15
Mayıs
2024
Çarşamba
KİTAP

Baydar'dan Kayıp Söz

Şiddet... her yerde...

Baydar, Kürt meselesine barış diliyle yaklaşırken, savaşı tırmandıran söylemlerin uzağında durmuş. Yazar, ölümün yaşama karşı üstünlük sağladığı bir manzara çiziyor.

Ömer Eren, gençlere yardım edebilecek Jiyan'ı bulmak için Doğu'ya yollanırken, karısı Elif yitik oğulları Deniz'le iletişim kurmanın peşinde. Mahmut ve Zelal ise tetikçilerden korunmaya çalışıyorlar


"Bir söz arıyordum, bir ses duydum... Sözün peşindeydim. Hoyratça kullandığım, hovardaca harcadığım, sabun köpüklerine üfleyip tükettiğim sözün; hikâyeyi başlatacak, sürükleyecek, sonlandıracak o ilk cümlenin. Bir türlü yazıya dökülemeyen, tam yakaladığımı sandığım anda düşüncenin bulutsu hafifliğine karışıp kaybolup giden cümle... Yitik söz... O sesi duydum, sözü unuttum, sesin peşinden gittim."


Oya Baydar, yeni romanı Kayıp Söz'de, başarıyı cilalı, kof cümlerde bulup sözünü kaybeden bir yazarın, sesini kaybetmiş Doğuya yaptığı yolculuğu anlatıyor. Sadece yazar Ömer Eren değil yolculuğa çıkan; karısı Elif, hem örgütünden hem devletin güvenlik güçlerinden kaçan Mahmut, Mahmut'un töre kurbanı sevgilisi Zelal de yolculuk halindeler. Baydar'ın bu dört ana karakterin bakış açısından aktardığı hikâye, Güneydoğu'daki savaşı, savaşın yarattığı acı ve yıkımları sorunsallaştırmasıyla çok güncel ve yakıcı bir konuya temas ediyor.


Bir gece vakti Ankara garajında İstanbul otobüsünün kalkmasını bekleyen çok satan kitaplar yazarı Ömer Eren, şahit olduğu bir kurşunlama vakasıyla yolunu değiştirecek ve nicedir yitirdiği sözü bulmak umuduyla rotasını, on sekizindeyken Zap'a köprü yapmak için gittiği Doğu'ya çevirecektir. Aynı saatlerde karısı Elif'se bilimsel bir kongreye katılmak için Danimarka yolculuğuna hazırlanmaktadır.


Ömer ve Elif, 68 kuşağından. Gençliklerini birlikte geçirmişler; yüreklerini yakan, kanlarını ateşleyen devrim rüyasıyla birlikte eylemişler, sevinçler, üzüntüler, zaferler, yenilgiler paylaşmışlar. Birbirlerini hâlâ sevmekle birlikte, aradan geçen otuz yıldan sonra aşktan geriye pek bir şey kalmamış; "Otuz yıl sonra ne kalır? Bırakılanın bırakılan yerde bulunmaması korkusu, ayrılıkların ilişkiyi kemiren sinsi gücünden duyulan endişe, yitirme kaygısı. Tenin ateşinin sönümlendiği, erişilmezliğin çekiciliğinin yittiği yerde başlayan yumuşacık, güven dolu alışkanlık. Bir çeşit yaşam konforu, 'orada biri var' duygusu." Ama aralarında koparamayacakları bir bağ var ki, aslında bir suç ortaklığı; kendilerinden çok uzaklarda, Norveç'in kuzeyindeki Kuzey Kutbuna yakın bir adada yaşayan, 'yitik' saydıkları oğulları Deniz.


