25
Mayıs
2024
Cumartesi
KİTAP

Ergenekon'un kökü 12 Mart'ta mı

Ergenekon soruşturmasının ardından yazar Kurtul Altuğ, ''Atatürk ve Cumhuriyete saldırı'' adlı kitabında ergenekonun köklerinin 12 mart'a kadar uzandığını yazdı. Yazar kitabında Fethullah Gülen akımı ile ilgili bir rapora da yer veriyor.

İşte çok ilginç anekdotların yeraldığı kitabın önsözü...

Bu benim üzerinde, bir yılı aşkın günü gününe çalıştığım geçmişle bugün arasında bir köprü anlamını taşıyan bir belgesel çalışmam.

Aslında bundan önce yazdığım " Genelkurmayın Işıkları yanıyordu" kitabının da bir bakıma güncelleşmiş devamı da sayılabilir.

Dikkat ederseniz; 12 Eylül'de başlayan- aslında ilk işareti 12 mart 1971 muhtırasıyla verilen- teslimiyetçi ve uluslar arası finansın, onların ülkemdeki işbirlikçilerin önümüze koydukları menü'nün en acı yemeği.O yemeğin adı da " ERGENEKON"

Ergenekon ama bizim tarihimizin bir efsanesiyle hiç ama hiç ilgisi olmayan, tersine yüz kızartıcı bir davanın adı.

12 Eylül'den önce neler oldu bir bakınız:

sistemin getirdiği hastalıklar, siyasette tek adamların buyruklarının en geçerli olduğu bir dönem ve onun yarattığı, kurumsallaşmadan çıkıp, siyaseti "Tek Adamların" yönettiği"bir dönem başlamıştı.

Gerçekte hemen her şey Cumhuriyeti kuran iki adamdan- Atatürk ve İsmet İnönü- sonuncusunun önce CHP �den istifa etmek zorunda kalırken söylediği şu sözler, geleceğin ne olacağını görmemize olanak sağlıyordu ama , ne yazık ki; biz o fırsattan yararlanamadık.

Atatürk gibi bir " Devrimci" değil, ancak onun mirasını sadakatle koruyan CHP �nin tarihi genel Başkanı katıldığı son CHP kongresinde Ecevit ve ekibini kast ederek şöyle diyordu:

"- Bu bir maceradır. Eğer bu partiyi, yani CHP �yi bunlara teslim ederseniz, bu bir macera olur. Başarılı bir macera olur! Ancak macera niteliğini kaybetmez. Korkarım ki o zaman Ankara'nın başkent olması bile tehlikeye düşer..."

Bu sözleri kulaklarıyla duyan biri olarak, gidişata bakarak geleceği işaret eden bu sözlere hiç ama hiç dikkat etmemiştim.Ne büyük meslek hatası...

Paşa kongreden ayrıldı ve sonra torunu Gülsün Toker basına tarihi genel başkanın ve Cumhuriyeti kuran İkinci Adamın CHP Genel Başkanlığından ayrıldığını ilan ediyordu. Paşa sonra kurduğu partiden de istifa ederek, Senatodaki eski Cumhurbaşkanlarına ayrılan koltuğuna oturdu. İyi ki oturdu. Nasıl Atatürk'ün ölüsü ve Anıt Kabir bugün Cumhuriyet karşıtlarının hala korktukları bir Laik Cumhuriyet simgesiyse, İsmet Paşa da sırtında hala Cumhuriyetin ve Laiklik başta olmak üzere tüm Atatürk ilkelerinin vebali bulunan yıkılmaz bir kalesi gibi duruyordu.Örnek verelim:

Meclis, - Orgeneral Gürler olayından sonra ve önce- devlete bir Cumhurbaşkanı seçemiyor, CHP ve AP bir türlü anlaşamıyorlar ve Türkiye dört nala rejim dışı müdahalelere yola devam ediyordu. Çankaya'daki Sunay; görev süresinin iki yıl daha uzatılması için oğlu aracılığıyla ordunun üst kademelerini işin içine sokarak hararetle gayret gösteriyordu. Paşa- o parti liderliği elinden alınmış Paşa- Senato kürsüsüne çıktı ve o sarsılamaz karizmasıyla konuştu. Şöyle dedi:

"- Görevi süresinin uzatılmasını istiyor! Niçin istiyor? Bugüne kadar ne marifet yaptıysa onları sürdürmek için..."

Paşanın bu sözleri yetmişti. Konu oylanırken görüldü ki; Sunay tarafından kontenjan senatörlüğüne atanan Selahattin Babüroğlu bile, oylama sırasında heyecanla şöyle demişti:

"- Maalesef hayır!"

Büyük devlet adamları işaret verdiler mi, bütün hesaplar bozuluyor.

İsmet Paşanın kalbi bunca haksızlığa dayanamadı ve bir gün durdu ve işte ondan sonra olanlar oldu. Artık Amerikan Başkanlarının tehditlerine tokat gibi yanıt verecek lider yoktu.

