28
Mayıs
2024
Salı
KİTAP

Başı öne eğildi mi eğilmedi mi?

Araştırmacı yazar ve gazeteci Emin Karaca, yazar Hıfzı Topuz’un “Başın Öne Eğilmesin/Sabahattin Ali’nin Romanı” adlı eserindeki yanlışları tek tek açıklarken,  Sabahattin Ali’nin öldürülmesi üzerindeki sır perdesini kaldırdı veya bu konudaki 'ezber'i bozdu...

Genç neslin, müziğini Kerem Güney'in bestelediği  "Başın öne eğilmesin/aldırma gönül aldırma" şarkısıyla tanıdığı  yazar ve şair Sabahattin Ali romanını yazan Hıfzı Topuz'un yanlışlarını bulan Emin Karaca’nın yazısını ilgiyle okuyacağınızı umarız...

İşte Emin Karaca’nın Hıfzı Topuz’un romanında tespit ettiği maddi hatalar ve Sabahattin Ali'nin öldürülüşünün üzerindeki "sır" perdesi...

Sabahattin Ali’nin Romanı’nda gözüme çarpan yanlışlara dair…(1)

Geçen yaz başında, müjdeyi, kadim arkadaşım Öner Ciravoğlu verdi: Hıfzı Topuz Sabahattin Ali’nin romanını yazıyor! Sevindim, merak ettim, heyecanla çıkışını beklemeye başladım. 

Rahmetli Muzaffer Buyrukçu’nun cenazesinde, Teşvikiye Camisi’nin avlusunda karşılaşmamızda sordum Öner arkadaşa, ne zaman çıkıyor diye… Hıfzı Bey’e sormam gereken birkaç nokta var, kendisi dışarıda da, dönmesini bekliyorum, Eylül’de çıkacak dedi.
Gazetelerin kültür-sanat sayfalarında “15 Eylül’de çıkacak” haberlerini okuyup; daha kitapçılara dağılmadan 15 Eylül tarihli Radikal Kitap Eki’ne kapak olup, henüz ondan bir hafta önce çıkan kitabımın alt başlığının (Abdülkadir Pirhasan Hakkında Bilmek İstediğiniz Her şey) “Sabahattin Ali Hakkında Her Şey” şeklinde kullanılması merakımı daha da artırdı.. 

Sonunda dün akşam saatlerinde (20 Eylül) Beyoğlu İstiklal Kitabevi’nden aldığım kitabı; “Başın Öne Eğilmesin/Sabahattin Ali’nin Romanı- Hıfzı Topuz- Remzi Kitabevi, Eylül 2006, 264 Sayfa, artı bir forma fotoğraf albümü) hemen yollarda okumaya başladım. Biraz önce de bitirdim. (21 Eylül, öğle saatleri)

Hıfzı Topuz, Sabahattin Ali’nin Romanı’nı nasıl bir kurmaca ile yazdığını şöyle anlatıyor “Birkaç Söz”de: “Gerçekleri hiç bozmadan, abartmadan, olayları ve mektupları konuşmaya dönüştürerek, konuya gerekli ayrıntıları katarak bir kurmaca…”
Bu nedenden ben de burada gerçeklerdeki maddi bozukluklara işaret edeceğim:

1) “Günün birinde Aydın Erkek Ortaokulu’nda öğrencilerin dolaplarında Türkiye Gizli Komünist Partisi’nin Kızıl İstanbul adlı gazetesi bulundu.” (Başın Öne Eğilmesin, S.53)