Ömer Eren'in şahit olduğu saldırının mağdurları Mahmut ve Zelal, iki kaçak. Mahmut, yokluklar arasında kazandığı üniversiteden siyasi olaylara karıştığı gerekçesiyle uzaklaştırılmış, tıp eğitimini yarıda bırakarak gerilla olmuş bir Kürt genci. Ölmeye, öldürmeye alışamadığı için bir çatışma sırasında örgütten kaçmış, hain diye, caş diye, ajan diye yargılanmamak ya da korucu olmamak için dağlara sığınmış. Zelal'se uğradığı tecavüzden sonra hamile kalmış, töreler gereği hakkında ölüm emri çıkarılmış ve o da dağlara sığınmış. Mahmut ve Zelal, dağlarda başlayan aşklarını ve yaşamlarını, Zelal'in itirafçı olup korucululara katılan abisiden sakınmak için yollara düşmüşler. Ne var ki uğradıkları saldırıda yaralanan Zelal çocuğunu kaybedecek, çaresiz gençlere arka çıkmak Ömer Eren'e düşecektir. 'Çocuğu kaybettik' sözü etkilemiştir kendi çocuğunu yitirdiğini düşünen Ömer Eren'i.


Böylelikle kaynakları farklı gibi görünmekle birlikte, ötekine duyulan nefretin egemen olduğu toplumsal hayatlara dokunan üç coğrafyaya, üç kola ayrılıyor hikâye. Ömer Eren, gençlere yardım edebilecek yegâne şahsı, eczacı Jiyan'ı bulmak için Doğu'ya yollanırken karısı Elif, Norveç'te yitik oğulları Deniz'le iletişim kurmanın, geçmişle barışmanın peşinde. Mahmut ve Zelal ise hastahanede peşlerine düşen tetikçilerden korunmaya çalışıyorlar. Oya Baydar, hikâyesinin her biri ayrı bir roman konusu olabilecek bu üç eksenini de ayrıntılı biçimde işlemiş. Ama Ömer Eren'in Doğu yolculuğu gerek roman dünyasında cereyan eden olaylar, kurmaca şahıslar ve çatışan fikirlerle gerekse de Türkiye gündemindeki sıcak gelişmelere temas etmesiyle biraz daha öne çıkıyor.


Sesini kaybetmiş bir Doğu iline oryantalist bir seyyah gibi gelen Ömer Eren, zaman ilerledikçe gerçeklere temas etmeye başlayacak, eczacı Jiyan'la girdiği ilişkiden etkilenecek ve içsel bir yolculuğa çıkacaktır. Romanın diğer anlatıcıları da benzer hesaplaşmalar içindedir. Son gelindiğinde hepsi için yeni hayatlar kurulmak üzeredir.

'Kandan kına yakılmaz'


Üç farklı coğrafyaya yayılan, güncel siyasi ve toplumsal olaylar kadar aşka, aile ilişkilerine, bireysel hayatlara da yer veren Kayıp Söz için kısa ve eksik bir özet yaptığımın farkındayım. Ancak romanın barındırdığı düşüncelere de yer açmak zorundayız. Hele ki günlerin ölüm haberleriyle geldiği, gözyaşlarının hiç dinmediği ama 'kana kan intikam' çığlıkları bir kez daha şiddetlenirken tarafların politik çözüm aramaktan hâlâ imtina ettiği bugünlerde, savaş karşıtı bir pozisyon alan bu romanı ve peşine düştüğü kayıp sözü, kendi pozisyonlarımızı bir kenara bırakıp tartışmamız gerekiyor.


80'lerden sonra sıcak çatışmalarla alevlenen Kürt sorunu aslında bütün Cumhuriyet tarihine yayılır. Hepsi de şiddet yoluyla 'çözümlenen' isyanların en uzun zaman yayılanının ve bedelleri en ağır ödeneninin içindeyiz. Ne var ki şiddetin çözümü politikada değil şiddette aranıyor. "Kürt sorununu politik bir fenomen olarak tanımlamaya, kavramaya çalışan, bu sorunun politik alan içinde tartışılma zeminlerini arayan ve mümkün politik çözümlerini sorgulayan metinlerin çoğalamaması, hatta yazılmaması/yazılamamasının anlamı nedir. Bu tablonun işaret ettiği şey belki de Kürt sorununun politik düşünme ufkunun dışında kalmış/bırakılmış olduğudur... Gerçekte bu ülkenin en merkezi, yakıcı politik sorunu gibi görünen bir fenomenin, politik düşüncenin konusu yapılamamasının nedeni, bu sorunun her iki taraf açısından da bir savaş-mücadele ekseninde tanımlanması ve bu tanımın yarattığı düşünce yoksunluğu olarak tanımlanabilir mi?"


