2
Mayıs
2024
Perşembe
KİTAP

ADLARINI BİLE YAZAMADIK

Fethiye Çetin ve Ayşe Gül Altınay'ın Torunlar kitabı, 1915 olaylarının ardından Anadolu'da kalan mühtedi Ermenilerin öykülerini, onların torunlarının gözünden anlatıyor.

Yazar Fethiye Çetin, 2004'te anneannesi Heranuş'u anlattığı Anneannem kitabında bir mühtedi torunu olduğunu açıklamıştı. Yani, anneannesinin başka bir dine mensupken sonradan Müslüman olduğunu. Şimdi, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Ayşe Gül Altınay'la birlikte Fethiye Çetin, kendi durumunda olan mühtedi torunlarıyla görüştü, dört yıl süren araştırmaları Metis'ten çıkan Torunlar kitabında bir araya getirdi. 1915'te ya da öncesinde Müslümanlaştırılarak Anadolu'da kalmış Ermeni çocuklarının hikâyelerini torunlarının ağzından anlatan kitapta, sadece iki torun kendi isimleriyle yer alıyor. Diğerleri ise, aradan yıllar geçse bile, korkular nedeniyle isimlerini gizlemek istemiş.

- Anneannem'den sonra şimdi de Torunlar... Bu projeyi birlikte kotarma fikri nasıl doğdu?
F.Ç: Anneannem'in yayımlanmasıyla birlikte çok sayıda 'torun' beni buldu. Anlatacak hikâyeleri vardı ve bu hikâyeleri paylaşabilmek için kimi kez akıl almaz yöntemler de kullanarak bana ulaştılar. Birbirinden acı ve hüzünlü bu hikâyelerin çokluğu, çeşitliliği yanında, anlatacak hikâyesi olanların bu hikâyelerini paylaşmadaki istekliliği ve heyecanlarının yoğunluğu dikkatimi çekti. Ayşe Gül, Müge (Gürsoy Sökmen) ve Nadire (Mater) ile buluştuğumuz bir gün, bu konuyu konuştuk. Torunlar bu buluşmada şekillendi.

A.G.A: "Bir kitap okudum, hayatım değişti," sözü benim açımdan Anneannem için geçerli. Anneannem kitabından ve aynı dönemde yayımlanan Sofranız Şen Olsun'dan (Takuhi Tovmasyan) ve Osman Köker'in Sireli Yeğpayris (Sevgili Kardeşim) sergisinden yola çıkarak 2005 yılında düzenlenen Ermeni konferansında bir sunum yaptım. Bu üç çalışmayı çok önemsemiştim çünkü onlarla birlikte, bir çeşit 'tezler savaşı'nın hâkim olduğu (Ermeni tezi mi kazanacak, Türk tezi mi?) ve tüm yanıtların 'arşiv'de arandığı bir tartışmaya anneanneler, yemekler ve kartpostallar katılıyordu. Bu süreçte aslında Fethiye gibi ne kadar çok 'torun' olduğunu ve hikâyelerini paylaşmak istediklerini keşfettik.

DEVAM EDEN AİLE SIRLARI
- 1915'ten sonra hayatta kalan Ermeniler daha çok hangi yöntemlerle hayatta kalmış?
F.Ç: 1915'te Ermeni kadınların bir kısmının Müslüman erkeklerce eş veya ikinci eş (kuma) olarak, çocukların ise yine Müslüman ailelerce koruma, işgücünden yararlanma ya da istismar amacıyla alındığını görüyoruz. Bütün bu hayatta kalma biçimleri, çok az istisnai durum hariç, Müslümanlaşarak mümkün oluyor.
A.G.A: Aslında bu çalışmanın bizi en çok şaşırtan yanlarından biri, hayatta kalma biçimlerinin çeşitliliğiydi. İlk başta görüşeceğimiz 'torunlar'ın tek başına Müslüman ailelere girmiş Ermenilerin torunları olacağını varsaymıştık. Fakat bu tür hikâyelerin yanı sıra, teker teker hayatta kalıp birbirini bulan veya birbiriyle buluşturularak evlenenlerin de hikâyelerini dinledik; bir süre sonra Ermeni veya Süryani olarak Türkiye'de veya Türkiye dışında yaşamaya devam edenlerin de...

