asla bu suyu döküp bardağı temizleyip içine yeni, temiz su koymaz. Orhan bardağa tazyikli su tutup, büyük bir enerji sarfı olsa bile, o suyu harekete geçirip, pisliği dışarı akıtıp bardağı pırıl pırıl tertemiz bir suyla doldurur.
 
Orhan için Mehmet H. Doğan, “80 sonrasında yazmaya başlayan ve Türk şiirinde bu adla vaftizlenmiş şair kuşağının, inanılmaz bir şiir enflasyonundan elene süzüle bugüne gelmiş en ön sırada şairlerimizden biri” diyor.
 
Şimdi Orhan bana çok kızacak, biliyorum, ama o Türk Şiirinin yaşayan en büyük şairi.
 
“Asude için şiir yazdın mı?” diye soruyorum.
 
“Bir dize yazdım henüz” diyor.
 
Anlasıldı. Asude’ye yazılacak şiir bir ömür sürecek. Serüven bitmedi Orhan. Henüz yeni başlıyor.
 
Ömrün çok uzun soluklu, dizelerin sonsuz olsun.
 
Yayın Tarihi : 14 Kasım 2003 Cuma 00:00:14
Güncelleme :14 Kasım 2003 Cuma 23:22:42


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?