14
Haziran
2025
Cumartesi
KİTAP

ANALAR, YOLDAŞLAR, TANRIÇALAR...

Mardin katliamı, deşifre çabalı tartışmalarıyla hâlâ gündemde. Etnik, sınıfsal ve cinsiyete dayalı ayrımcılık üzerine çalışan, Kürt hareketinde kadın kimliğinin oluşumu üzerine 'Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar' isimli bir kitap yazan Handan Çağlayan, 'içeriden' başka türlü bakıyor.

Herkes meşrebince verdi tepkisini; Tarantino’nun kulağını çınlatan oldu, ezber Doğu tespitleri döküldü, bilinçaltlarında uyur durmakta olan hastalıklar saçıldı. Ama kimse Mardin’de 44 kişinin yaşamına mal olan o katliama sessiz kalamadı.
Yaşananları tarif etmek, kimyasal bir tepkimeyi ayrıştırmak kadar kolay değil, ama pusula ayarlanacaksa içinde ‘kadın’ geçmeyen bir tartışmanın isabetsiz kalacağı da kesin.

Siverek doğumlu Handan Çağlayan, hemşire, sendikacı, ama hepsinden önce bir aktivist. 2007’de İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Analar, Tanrıçalar, Yoldaşlar’ adlı kitabında Kürt hareketinde kadınların konumunu, Kürt kadın kimliğinin oluşumunu, hem akademik bir araştırma hem de yüz yüze yaptığı onlarca sözlü tarih çalışmasıyla birlikte sunmuştu. Ondan sonra da çeşitli dergi ve gazetelerde etnik, sınıfsal ve cinsiyete dayalı ayrımcılık üzerine yazmaya devam etti. Mardin katliamı ama daha da çok sonrasında doğan tartışmaları konuşmak için doğru bir isim...

Malum katliam sonrasında koruculuk sistemi üzerine kalem oynatanların, konuşanların hakkını yemeyelim, ama bilhassa bu olayın töre motivasyonlu bir kan davası olmadığı ortadayken, Mardin’in birden ‘törenin başkenti’ gibi algılanışı neyin göstergesi sizce?

Aslında ortaya çıkan yeni bir şey değil. ‘Sıla’ dizisinin de hakkını yemeyelim. Orada da son derece oryantalist bir Mardin kurgusu sunulmuştu. Bu damgalamanın kökenleri, Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanıyor. Batı’nın kendini muhayyel bir Doğu karşısında inşa etmesine benzeyen bir süreç. Türkiye’de de Batılı ve modern bir ulusal kimliğin inşası, ayaklanmaların da etkisiyle kendi Doğu’suna yüklenen aşiret, dinsel bağnazlık, töre, cehalet gibi negatif anlamlar eşliğinde gerçekleştirilmiş.

Bugün de aşağı yukarı benzer söylem geçerli. Değişenler de var tabii. Geçmişte modernleşme, kalkınma ve Türkleşmeyle dönüştürülebilecek bir Doğu kurgusu vardı. Israrla sürdürülen, sorunları eğitimle çözme mantığının kökeninde de bu kurgu var. Ama artık bugün hem asimilasyon politikasının başarısızlığı görüldü hem de kapitalizmin geldiği aşama, kalkınmacı modernleşmeci paradigmayı imkânsız hale getirdi. Yeni durumda dönüşüm projesi yerini damgalayarak tanımaya bıraktı. Köşe yazılarında aşiretin, törenin Kürt kültürünün değişmez özü olduğunun vurgulanması bununla alakalı. Oysa böyle değişmez bir öz yok. Kültür, töre, gelenek bugünün aktörlerince, bugünün ihtiyaçlarına yanıt verdiği ölçüde yaşatılan, bazen de de icat edilen şeylerdir. Aşiretse toprak mülkiyetinin ve üretim tarzının özel bir biçimine tekabül eden bir yapı. Aşiret kültürü, töresi denen şey de bu mülkiyet ve üretim biçiminin iç mantığıyla alakalı.

Bu nasıl değişebilir?

Burada iki şeyi sormak zorundayız. Birincisi, koruculukla, savaş atmosferiyle, zorla göçertilenlerden kalan toprak rantının paylaşım kavgasıyla alakası açık olan bu katliamı, aşiret töresiyle açıklayabilir miyiz? Mardin’de ya da bölgenin başka bir yerinde, namaza durmuş erkekleri, hamile kadınları, küçük çocukları topluca katletmeyi mazur gösterecek bir töre yok. Daha önce bir örneği de yok. İkincisi ise, aşiret yapısının 2000’ler Türkiye’sinde nasıl olup da halen korunabildiği... 1960’lardaki TİP deneyimini ve DEP-DTP geleneğini bir yana bırakırsak, siyasi partilerin bölgede esas olarak aşiretler üzerinden örgütlendikleri, daha çok aşiret önde gelenlerinin işaret ettiği kişileri parlamentoya taşıdıkları ortada. Aşiretler üzerinden örgütlenen koruculuk sistemi de benzer bir etkiye sahip. Üstelik siyasi ve ekonomik güce, askeri güç de eklenmiş.