- Neden kızlar ve oğullar değil de, torunlar. Hayatta olmadıkları için mi?
F.Ç: Bu nineler-dedeler yıllarca acı hatıralarını içlerinden tekrarlıyorlar ya da en yakınlarının kulaklarına fısıldıyorlar. Hikâyeler genellikle 'aile sırrı' olarak gizleniyor ama unutulmasına da izin verilmiyor. Kulaktan kulağa, özellikle ailenin kadınlarından kadınlarına akarak günümüze ulaşıyor. 1915'i yaşayan ilk kuşak, yaşadıkları felaketin büyüklüğünden ve bunun ruhlarında açtığı yaranın derinliğinden ve korkudan olsa gerek, suskunluğa büründüler. İkinci kuşak, yani onların çocukları bu suskunluğu devam ettirdi. Bu suskunluğu kıran ve dedelerinden ninelerinden devraldıkları acı hatıraları sese dönüştüren torunlar oldu, torunlar konuşmaya başladı.

- Nineler, dedeler hiç anlatmamışlar mı eski zamanlarını, ailelerini, yaşadıklarını?
A.G.A: Burada da büyük bir çeşitlilik söz konusu. Bazı nine ve dedeler 1915'te yaşadıklarını ve 1915 öncesi hayatlarını çocuklarına ve torunlarına çok çarpıcı ayrıntılarla aktarmışlar, bazıları ise hiçbir şey aktarmamış. Aktarmayanların neden aktarmadıklarını bilemeyiz, hayatta olmadıkları için onlarla konuşma olanağımız yok. Korktukları için de konuşmamış olabilirler, konuşmak çok zor olduğu için de. Görüştüğümüz kişiler, nine ve dedelerinden dinlediklerine veya okuduklarına, öğrendiklerine dayanarak 1915'te olanları çok farklı biçimlerde ifade ettiler. Kullandıkları kavramlar "kafile/kafle", "sevkıyat", "tehcir", "götürme", "göç", "sürgün", "katliam", "soykırım", "o günler"...

KONUŞMAK HÂLÂ ZOR
- Ermeni bir dedeye ya da nineye sahip olmak, hâlâ anlatılması güç bir şey mi?
F.Ç: Çok sayıda torunla konuştuk ancak bunlardan pek azı hikâyesini kaydetmemize izin verdi. Anlatıcıların kimliklerinin bilinmeyecek oluşu dahi korku ve kaygıları gidermeye yetmedi. Bu durum, 1915'i, kamusal alanlarda ve alenen ninelerimizin dedelerimizin acıları üstünden konuşabilmenin bile hâlâ ne kadar zor olduğunu gösterdi.

- Bütün mühtedilerin yardımsever olduğu anlatılıyor kitabınızda.
A.G.A: Bazı torunlar ninelerinin-dedelerinin sevilmeyen özelliklerinden de bahsediyorlar ama haklısınız, ağırlıklı olarak onların olumlu özelliklerine vurgu var. Bunun birkaç sebebi olabilir: Nineler-dedeler kendilerini 'yalnız' ve 'farklı' hissettikleri için kabul görmek adına özellikle yardımsever, çalışkan, titiz olmuş olabilirler. Veya torunlar onlara duydukları sevgi ve şefkat duyguları nedeniyle bu yanlarını ön plana çıkarmayı seçmiş olabilirler.

