27
Mayıs
2024
Pazertesi
KİTAP

"Susanlar" kitabı çıktı

'Susanlar’, Bilge Karasu’nun yazdıklarının tortusu sayılabilir. Eski tarihli metinleri, şiir denemeleri ya da kitaplar ve yazarlar üstüne yazıları okurlarında kuşkuya yer vermeyecek ölçüde açık Bilge Karasu metinleridir. Bu nedenle ‘Susanlar, ‘Bilge Karasu’dan kalanlar’ biçiminde okunabilir

“Okumadığım her kitap yenidir benim için,
yazılışı üzerinden 3000 yıl geçmiş olsa da...”
Bilge Karasu

Bilge Karasu’nun dokunulmazlaşmaya başladığı yıllar da 1980’lerden sonrasıdır. Bir yazarı sonunda neredeyse eleştirinin dışına çıkaran bu tür yüceltmeler hemen her zaman bir ‘zor’un sonucudur. Bu zorun edebiyat kültürümüzün çeşitli nedenlerle dile getirdiğim eksik oluşumundan kaynaklandığını belirtebiliriz, ama bu arada gününde değerlendirilmemiş olanın anlaşılabilmesinin koşullarının oluştuğunu da saptayarak. Edebiyatta doğrunun yanlışın üstüne yürüyebilme cesareti yazınsal bilginin somut bilginin üstüne çıkmaya başladığı koşullarda güçlenir. Çünkü egemen olan anlayışlar hep edebiyat dışından güç alır. Derin bir çatışmanın, karanlık ile kültürel bozuşum ânından kendini tamamlayabilme keşiflerinin bir arada yaşandığı dönemlerde, eskiyenler geride kalırken gecikenler kendini gösterme fırsatı bulur.

Oğuz Atay’ın 1971’den hemen sonra herkesin tanımlamakta güçlük çektiği Tutunamayanlar’ı nasıl 1980’den sonra kısa sürede kült bir romana dönüşmüşse, Bilge Karasu da aynı yıllarda, daha doğru anlaşılmıştır. O elbette her zaman aynı yerdeydi, ölümünden bunca yıl sonra derlenip yayımlanan Susanlar’daki, önceki kitaplarına bile girmemiş metinlerine bakınca da anlaşılıyor bu, ama edebiyatımızdaki geleneksel anlayışı da ürkütmüştür onun metinleri.
Susanlar’ın hemen ilk metni, 1952’de yayımlanmış ‘Depo’, tipik bir Bilge Karasu metnidir ve bu tür metinleri yüzünden Bilge Karasu, kendisinin çıkmaya hiçbir zaman gönül indirmeyeceği bir sırça köşke onu tam olarak anlayamayanlarca yerleştirilmiştir. ‘Depo’ sözgelimi, neden söz ediyor? Büyük büfenin ardından ara sıra çıkıp odada akıp giden farenin akıbetiyle mi ilgilidir; kendini dışarıdan büsbütün soyutlamış bir belirsiz anlatıcının varoluşsal sıkıntısını mı anlatır; depoda satılmayı, ışığı bekleyen bir eşyayı mı; yoksa insanın, çoğu kez istemediğimiz, onaylamakta güçlük çektiğimiz bir halini mi?..

‘Ne yapacağını, ne yazacağını, ne istediğini pekâlâ biliyor’
Bilge Karasu buydu işte. Bu tutumu, bilinenleri yinelemek yerine, nesnesini o güne dek görüldüğünden bambaşka biçimde görmeyi amaçlamak, yepyeni bir görme alışkanlığının bulunmadığı yerde kendine özgü bir görme biçimi edinmek biçiminde açıklanabilir. Bilge Karasu Susanlar’ın, en azından benim için, en ilgi çekici bölümü olan ‘Yazar-Okurun Defteri’ ile ‘Diğerleri’ bölümündeki yazı ve değinilerinde Vüs’at O. Bener’in Yaşamasız kitabından söz ederken kendi tutumunu da açıklıyor. Yalınkılıç bir eski zaman eleştirmeni olan Tahir Alangu’nun Yaşamasız’ı “bir tek şeyi bile hakiki bir aydınlık içinde görememekle” suçlayan yargısına karşı, Bilge Karasu da, “Ne var, okur yalnız Bay Alangu’nun deyimiyle, böyle karanlığa gelip dayanmış hikâyeler öldüğü zaman sapasağlam kalacak olan bizim gerçeklerimizin aydınlık hikâyeleri’ni okuya okuya tembelleşmişse, bir yazar bundan sorumlu tutulmamalı,” diyor.