İşin doğrusu otuz yıldır Türkiye Cumhuriyetinin her köşesinden hissedilen Kürt sorununa edebiyatın yaklaşımı da çok yetersiz. Türk romanında barışçıl fikriyata ilgi rağbet bulmazken Kürt tarafında 'ilk kurşun'culuk rağbet buluyor. Kayıp Söz, her iki taraf için de savaş-mücadele ekseninde tanımlanan Kürt sorununa barışın diliyle yaklaşan ve savaşın insan hayatlarına yaptığı etkileri anlatan bir roman. Baydar, savaşı tırmandıran söylemlerin uzağında durmuş. Askerler, korucular, dağdakiler, evlatlarının ölüm haberlerini bekleyen aileler, göçe zorlanan köylüler, kimin kimi neden öldürdüğünün belli olmadığı şehirler... Kısacası ölümün yaşama karşı üstünlük sağladığı bir manzara çiziyor okuyucuya. Aslında hiç yabancısı olmadığımız, ama görmezden geldiğimiz, kendimizi dahil etmediğimiz, suçu ötekine yükleyerek rahatladığımız bu manzara, sözcüklerin dünyasında daha çarpıcı bir görünüm kazanıyor.
"Şehir, gündüzleri her şehir gibi uğultulu, gürültülü; ama kendi sesi yok. Sesi kaybolmuş. Gürültülerin, uğultuların arasında bastırılmış, boğulmuş. Duyulan sesler başkalarının sesleri. Şehir, kendi içine kapanıp kendi sesini boğuyor. Hele de, dağlara erken tutsak düşen ışığın çekilip gecenin birden bastırmasıyla boşalıveren karanlık sokaklarda, artık sadece başıboş köpeklerin havlamaları, tek tük insanların adımları, bir de zaman zaman, sadece geceye değil, şehre değil, yüreklere de hançer gibi saplanan silah sesleri, siren sesleri duyuluyor. Hiçbiri bu şehrin kendi sesi değil."


Kayıp Söz'de karşımıza çıkan roman kişilerinin hemen hepsi savaşın ve şiddetin etkisine maruz kalmış, travmalı insanlar. Şiddetin haklılığının olamayacağını onlar üzerinden vurgulamış Baydar. Şiddet konusunda ne isyan edenlere ne isyanı bastıranlara hak veriyor. Gerçekten de, yeniden toplum olmak ve toplumsalı yeniden inşa etmek için önce şiddeti durdurmak, yaraları sarmak gerekmez mi? Kimin şiddeti daha meşru? Kimin şiddeti yasal? Kimin acısı daha kutsal? Bu soruları sadece kendi tarafımızdan yanıtlamanın toplumsal barışa katkısı olabilir mi? Kayıp Söz'de de vurgulandığı gibi, aslında nerede duruyor olursak olalım, kayıplarımız aracılığıyla birbirimize benziyoruz. Öyleyse ilk kanı kimin döktüğü, kimin daha fazla öldüğü/öldürdüğü anlamsızdır. Pirus zaferi kazanmayı umanlar unutmasın; 'kandan kına yakılmaz."


Baydar'ın 'Ada'lı romanları


Oya Baydar, gençlik dönemi romanı Savaş Çağı, Umut Çağı ile başladığı yazarlık kariyerine uzun bir süre ara vermiş, 1993 yılında Kedi Mektupları'yla dönmüştü edebiyata. Ardından Hiçbiryere Dönüş (1998), Sıcak Külleri Kaldı (2000) ve Erguvan Kapısı (2004) geldi. Son dönem romanlarının hemen hepsinde 12 Eylül öncesinin solcularını ve sol kesimden insanların bugünkü yaşamla ilişkilerini sorgulamıştı Baydar. Kayıp Söz'de Ömer Eren ve karısı bu hesaplaşmayı sürdürüyorlar. Önceki romanlarında tekrarladığı ada ve çocuk motifleri ise bu romanda su yüzüne çıkmış.


