27
Mayıs
2024
Pazertesi
KİTAP

TENEDOS DİYE BİR YER VARMIŞ...

Anadolulu bir Rum olarak doğduğu Tenedos’tan (Bozcaada) malum sebepler neticesinde ailesinin aldığı kararla ayrılmak zorunda kaldığında 10 yaşındaydı. Dimitri Kakmioğlu, 30 yıl sonra başladığı yere döndü, ‘Anayurt’ kitabı da böyle doğdu

Birazdan okuyacaklarınız, 10 yaşında bir çocuğun köyünden, adasından, komşularından, kendisiyle ‘aynı’ ve ‘farklı’ olan arkadaşlarından ve eşeği ‘Tren’den ayrılmasından 30 yıl sonra, hikâyesinin başladığı yere dönüşü üzerine... Küçük adasından binlerce deniz mili ötedeki büyük yabancı adada yeni bir yaşam kurarken, biriktirdiği öfkeyi atıp geçmişle barışmanın, kimlik hanesine eskiden olduğu gibi Türkiye’ye dair duygular katabilmenin nasıl olduğu üzerine...
Kahramanımızın adı Dmetri Kakmi. Onunla şu günlerde, yeni çıkanlar raflarında ‘Dimitri Kakmioğlu’ olarak tanışacaksınız. Uzak diyarlardan yazılmış bir mektup gibi; E Yayınları’ndan geçtiğimiz hafta çıkan ‘Anayurt’ adlı, olay ve kişilerin tamamına yakınının gerçek olduğu bu roman...

Kakmioğlu, ki kendisi ismini tekrar bir zamanlar olduğu haliyle görebilecek olmaktan hayli memnun, romanı ‘Anayurt’ ile 1971’de 10’uncu yaş gününden bir hafta önce ayak bastığı Avustralya yılları öncesine gidiyor. Ait olduğu adaysa çok daha minik; adı Tenedos. Heredot’un deyişiyle, “Tanrı’nın insanlar daha uzun süre yaşasın diye yarattığı” yer... Kendisine uygun görülen ismiyle, Bozcaada...
Rumların son 50 yıl içinde, terk-i diyar etmek zorunda kaldıkları üç meşum tarihin sonuncusunda, 1971’de uzaklaştığı adasının sokaklarında tekrar yürümek için 30 yıl beklemesi, bu süre içinde yeni bir kimliğe bürünmesi, Türkçe’sini de travmatik bir reddedişle yavaşça terk etmesi gerekiyor. Penguin Books’un editörlerinden Kakmi’nin Tenedos’la yıllar sonraki buluşmasının neticesi, hasret gidermeyle kalmıyor neyse ki... Aksi halde 1969-1971 yıllarındaki Tenedos’u, 10 yaşında bir Rum çocuğun gözünden, çoğu zaman gülümseten bir dille anlatan ‘Anayurt’ da olmayacaktı...

Anayurt’un ana kısmı, Avustralya’ya yola çıkarken sonlanıyor. Melbourne’a vardığınızda sürekli, ilk haftanızda 10’uncu yaşınıza basacağınızı tekrarladığınızdan bahsediyorsunuz. Geçmiş de yeni yaşınızla birlikte silinecekmiş gibi... Son kısımda da 30 yıl sonraki buluşmanızı paylaşıyorsunuz. 10’uncu yaş gününden itibaren geçen zaman nasıldı? ‘Neden gidiyoruz’un yanıtını bulabildiniz?

Avustralya’da yeni bir yaşam kurmak çok zor oldu. İlk günümden itibaren geçmişin hasretini çektim. Ama bunu kolayca ifade edemiyordum. Tek bildiğim, 10 yaşımdan 22 yaşıma kadar, bilinmeyen birilerine karşı sert bir öfke duyduğumdu. Nedenini bilmiyordum, sadece kızgındım. Büyüdükçe öfkemin kaynağının Türkiye ve Türklerde yattığını fark ettim. Ama Avustralya’da yeni bir yaşam kurmaya da kararlıydım. Altı ayda İngilizce konuşmayı, okuyup yazmayı öğrendim. Müdür adımı Jim’e çevirdi, 10 yıl boyunca ‘Jim’ oldum. Rum olmaktan vazgeçmiştim. Bu, Türkiye’de yaşamaktan daha kötüydü aslında. Türkiye’de bizi dışladıysalar da en azından isimlerimizi kullanabiliyorduk. Yeni ülkeyse kimliklerimizi çalmıştı. Daima bir ayağım Avustralya’da, diğeriyse neresi olduğunu bilmediğim başka bir yerdeydi.

Bu travmatik durumla aileniz nasıl başa çıktı?