Kaldı ki bu tartışmanın olduğu yıl (1958) ve öncesinde Vüs’at O. Bener’in yazdıklarının pek çok yazar ve eleştirmence yadırganıp tuhaf bulunduğunu biliyoruz, ama aynı öyküler bugünün gençlerince bile aydınlık, açık, anlaşılır metinler olarak okunuyor. Demek ki Bilge Karasu gibi yazarların yazdıklarını ‘bize benzemez’ oluşları yüzünden yargılayıp yazarı kendi istemlerinin dışına çıkarma zoru, edebiyatımızın eskil alışkanlığıdır. Bilge Karasu da, Vüs’at O. Bener gibi, ‘ne yapacağını, ne yazacağını, ne istediğini pekâlâ biliyor’. Bu arada ‘kolay anlaşılmamak’, tamamıyla yazınsal bir çözümlemeyi gerektirir. Kaldı ki Bilge Karasu, kendi yazınsal uzamı içine girmeyi başarabilen okur için anlaşılmaz olmaktan çıkıp yeniden okumalara açılabilen metinler yazmıştır ve o metinler sabırla kusursuzlaştırılmaya çalışılırken okurun önüne esnek bir çoğul anlam dünyası getirir.

Bilge Karasu da sonunda yalnızca tam anlaşılabildiği için dokunulmazlık değeri kazanmadı. Troya’da Ölüm Vardı’dan Kılavuz’a, yazdıklarından anlaşılabilenlerin hiç kuşku yok ki daha ötesini amaçlamış bir yazar olmasına karşın, pek çok benzeri gibi, tam anlamıyla çözümlenmedi, ama anlaşıldı. Hem edebiyat kültürünün onun varlığını içselleştirme esnekliği çoğaldı, hem de okuma kültürünün düzeyi yükseldikçe yazdıkları daha yakına gelmiş oldu.

Bilge Karasu yazdıklarının okurlarınca anlaşılmasını istiyordu, ama kendisi nasıl çoklarının yürüdüğü yoldan gitmeyi seçmemişse, okurun da aynı yoldan gelmesini bekledi. Dolayısıyla okurları onun yazdıklarının anlambiçimini çözümleyebildiği ölçüde yürür o yolda. Bir yazarın başka türlü düşünmesi beklenebilir mi? Belki zor olan şu: Bilge Karasu’yu sorunsuzca anlayabilmek için okuduğumuz metinlerinin anlam kodlarını çözmek gerekir, bu kodların yarattığı soyut dinamiğin iç yasaları çözüldükçe de anlaşılmayanlar kalmayacaktır. Sonunda yalnızca düz-okuma biçimleriyle yetinemeyiz; yazınsal yapıtın üretme yetisine sahip olduğu anlamların içsel ve dışsal nedenlerini umursayan nitelikli okuma da var ve bu tür okumalar kıyıda kalmış bile olsa, onların varlığıyla okuma kültürü yükselmektedir. Okuru her zaman açık ve doğrudan anlatımlı metinlerin yanında görüp kapalı ve daha güç anlaşılır metinlerden uzak tutmaksa, Ferit Edgü’nun, “Okuru adam yerine koymak. Ondaki yaratıcılığa, düş gücüne inanmak,” sözünü hatırlatıyor.