“Türkiye Komünist Partisi; 1930’lu yılların başında, ülkenin dokuz kentine yayılmış “Sanat Mektepleri”nde örgütlenme, ajitasyon ve propaganda faaliyetlerini hızlandırmıştı. Aydın Sanat Mektebi de bu faaliyet alanlarından birisiydi. Ünlü hikayeci Sabahattin Ali de, 1930-1931 öğretim döneminde Aydın Orta Mektebi’nde Almanca öğretmenliği yapmaktaydı. Hikayecilik ve yazarlık ününün henüz daha başlarında bulunan Sabahattin Ali o dönem sol ve devrimci hareketin içinde bir “aydın” olarak; şehrin öğretmen ve öğrenci çevresini “anladığını anlatarak” aydınlatmaktaydı. Komünistlerin faaliyetlerinin peşindeki izlemeciler; Aydın Sanat Mektebi öğrencilerinin dolaplarına kadar ulaştılar Eylül 1931’de. Öğretmen Baha İzzet, Musa Oğuz (Emre) ve Sabahattin Ali yakalanıp içeri atıldılar. Aydın Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan yargılanmaları sonucunda öğretmen Baha, öğrenci İzzet ve Musa Oğuz (Emre) 25’er gün hapse mahkum edildi. Sabahattin Ali beraat etti. (Eski Tüfeklerin Sonbaharı, S.82)

Demek ki okul “Aydın Erkek Ortaokulu” değil, “Aydın Sanat Mektebi” imiş…

2) “…O günlerde cezaevine dört komünist kadın daha gönderildi. Aralarında 20 yaşında bir de kız vardı:Sıdıka.” (Başın Öne Eğilmesin, Sayfa:76)

“Aynı hapisanenin çatısı altında birlikte olduğu komünistlerden ayrıntılı olarak söz ettiği “27.7.33-Sinop” tarihli mektubunun sonlarında Sabahattin Ali, aralarında bir de kadının bulunduğu 4 komünistin daha geldiğini yazıyor: 

“Geçenlerde dört komünistin daha geleceği şayi oldu (yayıldı), birinin kadın olduğu söylendi ve bir Cuma sabahı dördü de çıkageldiler.Üç erkek, bir de yirmi yaşlarında Sıdıka isminde bir kız…” (İki Gözüm Ayşe, S.106) 

Biri kadın olan bu dört komünist kimdi peki? 

1932 1 Mayısı’nda TKP’liler gene yoğun bir ajitasyon ve propagandaya girişmişlerdi. İstanbul’da dağıttıkları bildirileri, bir yandan da çeşitli kentlere postayla gönderiyorlardı. Bildiriler Sıdıka’nın evinde hazırlanmıştı. Sıdıka Hanım; TKP MK üyesi, 1929 İzmir Komünist Tevkifatı davasında 4,5 yıl hapse mahkum edilmiş ve Diyarbakır Hapisanesinde yatmakta olan Hüsamettin Özdoğu’nun kız kardeşiydi. 1928’de Sovyetler Birliği’ne gönderilerek Leningrad Komünist Üniversitesi’nin Enternasyonal Bölümü’nde birkaç yıl kurs görmüştü. Bu Sıdıka Hanım 1930’lu yıllarda Kerim Sadi’nin, 1950’den sonra da Kemal Tahir’in eşi olan Semiha Demir’den başkası değildi. 

1 Mayıs 1932 eylemlerinde birlikte yakalandığı arkadaşları Şoför Emin Bilecan, Şoför Mehmet Lütfi ve Şoför Süreyya ile yargılanıp 4’er yıla mahkum edilmişlerdi. “Bir Cuma sabahı dördü de” Sinop Cezaevine çıkagelen komünistler de işte bunlardı… 

Sabahattin Ali, hikayelerinde betimlediği Anadolu insanlarını anlatır gibi, Sıdıka Hanım’ın portresini bakın nasıl çiziyor: 

“Sarı saçlı, oldukça güzel, zeki bakışlı bir İstanbul kızıydı.Eşyasını da yanına koydular: İçinde ne olduğu tahmin edilebilir bir bohça, ciltleri yırtılmış birkaç roman, isli bir çaydanlık ve şirket vapurlarında bulunan cinsten ufak bir portatif iskemle… Dört seneye mahkum idi. Dokuz ayını yatmış, üç sene üç ay daha yatacak.” 