Oya Baydar, geçmişin ve bugünün meseleleriyle bireysel kaderleri birleştirme eğiliminde olan bir yazar. Ne var ki ödüllü romanı Erguvan Kapısı'nda söz konusu birleşimi hiç başarılı bulmamıştım. Baydar, ölüm oruçlarını, ölümü seçmek zorunda kalanları ve devletin onları ölüme yolladığı 'Hayata Dönüş Operasyonu'nu anlatırken hikâyenin merkezine üst orta sınıflardan iyi, güzel, akıllı, ahlaklı kadınları yerleştirmişti. Somut bir tarihi ve somut bir siyasi yaşanmışlığı olmasına rağmen, gerçekte o süreç içerisinde hiçbir zaman yer almamış üst sınıfa mensup kadın tiplerini E Tipi cezaevi direnişinin öznelerine çevirmişi; iddia ettiği siyasi duruşuna rağmen, bütün o varoş çocukları ancak o üst orta sınıf roman kahramanlarının dolayımıyla ve ancak cahil, kaba ve ürkütücü görünümleriyle katılmışlardı hikâyeye. Kayıp Söz'de Ömer Eren'in yolculuğu benzer bir tehlikeyi barındırıyordu. Ancak bu kez sözü bütünüyle ona teslim etmemiş Baydar; hem kendilerini kendi sesleriyle ifade eden Kürtler mevcut hem de başkalarının hikâyelerini kavrayamasa da anlamaya çalışan bir aydın olarak rol çalmıyor Ömer Eren. Yine de o ana dek konunun bu denli uzağında olması sebebiyle yeterince inandırıcı değil. Baydar oryantalizm nitelemesini kendisi de kullanmasına rağmen, Batılı erkeğin Doğu'nun güçlü kadını Eczacı Jiyan'la ilişkisinde oryantalist bir tını hissediliyor.


Geniş bir coğrafyaya yayılan, çok sayıda insan tipine yer veren ve yakıcı bir sorunu öne çıkaran Kayıp Söz, iyi kurgulanmış bir roman. Baydar, insanın insana tahammülsüzlüğünün Türkiye'nin batısından doğusuna, Norveç'teki ıssız bir adadan Irak'a kadar yayıldığı bir dünyayı kişisel hayatlar üzerinden aktarabilmiş. Önceki romanlarındaki gibi dinamik ve değişken bir anlatısı var. Zamansal sıçramalar, geriye dönüşler, karakterlerin iç monologları, diyaloglar, araya giren üçüncü tekil şahıs aktarımları; kısacası farklı teknikleri başarıyla harmanlamış. Norveç'in kuzeyinden Türkiye'nin doğusuna kolaylıkla, hikâyenin kurgusu dağılmaksızın geçiyoruz. Dağları, kentleri, doğayı tasvir etmedeki başarısını politikanın ağırlıkta olduğu diyaloglarda gösterememesine rağmen romanın dili ele aldığı konuyu aktaracak derinlikte.


Kayıp Söz, çözümsüz bir toplumsal sorun haline gelen Kürt meselesine edebiyatın içinden bakan, edebiyatın gücünü kullanan ve şiddete karşı çıkan bir roman. Sadece bu yönüyle bile önemli.

KAYIP SÖZ
Oya Baydar, Can Yayınları, 2007, 352 sayfa, 22 YTL.

A. ÖMER TÜRKEŞ/radikal
Yayın Tarihi : 17 Ekim 2007 Çarşamba 16:32:38


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
mehmet koca IP: 85.99.97.xxx Tarih : 9.01.2009 10:22:43

süper bir şey olmuş.... ellerine sağlık