Özellikle bu olayın bu netlikte ortaya dökülmesine vesile olduğu ayrımcı ifşaata dair soruyorum. Kürtlerin bölmesinden korkulan Türkiye, duygusal olarak zaten bölünmüş durumda mı? En azından bu zihniyeti ‘bölücülük’ saymamız gerekmiyor mu?

Yerinde bir saptama bu. Hem ayrımcı hem de bölücü. Günümüzde, topraklar üzerine yeni sınırlar çekmek, ancak emperyalist güçlerin işine yarayacak aptalca bir şey ve Türkiye için, en azından kendi içsel dinamiklerinden kaynaklı böyle bir tehlikenin bulunduğunu düşünmüyorum. Esas bölünme tehlikesi, sözünü ettiğin duygusal bölünme. Bu tür değerlendirmeler de duygusal bölünmeyi derinleştiriyor. Bir yanı Karadenizli, bir yanı Urfalı olan, hayatı Diyarbakır ile Ankara arasında geçen biri olarak bunu, yakıcı bir şekilde gözlemliyorum.

Bu olayın hemen ardından töreyle eşanlamlı gibi kullanılan iki namus cinayeti okuduk gazetelerde. Gayet de büyük ele alınmışlardı. Tabii ki haber olsun, büyük de olsun, tartışılsın, ama medyanın genel tavrı düşünüldüğünde bunun arkasında bir manipülasyon aranabilir mi? Bilinçli ya da bilinç dışı, Mardin’de vurgusu yapılan törenin sağlaması olarak kullanılmış olabilir mi?

Bu iki haberde bir manipülasyon niyeti var mı bilemiyorum ama medyanın genel tavrının manipülatif olduğuna katılıyorum. Elbette ki kadına yönelik şiddetin görünür kılınması önemli. Ama nasıl görünür kılındığı da önemli. Bunun bir kültüre, dine ya da bölgeye indirgenmesi hem o kültürden, dinden, bölgeden olan insanlara karşı ayrımcılık içeriyor hem de onların dışında kalan kadınlara yönelik şiddetin görünmez kılınmasına yol açıyor. Batı’da özellikle ırkçı göçmen politikalarının etkisiyle çok sık yapılıyor bu. Kadına yönelik şiddet İslam’la, Ortadoğu’yla ya da Arap, Türk, Kürt vb. kültürüyle özdeşleştiriliyor. Bu çarpıtma, Batılı kadının gördüğü şiddeti görünmez kılıyor.

Kürt kadının temel dertleri, Türk kadınından ne kadar farklı? Bir Türk kadını, Kürt kadınının bildiği neyi anlayamaz?

Kadınların Türk, Kürt ya da başka halklardan olmalarının değiştiremeyeceği ortak dertleri çok fazla. Ama Türkiye’deki resmi kimlik ve dil politikalarıyla 30 yılı bulan şiddetten, zorunlu göçten kaynaklanan farklı dertler ve deneyimler de var elbette. Kürt kimliğiyle diline yönelik baskılar, çok çeşitli dolayımlarla Kürt kadınlarının maruz kaldığı cinsiyet ayrımcılığını ve şiddeti derinleştirdi. Resmi kimlik politikalarına göre yok sayılmak, kadın olarak yok sayılmayı da kolaylaştırdı. Dil yasağı başından beri esas olarak bir kadın sorunu. Sadece cezaevindeki yakınıyla konuşamamayla sınırlı bir mağduriyetten söz etmiyorum. Bu yasak, kadınların, dış dünyanın diline ve dolayısıyla bilgisine sahip olan erkeklere bağımlılığını süreğenleştirdi. Ataerkil baskıya karşı direnmelerini sağlayacak olanaklara ulaşmalarını engelledi. Bu bir yanı.

Öte yandan bölgeye hâkim olan şiddet atmosferi de maruz kaldıkları şiddeti artırdı. Görüşme yaptığım kadınlar içinde gözaltına alınmayan ve şiddet görmeyen kadın yok gibiydi. Yakınların kaybedilmesi, zorunlu göç, ailelerin parçalanması, gelinen yerde dışlanma, yoksullaşma, neredeyse anlatıların ortak temasıydı. Yakınlarını kaybetmenin acısı herkes için aynıdır. Resmi, gayriresmi otoriteler, adına ne derse desin bir anne için evladı evlattır. Acının meşru görülmesi önemli. Dağdaki çocuğunu kaybeden kadın, meşru görülmeyen bir acıyı yaşamak zorunda kaldı. Çocuğunun mezarına gidemedi. Görüştüğüm kadınlardan biri, çatışmada ölen kızının cenazesini almak için yasaklı bir bölgeye girdiğini, toprağı elleriyle kazdığını, onu ancak saçlarından tanıyarak çıkardığını anlatmıştı. Bütün istediği, ziyaretine gidebileceği bir mezardı. Bunun için ‘terörist annesi’ olarak azarlanmayı ve hırpalanmayı ve daha pek çok riski göze almıştı.