Okumayı sürdürelim. Sanki bir Sabahattin Ali hikayesinin “gelişme” bölümü önümüzdeki: 

“Babası Kasımpaşa’da tuz inhisarı (tekeli) memuru imiş. Bir kardeşi de Diyarbakır hapishanesinde aynı cürümden yatıyormuş. İstanbul’dan ayrılırken annesi rıhtımın üzerinde düşüp bayılmış. 

Kendisi hiç kederliye benzemiyordu. Diğer arkadaşlarıyla beraber oturdular, gülüştüler, başka yerlerde mahpus olan arkadaşlarını çekiştirdiler, lafları ara sıra ciddi mecralara döküldü, işlerden bahsedildi, Sıdıka Hanım Celal’e: “Sen de az hergele değilsindir ha!...” diye çattı, gelen gazeteleri okuduktan sonra derhal kadınlar hapishanesine, kendisine yollamalarını, tatlı filan pişirirlerse gardiyan kadına bir tabak vermeyi unutmamalarını söyledi, kendisini bekleyen jandarmaya “Hadi gidelim!” dedi ve ayrıldı. ( İki Gözüm Ayşe, S.106-107)” (İki Gözüm Ayşe’yi Okurken, Yazın Dergisi, Nisan 1992)

Demek ki Sinop Cezaevine gönderilen “dört komünist kadın” değil, “üçü erkek birisi Sıdıka adındaki TKP militanı kadın”dı…

***
Kitapta gördüğüm yanlışlıklar ve eksiklikler elbette bu kadar değil…

Yazı yazmaya başladığımda; Hıfzı Topuz’un “kitabın son biçimini almasında değerli katkıları olan sevgili dostu Öner Ciravoğlu” arkadaşımı aradım. “Başın Öne Eğilmesin/Sabahattin Ali’nin Romanı”nda gördüğüm fahiş hataları yazmakta olduğumu söyledim. Öner arkadaşımın galiba dikkatinden kaçmıştı… Bir sonraki baskıda bunları düzeltebileceklerini söyledi. Bütün bunların benim iyi niyetli düzeltme notlarım olarak kabul edilmesinden mutluluk duyacağımı belirtirim.


Kaldığı yerden… (2)

“Başın Öne Eğilmesin”in 100’ncü sayfasında şöyle bir paragraf var. 

1938 yılı kastedilerek şunlar yazılıyor: 

3) “O yılın başka bir önemli konusu da Askeri Mahkeme’nin Nazım Hikmet ve bazı sanıklar hakkında mahkumiyet kararı vermesiydi. Bu karar 29 Ağustos 1938’de onaylanarak Nazım Hikmet 28 yıl 4 ay, Hikmet Kıvılcımlı 16 yıl, Kemal Tahir ve Kerim Korcan da 15 yıl hapse mahkum oldular.”

Aslında o yıl, yani 1938’de, Nazım Hikmet ve komünistler açısından iki önemli olay oldu.
Önce 29 Mart 1938’de Ankara’da Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından Nazım Hikmet ve 22’si askeri öğrenci, 7’si sivil olmak üzere toplam 29 kişi hakkında karar verildi. Nazım Hikmet 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu karar 28 Mayıs 1938’de Askeri Yargıtay tarafından onandı. 

Ardından Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi, İstanbul’da, Marmara Denizi’nde Erkin gemisinin güvertesinde, 29 Ağustos 1938’de 27 sanık hakkında karar verdi. Bunlardan Nazım Hikmet 20 yıla ( Kara Harp Okulu Davası’ndan verilen 15 yılla birleştirilince 35 yıllık cezanın yatılacak kısmı (infaz) 28 yıl 4 ay olarak tespit edildi), Hikmet Kıvılcımlı 15 yıla, Kemal Tahir 15 yıla ve Kerim Korcan 10 yıla mahkum edildi. Beraat edenlerin dışındaki öteki sanıklara da 2 ila 18 yıl arasında değişen cezalar verildi.
Bu karar da 28 Aralık 1938’de Askeri Yargıtay tarafından onandı. 