Söz, dönüp dolaşıp ‘söz’e gelir
Bilge Karasu’nun kılı kırk yararak yazdığını okur da bilir. Onun saygınlığı, değeri buradan gelir. Bu soydan yazarların niçin az yazıp yayımladığının yanıtıdır bu. Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener, Leyla Erbil ya da Hulki Aktunç, gerek dil, gerek öteki metin içi yapımbiçimlerini, kuşkuları bütün bütüne yok edecek bir titizlikle yaratmıştır. Bu tip yazarlar artlarında tartışmaya neden olabilecek tortular bırakmamakta da titiz olur, tersine örnek pek görülmez ve neden sonra yayımlanabileceklerle ilgili kararları da yaşarken verip giderler.

Yazının sıkı denetimi hangi noktada belirir: elbette dil içinde. Sözü yoğunlaştırıp, dili, yazarının tutumuna göre çeşitli düzeylerde kendine kapanmaya zorlayan, sozcük sayısının azaltılması değil, kullanılan sözcüklerin ve sözlerin yer aldığı bağlama göre anlamın çoğalmasıdır. Yazınsal dil bu yoldan yetkinleşirken, okurun da, kullandığı her sözcüğü hassas biçimde tartan yazarın yanında olması gerekir.
Susanlar da Bilge Karasu’nun yazdıklarının tortusu sayılabilir, ama burada içimizi serin tutmamızı gene bu kitaptaki metinler sağlıyor. Eski tarihli metinleri, şiir denemeleri ya da kitaplar ve yazarlar üstüne yazıları okurlarında kuşkuya yer vermeyecek ölçüde açık Bilge Karasu metinleridir. Bu nedenle Susanlar’ın “Bilge Karasu’dan kalanlar” biçiminde okunmasında sakınca görmüyorum. Sonunda kitaplara girmemişse, pek çoğu tutunabilecekleri bağlamı bulamadıklarındandır. Yoksa Susanlar’ın başındaki öyküler de tipik metinlerdir, sonundaki yazılar da.
Susanlar’dan ya da Bilge Karasu’dan söz açan yazıların dönüp dolaşıp sözü dile getirmemesi olanaksız. Bir kusursuzluk arayışının bu denli hassaslıkla tartıldığı metinlere sık rastlanmaz. Dolayısıyla Susanlar’ın derlenmesinde yapılmış bir küçük yanlışı belirtebiliriz. Kimi ‘Öztürkçecilerin’ de bir zamanlar Türkçe sandığı ‘diğer’ sözcüğünü hiç sevmeyen Bilge Karasu’nun Susanlar kitabındaki yazılar düzenlenirken, çeşitli konular üstüne yazılmış olanlar ‘Diğerleri’ başlığı altında toplanmış. Oysa bu bölümün başlığı olarak ‘Ötekiler’ ya da ‘Öbürleri’ seçilebilirdi. Susanlar’ın yeni basımında değiştirilmesi dileğiyle...

******************************

İlk Susan
Senin için yazmamış olduğum bütün aşkları, yeniden, baştan, yazmayı istedim. Sana.. hepsi senin olacaktı... Suçunu kimseye yükleyemem bir aşk sabahı yoluna çıkışımı. Gözyaşları ardına süzülen dünyaların kırık titrekliği ile eriyordun ışıkta. Işıklaşıyordu kapkara saçların. Başın önüne eğikti ve daha seni bilemeden, yüzünün yeniliğinde susmağa başladım. Üç defa ışıktan çalmak istedim seni.. bir kolun, bir koltuğun, bir elin kavrayışında. Üçüncüde ben kasıldım. Sense denizle ışığın boğuştuğu yerdeydin. Kış henüz geriniyordu; ötende nisanlaştı. Mevsimler uzunluğunca peşinden geldim.