Annemle babam Avustralya’ya vardığımız andan itibaren Tenedos ve Türkiye hiç olmamış gibi davranmaya başladılar. Kimse sorularıma yanıt vermedi. Annemin bana, “Tenedos diye bir yer yok” dediğini hatırlıyorum. Avustralya evimizdi, burada yaşamayı öğrenecektik. Tenedos, hayalini kurduğum ama zamanla düşünmeyi unuttuğum bir yer haline geldi. Burada paraları ve daha fazla özgürlükleri oldu ama tüm göçmenler gibi kültürlerini, yaşam biçimlerini, dillerini özlediler. Avustralya’nın da Tenedos’u andıran yönleri vardı; ikisi de adaydı, ikisi de hayli ‘adalıydı’. 1970’lerde Avustralya çok içe dönüktü. Dış müdahaleden korkuyordu, yabancılar tolere ediliyor ama kabul de edilmiyorlardı. Türkiye’yi andırıyor değil mi? Tek fark, bizi öldürmeye kalkmamalarıydı. Şimdi Avustralya, farklılıkları kucaklamaya çalışan bir ülke haline geliyor. Başbakan’ın Aborijinler’den özür dilemesi büyük bir şanstı. Burada Türkiye için çıkarılacak bir ders var; geçmişindeki iyi ve kötü olayları kabullenmeyen bir ülke olgunlaşamaz. Kim olduğumuzu bilmenin yolu, nereden geldiğimizi bilmekten geçiyor. Türkiye’nin gidecek çok yolu var, Türkiye hâlâ inkar yolunu seçen bir ülke.

Avustralya’ya göç ettikten sonra Türklerle karşılaştınız mı? Nasıl bir ilişki kuruldu?

Sorunuzun yanıtını bir hikâyeyle vereyim. 13-14 yaşlarındayken babamla hastaneye gitmiştik. Geceydi, iki küçük erkek çocukla bir Türk aile (kadın örtülüydü) vardı. İngilizce konuşamadıkları, yardıma ihtiyaç duydukları belliydi. O vakitler hem Yunanca’yı, hem Türkçe’yi iyi konuşabiliyordum. Babam İngilizce bilmiyordu, yardım etmemi istedi, kabul etmedim. ‘Bu insanlar bizi evlerimizi terk etmeye zorladı. Bırakalım acı çeksinler’ diye düşünmüştüm. Bu sahneden çok utanıyorum. Geriye gidebilseydim hayatımda tek bir şeyi değiştirmek isterdim; o insanlara yardım ederdim. Başınıza gelenlerden ötürü tüm ulusu suçlayarak bir ömür geçiremezsiniz. Tüm bildiğim, mezara nefretle girmek istemediğimdi. Türkler bize korkunç adaletsizlikler yaptı ama Anadolu’yu işgal eden Yunanlar da aynısını Türklere yaptı, Kıbrıs’ta ve Balkanlar’da Türklere zulmettiler. Kökeni yüzyıllar öncesine giden ve hâlâ sürdürülen bir ideolojinin kurbanlarıyız. Bunun parçası olmayı reddediyorum.

Dönüp Türkiye’yle barışmaya ve bir romana başlamaya nasıl karar verdiniz?

1999’da Türkiye’ye gelmeye karar verdim. İçimde bir şeyler dönüp iyileşme sürecine başlamam gerektiğini söyledi. Dürüst olmam gerekirse, gelirken korkuyordum. Öldürülebileceğimi düşünüyordum. Babam ve akrabalarım öyle söyledi. İstanbul’da arkadaşım Sinan’ın olması, dönüşümü kolaylaştırdı. Adaya ilk ziyaretimizden sonra kitabı yazmaya karar verdim. Adada 30 civarında yaşlı Rum kalmıştı. Onlar da öldüklerinde, bir zamanlar burada olduğumuza dair hiç iz kalmayacaktı. Avustralya’da bir gazeteye makale yazdım. Bir yayıncı arayıp, makalenin içinde bir roman olduğuna inandığını söyledi. ‘Anayurt’ böyle doğmuş oldu.

Öğretmeniniz Levent, anne-babanıza, “Ya çocuklarınız size neden yabancı bir ülkede yaşadıklarını sorarsa?” diyor. Yaşamınızın herhangi bir aşamasında ailenizin Türkiye’den ayrılma kararını sorguladınız mı?

Kararlarını sorguladığım tek an, yeniden keşif yolculuğuna başladığımda oldu. Öncesinde kabulleniş vardı. 1999’dan başlayarak dört-beş yıl boyunca geçmiş, çok gerçekçi bir biçimde yanımdaydı. Her koku, her ayak sesi, her küçük olay kafamda canlandı. Kitabı bir çocuğun gözünden yazacağım için olması gereken de buydu. Türkiye’de bir ev kiraladım, ülkeyi gezdim. Bir yandan evimde hissediyordum, bir yandan da buraya ait olmama duygusuyla birlikte endişe doluydum. Kalma ya da gitme konusunda söz hakkım olmasını tercih ederdim ama bunu 10 yaşında bir çocukla nasıl yapabilirsiniz ki? Bu çıkmazdan kitabı yazarak kurtuldum. Başladığım andan itibaren de kitabın Türkiye’de basılmasını istiyordum. Daha sonra E Yayınları bana ulaşıp kitabı basmak istediğini söyledi. Böylece, hep burada bir yerlerde, bir kitaplıkta olacağımı biliyordum. Bir daha asla uzakta olmayacaktım.