Hadi bunun kaynağını da (Emin Karaca’nın bu alandaki kitapları kaale almıyorsanız) Atilla Coşkun’un “Siyasal Yaşamından Kesitlerle Nazım’ın Davaları, Cem Yayınevi, İstanbul 1989) olarak verelim. 

Demek ki o yılın (yani 1938’in) önemli konusu bir değil iki imiş: Kara Harp Okulu Davası ve Donanma Davası… Nazım Hikmet’in ilkinden 15 yıl ikincisinden 20 yıl olarak aldığı hapis cezasın infaz edilecek (yatılacak) bölümü 28 yıl 4 ay olarak tespit edilmiş. Sonuç olarak, Sabahattin Ali’nin roman şeklinde kurgulanmış hayatı da olsa gerçeğin bu şekilde ifade edilmesi daha doğru olurdu….

4) 1946 yılı kastedilerek Başın Öne Eğilmesin’in 159’ncu sayfasında şunlar yazılıyor: 

“ O yazın en önemli olayı Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun 4 Mayıs’ta Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurması oldu. Esat Adil İmralı Cezaevi Müdürlüğü yapmış, sosyalist düşünceleriyle tanınmış ve emekliye ayrılmış bir savcıydı.” 

Benim kimi kitaplarımda yeri geldikçe belirttiğim tarihler bir yana, şu anda ülkemizdeki siyasi partilerin tarihiyle ilgili hangi kitabı elinize alırsanız alın orada şu ifadeyi görürsünüz: 

Türkiye Sosyalist Partisi, Esat Adil Müstecaplıoğlu’un başkanlığında 14 Mayıs 1946 tarihinde kuruldu. 

Ayrıca benim bu konulardaki kitaplarımı okumuşsanız ya da gelecek aylarda yayımlanacak olan “Unutulmuş Sosyalist: Esat Adil (Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun Hayatı, Mücadelesi ve Eserleri)” kitabımı okursanız, şu daha da özel bilgileri edinirsiniz: 

Esat Adil, 1930’lardan beri sosyalist düşünceye sahip bir devrimci idi. İmralı Ceza-evinin hem kuruculuğunu hem de müdürlüğünü yaptı. 1945’te aynı zamanda Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı görevini yürütüyordu. Mart 1945’den itibaren de Tan gazetesinde “Adiloğlu” takma adıyla “Hadiseler Kazanından” sütun başlığı altında günlük fıkralar yazıyordu. Tek Parti Diktatörlüğünün şefi İsmet Paşa Tan’daki bu yazıların onun tarafından yazıldığını öğrenince “Susturun şu köpeği!” şeklinde tepki gösterdi. Bunun üzerine bu adli görevinden atılacağını anlayan ve öğrenen Esat Adil istifa ederek serbest avukatlık yapmaya başladı… 

Demek ki Türkiye Sosyalist Partisi 4 Mayıs 1946’da kurulmamış ve Esat Adil’in biyografisinin o bölümü de öyle değilmiş…

***

Benim Başın Öne Eğilmesin/ Sabahattin Ali’nin Romanı’nda görebildiğim maddi hatalar şimdilik bunlar… 

Yazının geçen haftaki birinci bölümünde; Öner arkadaşımın bana çok samimi olarak söylediklerini de size aktarmıştım. Benim tespit ettiğim maddi hatalar 2’nci basımda düzeltilecekti. Dün (26 Eylül 2006 Salı) Beyoğlu kitapçılarında gördüm. Kitabın 2’nci baskısı yapılmıştı. Ve benim iki haftadır işaret ettiğim maddi hatalar olduğu gibi duruyordu… Birinci basım beş bin adet yapılmıştı… Remzi Yayınevi’nin o kadar acelesi vardı ki; belki de ikinci bir beş bin okuyucunun yanlış bilgi edinecek olmasını hiç kaale almıyordu… 

Ben ne yapayım ki?... 

Gelecek hafta “Başın Öne Eğilmesin/ Sabahattin Ali’nin Romanı”nın benim için ne ifade ettiğini yazacağım.