- Dinlediğiniz hikâyelerde ne tür benzerlikler keşfettiniz?
A.G.A: Tüm hikâyelerde karşımıza 'suskunluk' ve onun verdiği acılar çıktı. Bazı torunlar nine ve dedelerini tanımamış bile. Ama onların varlığı ya da onların varlığının etrafındaki sır perdeleri, ailelerinin bu konuyu gizleme çabaları hayatlarını derinden etkilemiş. Korku da tüm hikâyeleri birbirine bağlayan ana temalardan, duygulardan biriydi. "Ninemin-dedemin Ermeni olduğu açığa çıkarsa..." korkusu, bu yüzden dışlanma korkusu, devlet şiddetine veya ayrımcılığa maruz kalma korkusu pek çok kişi tarafından tartışıldı. Bir kişi, son dakikada hikâyesini kitaptan çekti. İsminin yayımlanmayacak olması bile yaşadığı korkuyu bastıramıyordu. Bir kısmı için bu korkuların gerçek hayatta karşılıkları da vardı. Nine-dedelerinin Ermeni olması nedeniyle ayrımcılığa uğramışlar, aşağılanmışlar, işlerini kaybetmişler veya iş bulamamışlardı. Birisi bu 'öteki kimliğinin' keşfedilmesinden korkup nasıl 'soğuk terler' döktüğünü, 1980 sonrasında da bu yüzden Mülkiye Müfettişliği görevinden alındığını anlattı, mesela.

- Neden çoğu isim gizli?
F.Ç: Bu her birimizin kendimize sormamız gereken bir soru. Bu hepimizin ayıbı. Neden isimler hâlâ gizli, neden bu hikâyeleri anlatırken insanlar bu kadar zorlanıyor? Aradan bu kadar yıl geçmişken neden biz hâlâ bu hikâyeleri gerçek isimlerle değil de rumuzlarla yayımlamak zorunda kaldık? Bu durumun oluşmasından ve hâlâ sürüyor olmasından kimler sorumlu? Benim de bu sorumlulukta bir payım var mı? Bu soruları hepimizin sorması gerekiyor.

- Kitabınızda acıları yarıştırmamaya özen göstermişsiniz. Ama elbette dinlerken, yazarken zorlanmışsınızdır... Yanılıyor muyum?
F.Ç: Dinlerken de zorlandık, yazarken de. Dinlerken de ağladık, yazarken de... Her bir hikâyeyi yüksek sesle okuma yöntemini denediğimiz son okumalar sırasında dahi zaman zaman sesimizin titremesine, gözlerimizin dolmasına engel olamadık.

TORUNLAR 'I YAZARKEN HRANT DİNK'İ KAYBETMEK...
- Torunlar'da, geçmişteki acıları tanıyarak bunların bir daha yaşanmaması için bir davet var sanırım.
A.G.A: Görüştüğümüz torunların önemli bir kısmının hikâyesinde bir çokkatmanlılık var. Tüm acıları, tüm deneyimleri, hiyerarşi gözetmeden ciddiye almaya, farklı acılar arasındaki ilişkileri görmeye ve hepsini birden ortadan kaldırmaya bir davet var. Biz bu çalışmaya devam ederken, bu davetin Türkiye'deki en güçlü seslerinden biri, sevgili Hrant Dink bizden zalimce koparıldı. Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın Vicdan Filmleri çalışmasında da kullanılan bir sözü var Hrant'ın: "Sağduyunun, vicdanın sesi suskunluğa mahkûm edildi. Şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor." Torunlar kitabının bu arayışa mütevazı bir katkı sunması en büyük temennimiz.

F.Ç: Ayşe Gül'ün söylediklerine şunları da eklemek istiyorum. Anneannem, o günleri anlatırken her acılı anının arkasından bir süre suskunluğa bürünür ve sonra "O günler gitsin geri gelmesin," derdi. O günlerin gitmesi ve geri gelmemesi, öncelikle o günlerin hatırlanması, o günlerde yaşananların bilinmesiyle mümkün. O günlerde yaşanan acıların ve kayıpların yasının tutulmasıyla mümkün. Hikâyeler bize, travmatik anıları sese dönüştürme, hatırlama, anlama, öğrenme, birlikte yas tutma yolunda önemli fırsatlar sunuyor.

Müjgan Halis - Sabah
Yayın Tarihi : 1 Kasım 2009 Pazar 18:35:31


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?