Susuyordum hep. Ama, yanına gelip, durduğumu, durup durup daldığımı, senin için söylediğim sözleri yanındakilere dönerek söylediğimi fark etmişsindir. Bir deniz kenarında, bir gün köprü üstünde, bir de kof bir lodosun çalkantısındaki güvertede, bakıp gülmüştün. Susuyor, anlıyor ve gene susuyorsun sanmıştım.
Bir gün bir çocukluk resmini çıkardın bir kitabının içinden; kokulu, kırışmış. Aldım.. konuştuk. O zaman, nihayet çözülebilen iplerini gerisinde sürüyerek açılan bir sal gibi, arzuyu attığımı duydum. Gecesi, bir elektrik feneri altında, gözüne kaçan bir kirpikle uğraştım. Başını, öylece durgun ve boş, önüme uzatan ikinci çocuk oluyordun. Kirpiği çıkardıktan sonra bir an bakmıştım kapalı gözlerine. Başlarımızın arasından rüzgâr güç süzülecek oldu. Nefeslerimiz, nefesimiz ondan kuvvetli idi. Açılan gözlerinde iki yumuşak fener gördüm. Karanlıkta güneş titredi; deniz, sayısız hayvan yıllarının sesiyle uğuldadı... Uzaklaştın. Ayrıldık. Yürüdün ışığın altından. Ardında asfalt, ışıkla beraber eriyordu adımlarının içinden, sessizlikte.

İşte o zaman seni, aşılmak istenmeyenin, kendi kendince diretilenin en büyük aşkında, vermemeğe mahkûm ettim. Saçlarının rüzgârı, derinin yıldızlılığı dindi, söndü. Denizlerin, una çevirdikleri kayalıkların anısında, gidip gelen elemini duydum. Zira denize, bu kumsaldan ancak çekilmek kalır. Sense, bu çekilmenin öldürücü sarılışında başkalarını hatırlayarak ağlıyordun. Gözyaşını silemedim: Deniz kurutamaz; tuzu ise yıldızlardan da yakıcı diyorlar.
Ağlıyordun. Sana sarılıp, içinde, bir sıraya girmemi istediğinden. Sen karaya, sağlam toprağa doğru geriliyordun. Bense...

Bir kedicesine gelip yanıma oturduğun temmuz gecesi, aramızda karanlıkla olgun bir dal yükü vardı: Aşılacak bir şey kalmamışlığın yemişi.
Oturduğumuz tahta sıranın her bir çubuğu sert ve serin, çok serindi. Deniz sakin, ağaç sancılı... Kendimizi tekrarlamayalım, demiştim. Kanıyordum hep, sense emiyordun, bereketli toprakların bencilliği ile. Boyuna kanıyordum. Doymamış olacak, dedim, “Bir daha...” dediğinde. “Son bir kere; ama bir daha.”
Aralık kapıların ayrılığında kanıyordum. Uykumda kanadım gene ve kan, bitmek bilmez sevinci ile, akıyordu hep, karanlık analıklara doğru.
Ertesi gün, tesadüf bilmezliğin akışı ile anlattılar seni: “El tutmanın on yedi şeklini okutur,” dediler. Ben hâlâ cömertliğimde, kanıyordum. Işığın damlasına bile lâyık göremedikleri hayatını, başkalarına ait dünyanı söylediler. Pıhtılaşan kanlarımı arzu parçaladı. Kirli suyu sızdı kanın, bu parçalar arasından.

Gece, karanlıkta, kanımı tabanlarında vıcıklaştıra vıcıklaştıra yaklaştın. Boğan, dirilten, zemberekçesine toplayan bir arzu ile yeniden kanadım.
Nihayet sarılmamı umarak gelmiştin. Ondan sonrası kolay gözükmüştü herhalde.
Başlamıştım ama... Kanımın ötesinde, ayrıldık. Gittin, son olarak. Yalnızım şimdi. Karanlık, kansız. Kimseler gelmesin yanıma. İçten sevinç taklidi ile selâmlaşmaya mecbur olmayalım. Yürüyeyim...

İçime, birden öyle geldi ki, hayatım, sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak... Sonra uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışıkları... Her şeyin ölüme doğuşu, yeniden ölümle...
(Kitaptan, Seçilmiş Hikâyeler, sayı 12, Ocak 1953)

SUSANLAR
Bilge Karasu
Hazırlayan: Serdar Soydan
Metis Yayınları
2009
256 sayfa, 17.5 TL.

 

Radikal Kitap
Yayın Tarihi : 17 Şubat 2009 Salı 11:20:40
Güncelleme :17 Şubat 2009 Salı 11:58:01


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?