Sabahattin Ali’nin başı öne eğilmiş midir eğilmemiş midir? (3)


İki haftadır burada “Başın Öne Eğilmesin/ Sabahattin Ali’nin Romanı” kitabındaki maddi hatalara değindim. Şimdi de kitabın içeriği üzerinde durmak istiyorum. 

Gerçek hayatta yaşamış önemli kişilerin eksen alındığı romanlara; gerek dünya gerekse bizim edebiyatımızda epeyce rastlanır. Bu türün bolca örnekleri bizde, Kemal Tahir’in romanlarında karşımıza çıkar. 

Alalım 1926 İzmir Suikastı’nın romanı olan “Kurt Kanunu”nu… Kurt Kanunu’nda gerçek hayatta yaşamış kişilerden; İttihatçıların İaşe Nazırı “Küçük Efendi” lakaplı Kara Kemal, eski Ankara Valisi Abdülkadir, İstiklal Mahkemesi heyetini meydana getirenler ve yargıladıkları kişiler tek tek kendi adlarıyla okuyucunun karşına çıkar, edimlerde bulunurlar ve konuşurlar.. Kitabı okuyup bitirdiğinizde Kemal Tahir’in o müthiş kurgusuyla, güzelim roman tadı kalır sizde… 

58 yıldır ölümünün üzerinde hala bir sır perdesi olan Sabahattin Ali’nin romanını yazmaya kalktığınızda, “kurgu” adına, daha ilk bölüm “Ölüme Uzanan Yolculuk”ta öldürülme olgusunu daha da çetrefilleştirirseniz neyi romanlaştırmış olursunuz ki?... 19 sayfalık “Ölüme Uzanan Yolculuk”tan sonraki bölümler; Gençlik Yılları, Hapishane Mektupları, Umutsuz Aşk:Ayşe, Aliye, Savaş Sonrası Ankara, Demokrasi Girişimleri, Görüşler Yeni Dünya Tan ve 4 Aralık, Markopaşa, Zor Günler, Kamyon Macerası ve Kaçış’ta yeni olan ve kurgulanan hiçbir şey yok. Yazılı veya sözel belgeler ve bilgiler sıralanıp gitmiş… 

“Ölüme Uzanan Yolculuk”ta ise insan mantığını zorlayıcı unsurlar var. Şöyle ki: Sabahattin Ali’nin katili olarak lanse edilecek olan Ali Ertekin “Karanlık Güç”le görüşmek için yanında telsiz taşıyor. Fırsatını bulduğu her durumda da görüşüyor. Düşünün, bir kamyonun şoför mahallinde üç kişisiniz, biriniz şoför Salim, biriniz Sabahattin Ali ve üçüncünüz de Ali Ertekin. Ali Ertekin’in üzerinde telsiz var, sanıyorum o yılların telsizleri adeta bir tank gibiydi, ikiniz de fark etmiyorsunuz… 

Hem sonra yazarın “Karanlık Güç” dediği de galiba devletin gizli servisi Milli Emniyet Teşkilatı olacak… 

Ali Ertekin yanındaki o kocaman telsiziyle “Karanlık Güç” elemanlarıyla konuşa görüşe Sabahattin Ali’yi sınıra kadar götürdükten sonra yakalatıveriyor. Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’ne “Karanlık Güç” elamanlarıyla birlikte o da gidiyor. Orada sorgucular kendisinden sonra aynı yoldan kimlerin kaçacağı konusunda sıkıştırıyorlar Sabahattin Ali’yi, oysa biz “roman”dan öğreniyoruz ki, kendisi sınırı başarıyla geçerse, arkasından Rasih Nuri ile arkadaşı Faruk gidecekler. Herhalde Sabahattin Ali bu iki kişinin adını söylemediği için öldürülmemiştir. Çünkü daha yakalanmadan on beş gün kadar önce Rasihlerin Nişantaşı’ndaki evinde güya saklanırken, İstanbul Valisi’nin Taksim’de düzenlediği baloya gitmekte, içkili olarak dönerken, ısrar üzerine Vali’nin makam arabasıyla saklandığı eve bırakılmaktadır. Yani Sabahattin Ali yurt dışına kaçacağını önüne gelene söylemekte, kaçak olarak kimlerde barındığı bilinmektedir… 