Karakterlerinizden Sinan, 1955, 1960’lar ve 1970’lerde yaşananlarla ilgili hiçbir şey bilmediğini itiraf edip üzgün hissettiğini söylüyor. Türkiye’de büyük bir kesimin olan biten pek çok şeyi bilmediği, yerinde bir vurgu...

Türkiye, bir tür mecburi tarihi hafıza kaybı yaşıyor gibi. Rumları, Kürtleri, Yahudileri, Ermenileri, Pontusluları, diğer etnik grupları ve kültürel zenginliğinizin ortak bir havuzdan geldiğini görmemek üzücü bir durum. Bunun adı cahillik ve cehaletin mazereti olmaz. Kendini eğitmek, her bireyin sorumluluğudur. Türk çocuklarına zengin, karmaşık ve bazen şiddetli miraslarını öğretmenin de Türkiye Cumhuriyeti devletinin görevi olduğunu düşünüyorum.

Romanın bir yerinde anne-babanızın 6-7 Eylül olaylarından bahsettiğini görüyoruz. Siz ne zaman öğrendiniz 1955’te olanları?

Kulağımda 1955 ve 1964 saldırılarının fısıltılarıyla büyüdüm. Tek anladığım, Türklerin bizi istemediği, bizi öldürebilecekleri ve gitmemiz gerektiğiydi. Avustralya’daki Türk arkadaşlarına rağmen babam hâlâ bu korkuyla yaşıyor. Türkiye’ye her gelişimde fazla konuşmamam konusunda uyarıyor. Kitapta neler olduğunu bir bilse! Ben de hâlâ korku taşıyorum. Ama ödlek olarak ölmektense konuşmayı tercih ederim. 1955 ve 1964’te olanları okudum, akrabalarımla konuştum. Birkaç sene önce İstanbul’da 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili bir fotoğraf sergisi olduğunu gördüğümde hayrete düştüm; Türkiye’nin bu utanç verici olay hakkında açıkça konuşabildiğini kavrayamıyordum. Anladım ki gerçeği bilmek isteyen insanlar var. O sergide, hayatımda ilk defa, annemle babamın o dönemde yaşadıklarıyla yüzleşmiş oldum.

Bir kafede karşılaşıp İngilizce konuşmaya başladığımızı varsayalım. Size ‘Nerelisiniz?’ diye soruyorum...

Yanıtım, ‘Türkiyeliyim’ olurdu. Anayurduma güçlü, bir yandan da kırılgan bağlarla bağlıyım. Tüm aşklar gibi uzaktan yaşamak en iyisi. Belki gerçeklikler beklentileri karşılamıyor ama bu beni özlemekten ve ‘Ya öyle olmasaydı...’ diye düşünmekten alıkoymuyor.

‘Ayaklarımın altında toprak şarkı söylüyor’

Geçenlerde iki Türk arkadaşım babamla görüşmek istedi. Birlikte bir Yunan-Türk filmi olan ‘Bir Tutam Baharat’ı (Politiki Kouzina) izledik. Arkadaşlarım babamla çok iyi anlaştı, Türkçe konuştular. Ve bana, Türkçe konuşan bir Yunan’la karşılaşacaklarını sandıklarını ama Yunanca konuşan bir Türk’le karşılaştıklarını söylediler. Babamın Türkçe’si tuhaf şekilde Yunanca’sından çok daha akıcı, hareketleri Türk gibi. Bir Türk dergisi editörü, Türkiye’deki gezilerimle ilgili bir yazıyı okuduktan sonra “Sen benden daha Türk’sün” demişti. Etnik kimliğim sorulduğunda Greko-Türk olduğumu söylüyorum. Ben Anadolulu bir Rum’um. Bu, kanımda dünyanın en büyük imparatorluklarından ikisinin izlerini taşıdığım anlamına geliyor: Bizans ve Osmanlı. Kendimi çok fazla Yunan hissetmiyorum, Türklerle daha rahat hissediyorum. Yunan ve Türk, Müslüman ve Hıristiyan karışımıyım. Yunanistan’a, 1971’de geçirdiğim bir gün dışında hiç gitmedim. Türkiye’ye ise artık her sene geliyorum. Burası, toprağın ayaklarımın altında şarkı söylediği yer. Hikâyemde de vurgulamak istediğim, kişisel yolculuğum. Tüm Anadolu Rumları için konuşmuyorum. Türkiye’de bir Rum’dum. Avustralya’da Yunan’dım. Şimdi Türklük dokunuşları olan Avustralyalı bir Rum’um.

Bahar Çuhadar - Radikal
Yayın Tarihi : 29 Mart 2009 Pazar 15:31:00
Güncelleme :29 Mart 2009 Pazar 15:46:37


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?