80’den bugüne bakınca bizzat politik mücadele içinde olmak, Kürt kadınının töreyi, namusu, ataerkil zihniyeti esnetmesine de yaradı mı? Toplumsal mağduriyetlerin dışında, ‘içeride’ nelerle uğraşmak, mücadele etmek zorunda kaldı Kürt kadınları?
Belli ölçülerde evet. Kadınlar namus engeline takılmadan siyasi partilere, sokaklara, dağlara gidebildi. ‘Dava’ya atfedilen kutsallık da ayıp, günah gibi engellere takılmadan sosyalleşme imkânı yarattı.

Örneğin görüştüğüm kadınlardan biri “Evden çok daha rahat çıkıyorsun. Herhangi bir saatte çıktığında komşular, çevre ‘Bu kız niye gitti’ demiyor. Yani bunun davası farklı ve başka şeylerle uğraşıyor diye düşünüyorlar” demişti. Bu yaklaşım kadınları rahatlatıyor. Görüştüğüm bir kadın “Parti olmasaydı, kardeşim dışında mesela, hani eniştemle bile çıkamam ben tek başıma” derken, diğeri HADEP’teyken erkeklerle tokalaştığında abdestinin bozulmadığına inandığını söylemişti. Bir başkası da ilk kez, cezaevindeki eşi için Ankara’ya gidip açlık grevine katıldığında erkeklerle tokalaşmıştı. Bu durumu ilk fırsatta cezaevindeki eşine anlatmış, “Günah olur mu?” diye sormuş. Eşi de “Siz yoldaşsınız, kardeşsiniz” diyerek kendisini rahatlatmış. Sözünü ettiğim kadın daha sonra çok kez Ankara’ya, başka kentlere tek başına yolculuk yapmış, insan hakları örgütlerinin toplantılarında konuşmuştu. Görüştüğümüz sırada da HADEP ilçe yöneticisi ve belediye meclis üyesiydi. Bu serbestlik sınırsız değil elbette. ‘Dava’yla ve onun yarattığı anlam evreniyle sınırlı. Her zaman olduğu gibi burada da sınırları ihlal etmenin yaptırımları var. Önemli olan ne ölçüde esnetilebildikleri. Bu da siyasal atmosfere bağlı. Şiddet ve kutuplaşma arttığında, duygusal etkenlerin de rolüyle sınırlar katılaşıyor, tartışma olanakları daralıyor. Bu nedenle de kalıcı silahların susması çok önemli.

Muhafazakârlık dışı nedenlerle daha realist, pragmatist bir bakışla bölgede kızlara mahsus okullar fikrinin kabul edilebilirliğine ne diyorsunuz?
Kızlara ayrı okul fikri, sözünü ettiğim kültüre özcü yaklaşımın, çarpıtmanın ürünü. Ayrıca böylesi bir katliamın ardından ortaya ilk atılan önerilerden birinin bu olmasında, AKP’nin gündelik hayatı muhafazakârlaştırma politikalarının, Kürt sorununu çözüm mantığının etkisi de muhtemel.

‘Kadınların eşlerini partiye şikâyet ettiklerine tanık oldum’
DTP’nin Meclis sandalyelerindeki kadın dağılımına bakınca buralar değil Norveç merkezli bir parti gibi. Çok umut verici, şahane bir durum tabii ki ama bu, mesela 300 hanelik bir Mardin köyüne nasıl yansıyor? Şahit olduğunuz değişim göstergeleri var mı?

Hiçbir değişim kolay olmuyor. Kadınların siyasi temsilinin artması, hem kadınlar üzerinde güçlendirici bir etkiye yol açıyor hem de toplum genelinde bir zihniyet dönüşümüne hizmet ediyor. Aynı durum, yerel yönetimler için de geçerli. Nusaybin, Viranşehir, Uludere, Derik gibi aşiret yapılarının korunduğu yerlerde, hiçbir geleneksel güç ilişkisine dayanmayan, üstelik de kadın çalışmalarından gelen kadınlar belediye başkanı seçildiler. DTP’li belediyeler geçen dönem, çalışanlarıyla, aile içi şiddet uygulayanların ücretlerinin yarısının eşlerine ödeneceği ya da kız çocuklarını okula göndermeyenlere erkek çocukları için de eğitim yardımı yapılmayacağı gibi hükümlerin bulunduğu toplu iş sözleşmeleri imzaladılar. Kadınların evde kendilerine, çocuklarına şiddet uygulayan eşlerini partiye şikâyet ettiklerine tanık oldum. DTP’nin tüzüğünde kadına yönelik şiddetin disiplin suçu sayılacağı, birden fazla evlilik yapan erkeklerin parti karar ve yönetim organlarına, milletvekilliği ve belediye başkanlıklarına aday olamayacakları yazıyor. Ama bir yandan da başka dinamikler işliyor; kadınlar şiddet görmeye, namus adına öldürülmeye ya da Bilge köyünde olduğu gibi topluca katledilmeye devam ediyor tabii.

Pınar Öğünç - Radikal
Yayın Tarihi : 23 Mayıs 2009 Cumartesi 21:24:14


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?