Foto muhabirliği zor iştir. Ben kenarından köşesinden yaptım. Milliyet’te çalıştığım dönemde dış görevlere genelde tek başıma makinemle çıkardım. Golan’ı Suriye tarafından çektiğim fotoğraf dokuz sütuna açılınca çok mutlu olmuştum ama biliyordum, iş burada değildi. İyi foto muhabiri olmanın başka birçok kriteri vardı. Mesele röportajın konusunu en iyi şekilde aktaracak fotoğrafları çekebilmekti.
Filistin’de bir çatışma anı mı? Bütün muhabirler çatışma anında elinde makinelerle çalışıyor olurdu zaten. Çok sayıda iyi fotoğraf da çıkabilirdi. Önemli olan orada o çatışmanın aktörlerini ya da koşullarını en iyi anlatacak fotoğrafı çekmekti. Olayların akışını değiştirmeden tabii. Ya da önemli bir şahsiyetle görüşülüyorsa, diyelim ki bir muhalefet lideri, portresi hem o adamın liderliğini hem de muhalifliğini, varsa başka özelliğini de anlatacak bir fotoğraf olmalıydı.
Aslında o dönem bizdeki gazeteler öncelikle muhabirinin olay yerinde olduğunu gösteren fotoğraflar isterlerdi. Yani olay yerine varınca ‘Cehenneme girdik, hem de ilk biz’ tadında başlıklarla verilebilecek, fonda yıkıntı, önde muhabir olan fotoğraflar... Bazılarında muhabir eliyle olay yerini de işaret ederdi. Muhabir kan ter içinde o fotoğrafı çekip koştura koştura yıkatır ve gazetenin baskısına yetiştirirdi. Beceremezsen yerdin fırçayı. Sanki bütün operasyon boşa gitmiş gibi muamele edilirdi.
Yıllar içinde o anlayış biraz değişti. Şimdi sadece röportajların vinyeti oluyor o tür fotoğraflar. Ama asıl değişen teknoloji. Foto muhabiri artık röportaja rulo rulo filmle gitmiyor, o ruloları gazetesine göndermek için ajansların kapısını aşındırmıyor. Açıyor bilgisayarı, fotoğrafı yüklüyor, yolluyor. Fotoğraflarını banyo etmek mecburiyeti de yok. Ben bu kadarını 22 yılda gözlemledim. Bir de Ara Güler’i düşünün. 60 yıldır mesleğin tüm kahrını çekerek foto muhabirliği yapan bir usta. Onun muhteşem hikayesi bir kitapta toplandı.
Gazeteci Nezih Tavlaş’ın Fotoğrafevi’nden çıkan Ara Güler röportajı, ‘Foto Muhabiri Ara Güler’, bu toprakların gelmiş geçmiş en yaman foto muhabirini anlatıyor. Hem biyografi, hem de içinde Ara Güler’in doğrudan anlatımı olduğu için otobiyografik bir tarafı var.
1950’lerin başında foto muhabirliğe başlayan Ara Güler’in ilk fotoğrafları İstanbul’un köklü Ermeni gazetesi Jamanak’ta yayımlanıyor. Yeni İstanbul, Hayat mecmuası derken, Ara Güler’in dünya birinci ligine, Life- TIME muhabirliğine terfi ettiğini görüyoruz. Meşhur Kumkapı balıkçıları foto röportajı gibi bir ‘ilk iş’ çıkaran Ara Güler’in evrensel değerlerle çalışan bu dergilerin has muhabiri olması sürpriz değil elbet. Görsel anlatıma hep ilgi duyan, çocukluğunu ‘Cinema Paradiso’daki gibi sinema filmlerinin arasında geçiren, canını yanan ruloların alevlerinden zor kurtaran, Camera ve Leica Photography dergilerini elinden düşürmeyen Ara Güler zekâsında bir adamdan başka ne beklenebilir ki?
Geçen yüzyıla damgasını vurmuş isimler, Bertrand Russell, Pablo Picasso, Alfred Hitchcock, Indra Gandhi, Sophia Loren ve daha kimler kimler onun objektifine bakıyor. Nemrud Dağı’ndaki heykelleri ilk kez çektiğinde, burada Hayat dergisi “Bize dağ-taş fotoğrafı getirme” diyor, orada Paris-Match dergisi ‘Muhabirimizin keşfi’ başlığıyla veriyor. Afrodisias’ı keşfi de burada aynı yaklaşımla karşılaşırken, onun araştırmaları sonucunda kazı başlıyor, Türkiye’nin en önemli ören yerlerinden biri ortaya çıkmış oluyor. Bu arada Paris-Match ve Life-TIME’ın yanında Stern’in de muhabiri olmak Ara Güler’i besliyor. Ara Güler, Türkiyeli bir foto muhabiri değil, dünya foto muhabiri çünkü. Burada beraber çalıştığı isimler arasında ise geçenlerde kaybettiğimiz Nezihe Araz’ı büyük saygıyla anıyor.
Kendi şansını yaratan adam
Sophia Loren’in yatak odasına nasıl girdiği, 1960 darbesini nasıl resimlediği, 1964’teki Kıbrıs harekatını nasıl çektiği, Picasso’ya nasıl ulaştığı, kafaları çekip kendini attığı Anadolu’nun ücra köşelerinden nasıl röportajlar çıkardığı, Hayat mecmuasının genel yayın yönetmeni Şevket Rado’yu neden ve nasıl kovaladığı, yıllarca bavullar dolusu film ve film banyosuyla nasıl seyahat ettiği ve bu yüzden gümrükçülere nasıl dil dökmek zorunda kaldığı, gittiği yerlerde otellerde nasıl karanlık odalar kurduğu, buradaki dergilerin verdiği harcırah yetmediği için yurtdışında nasıl yolsuz kaldığı ve her seferinde mesleğini yapabilmesi için baba parasının yardımına koştuğu, nasıl ‘Master of Leica’ olduğu, çok sonraları dijitalin nimetleriyle nasıl barıştığı, hepsi bu kitapta.
Ana fikir: Ara Güler’inki bir şans hikâyesi değildir. Şansı, Ara Güler bizzat kendisi yaratmıştır. Bu meslekte başarının en azından yarısı hazırlıktır, önemli bölümü cevvallik, küçük bir bölümü de tamamen bağımsız bir parametre olarak şans. Hazırlık olmadan şans hiçbir işe yaramaz. Ara Güler’in hayatı da bunu gayet iyi anlatıyor zaten.
Ama Ara Güler’in hayatı aslında çok daha fazlasını anlatıyor. Memleketin 80 yıllık tarihini. Zaten fotoğrafları bunun 60 yılını anlatıyordu, şimdi o anlatıma kendi hayatından kesitler ve anılar da eşlik ediyor.
Ara Güler’i merak edenlere, memleket tarihini anlamak isteyenlere ve foto muhabiri adaylarına ısrarla tavsiye edilir.