Kırklareli Emniyetindeki “Karanlık Güçler” Sabahattin Ali’yi öldürdükten sonra üzerindeki giysileri, çantası ve çantasının içindekiler Ali Ertekin’de ne arıyor peki? Önce İstanbul Anadoluhisarı Yenimahalle’deki evinin bahçesine gömüyor, sonra çıkarıp Akhisar’da satıyor…Sabahattin Ali’nin yeşil mürekkepli kalemiyle işaretlediği kartı Edirnekapı’daki Berber Hasan’ın dükkanına getirip parasının geri kalan kısmını alıyor. Galiba aynı kartı (ikinci bir kart daha işaretlemediğine göre) bir süre sonra dükkana gelen Rasih Nuri ile arkadaşı Faruk alıyorlar ve Sabahattin Ali’nin salimen sınırı geçtiğine kani oluyorlar. 

“Ek Bilgiler”de romancı; “emekli albaylardan (doğrusu yarbay olacak -E.K.) Talat Turhan bir televizyon programında”, ismini bilmediği bir İstanbul Emniyet Müfettişi’nden duyduklarını söylemiş, onu aktarıyor. Müfettiş demiş ki: “Ben 40’larda Kırklareli’nde komiserken Sabahattin Ali’yi sorguladım ve elimde kaldı.” 

Kırklareli’nde ya da ülkenin herhangi bir ilinde-ilçesinde “komiserlik” görevi yapan insanlar adlarıyla sanlarıyla bilinirler, tanınırlar. Oysaki “romancımız” Sabahattin Ali’yi sorgulayıp öldürenlerin “Karanlık Güç” elemanı olduklarını yazıyor. Yani adamların kim oldukları “karanlık”.
Şimdi sonuç olarak; Sabahattin Ali’nin başı öne eğilmiş midir eğilmemiş midir bir de ona bakalım şimdi: 

Sabahattin Ali adınızla ve kimliğinizle: “Cümlesi beli evet der enelhak dese/ Hala taparlar mı koca terese?/ İsmet girmedi mi hala kodese?/ Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?” taşlamasını yazacaksınız, bu yüzden 1 yıl hapis cezasına çarptırılacaksınız. 

Yatıp çıktıktan sonra devletten iş (öğretmenlik) isteyeceksiniz. Milli Eğitim Bakanı, o zaman Mustafa Kemal Paşa’ya (Gazi) bağlılığınızı ispatlayın diyecek ve aynı Sabahattin Ali adınız ve kimliğinizle “Benim Aşkım” adlı şiirinizi yazıp, son iki mısraında : “Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye/Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor” diyeceksiniz. Ama “Asla başı öne eğilmedi Sabahattin Ali’nin” şeklinde başlayan arka kapak yazılarıyla “Başın Öne Eğilmesin” adlı romanlar sunulacak arkanızdan…
Türkiye’de okuyucu o kadar çok mu saf görünüyor, ne dersiniz?


Sabahattin Ali kimdir

Yazar Sabahattin Ali, 1907'de Gümülcine'ye bağlı Eğridere köyünde dünyaya geldi.

Sabahattin ali, 25 şubat 1907'de Bulgaristan sınırları içinde kalan Gümülcine kazası Eğridere köyünde doğdu. Öğrenimini Balıkesir ve 1927'de İstanbul Muallim Mektebi'nde yaptı. Yozgat'ta öğretmenliğe başladı.

Maarif Vekaleti'nin açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya eğitime gitti. Postdam ve Berlin'de öğrenim gördü. Yurda dönüşünde Aydın'daki bir ortaokulda Almanca öğretmenliğine atandı.

Bu görevdeyken 'yıkıcı propaganda' yapmak suçlamasıyla üç ay tutuklu kaldı. Konya'ya atandı. 1932'de okuduğu bir şiirde Mustafa Kemal'i eleştirdiği suçlamasıyla yine gözaltına alındı. Sinop ve Konya cezaevlerinde bir yıl yattı.

Aftan yararlanarak salıverildi. Maarif Vekaleti Talim Terbiye Dairesi'nde, Neşriyat Müdürlüğü'nde çalıştı. Ankara'da Almanca öğretmenliği, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda çevirmenlik, öğretmenlik, dramaturgluk yaptı.

1945'te bakanlık emrine alındı. 1946'da işsiz kaldığı dönemde Aziz Nesin'le birlikte 'Marko Paşa' dergisini çıkarmaya başladı. Yayın yoluyla hakaret suçlamasıyla üç ay hapse mahkum edildi.

Serbest kalınca bir kamyon alarak taşımacılığa başladı. Sürekli izlenmekten, yargılanmaktan tedirgin olduğu için yurtdışına çıkmaya karar verdi. Kırklareli üzerinden Bulgaristan'a geçmek istedi.

2 nisan 1948'de yurt dışında çıkmak için anlaştığı, kendisine kılavuzluk yapan Ali Ertekin tarafından, Bulgaristan sınırı yakınlarında Sazara köyü civarındaki ormanda öldürüldüğü iddia edildi. Mezarının nerede olduğu kesin belli değil.

Yazmaya Balıkesir'de yayınlanan 'Çağlayan' dergisinde 1925'te yayınlanan şiirleriyle başladı (bazı kaynaklara göre 'Irmak' dergisinde). 'Yedi Meşale', 'Resimli Ay', 'Varlık' gibi dergilerde yayınlanan şiirleri, öyküleri, yazılarıyla tanındı.

Cumhuriyet döneminin ilk yılarındaki gerçekçi edebiyat akımının öncüsü oldu. İlk toplumsal gerçekçi öyküleri 'Resimli Ay' dergisinde yayımlandı. Şiir, hikaye ve roman türünde eserler verdi, çeviriler yaptı.

Asıl ününü öykü ve romanlarıyla kazandı. Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırdı. Konularını toplumsal eşitsizliklerden aldı. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirdi.

Aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirdi. 1937'de yayınlanan 'Kuyucaklı Yusuf' romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir.

Öykülerinde, tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başardı.

Eserleri

Şiir: 'Dağlar ve Rüzgar' (1934), 'Değirmen, Dağlar ve Rüzgar' (1965), 'Kurbağaların Serenadı', 'Öteki Şiirler' (tüm Şiirleri, 1988)
Roman: 'Kuyucaklı Yusuf' (1937-1988), 'İçimizdeki Şeytan' (1940-1982), 'Kürk Mantolu Madonna' (1943-1988)
Öykü: 'Değirmen' (1935), 'Kağnı' (1936-1983), 'Ses' (1927-1972), 'Yeni Dünya' (1943-1982), 'Sırça Köşk' (1980)
Oyun: 'Esirler' (tefrika 1936, basım 1966)

Sabahattin Ali'den 3 şiir örneği... 

BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN 

Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma

Dışarda azgın dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma

Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah'a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma

Görmek istersen denizi
Yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma

Dağlar

Başım dağ, saçlarım kardır
Deli rüzgarlarım vardır
Ovalar bana çok dardır
Benim meskenim dağlardır

Şehirler bana bir tuzak
İnsan sohbetleri yasak
Uzak olun benden, uzak
Benim meskenim dağlardır

Kalbime benzer taşları
Heybetli öter kuşları
Goğe yakındır başları
Benim meskenim dağlardır

Yarimi ellere verin
Sevdamı yellere verin
Yelleri bana gönderin
Benim meskenim dağlardır

Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır

Leylim Ley

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni, kır beni
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni

Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

Yedi yıldır uğramadım yurduma
Dert ortağı aramadım derdime
Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil yüreğine sor beni


Kenthaber/M. Yüksel Özbek
Yayın Tarihi : 7 Ekim 2006 Cumartesi 12:51:23
Güncelleme :7 Ekim 2006 Cumartesi 19:08:33


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?