Meclis sonunda suya sabuna karışmaz Korutürkü Çankaya'ya çıkararak o salvoyu atlattı ve statükoyu korudu. Fakat sorunlar bitmedi. Biz biliyorduk ki; Cumhuriyeti kuranların ordusu bu işle ciddi şekilde meşguldür.

12 EYLÜL'E MARŞ MARŞ

Sokak durmuyordu.

Kardeş kavgası başlatıldı.

1979'a Türkiye kardeş kanı dökülerek geldi. Demirel'in o ara ve kısmi senato seçimlerinde aldığı sonuç, yüreklere su serpti. Eğer Mecliste dövüşenler bir araya gelseler, liderler birbirilerini içlerine sindirseler belki de 12 Eylül yaşayacak ortam bulamazdı diyeceğim ama, şimdiki olaylara bakarak sistemden o gün de bir olumlu sonuç çıkmayacağı belliydi. O günlerde basın böylesine ticaret bağımlısı ve tekelci olmadığı için her olay ince elenip sık dokunarak,dişe dokunur eleştiriler yazılıyordu. "Vatan mı, mı çıkar mı?"diye sorulduğunda basından " Elbette vatan" diyen yazarlar, gazete TV yöneticileri henüz iş başındaydı.

1979 seçimlerinin sonucu, Demirel'in bir azınlık hükümetiyle yeniden iktidar olması CHP �nin muhalefette kalması, kısa bir süre hiç değilse ekonomik sükunet, devlete ve kurumlarına saygı, devlet otoritesine baş eğiş sürdü. Ancak Türkiye karıştırılacak ve illa ki 12 Eylül ve Paşalar dizginleri 10 yıl süreyle ele alacaklardı.

Akan kan sokaklarda iz bıraktığı sıralarda zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Şahinkaya bir arkadaşım ve benimle Ankara'da, Büyük An kara Otelinde iftar ettikten sonra ABD �ye gitti, dönüşünden kısa bir süre sonra da güpe gündüz Evren Paşanın tankları, Eskişehir yoluyla sokağa indi.

O olayları dakika dakika takip etmişlerden biriyim.

O gece yarısı Orgeneral Evren TV ekranına çıktı ve " Kardeş kavgasına son vermek ve Atatürkçü görüşü hakim kılmak için idareye el koyduklarını açıkladı"

Oysa kısa sürede Türkiye'de ekonomi düzelmiş, enflasyon yüzde 5'e düşmüş, kalkınma hızı yüzde 7'ye çıkmıştı.

Derler ki; " Eğer bir ülkede darbe sözleri dolaşıyorsa, ekonomiye bakın! Başıbozuk bir ekonomide asker sokağa çıkmaz. Mutlaka ekonominin düzelmesini bekler"

Öyle olmadı ve 12 Eylül okyanus ötesinden esen rüzgara uyarak ekonomiye bakmadı bile ve "Our boys "iktidara oturdu. Kimden icazet aldı? Ülkede toplum böyle bir müdahale konusunda orduyu göreve mi çağırmıştı? Hayır.

Sonunu biliyorsunuz. Başta Atatürk'ün partisi, Atatürkçü görüşü yerleştirmek isteyen Kenan Evren ve Konsey tarafından kapatıldı. Sonra ötekiler. Ecevit ve Demirel Hamzakoya, sonra Demirel Zincirbozana, Ecevit hapishaneye gönderildi.

Bu kitap işte tam o günlerden başlıyor.

Anı hazinesi hayli yüklü bir yazar olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. O sıralarda Tercümanda yazıyordum ve 12 Eylül rejimi insanları tıpkı bugünlerde olduğu gibi içeri, yani demir parmaklıkların arkasına ya da işkence hanelere alıyordu. Sendika başkanları, yazarlar aydınlar, toplatıldı. Doğu ve Güneydoğuda akla hayale gelmedik bir mezalim başladı ve devlet bir bakıma çöktü.

Tam 11 yıl bu süreci biz yaşarken, toplumsal, ahlaki ve siyasal yozlaşma başlatıldı.

12 Eylül hem Özal'ı görevden aldı, hem de onun seçim yoluyla iktidara gelmesi için elinden geleni yaptı. Sadece 12 Eylülcüler eski silah arkadaşlarını telef etmediler, ayni zamanda toplumda yerleşmiş ve varolan bir tarihi anlayışı, ahlakı kültürü de çağdaşlık adına yavaş yavaş tahrip etmeye başladılar. "Bir defa Anaya ihlal edilirse ne olur, Ben zenginleri severim. Bu ülkeye iki buçuk gazete yeter de artar bile gibi.."

Özal ilk seçimde tek başına iktidar oldu ve Başkan Bush'la kafa kafaya vererek, Pentagon raflarında bekleyen yıllanmış ve en son Graham Füller adlı bir istihbaratçının rötujlayıp, yarattığı " Yeşilkuşak projesini" ısıtmaya başladılar.

Oyun bir kez daha bozuldu?

Nasıl?

1991 seçimlerinden sonra çıkan tablodaki iki başarılı lider eski hatayı bildiklerinden kol kola girdiler Demirel İsmet Paşayla değil ama oğlu ile- rahmetli Erdal İnönü- ortak bir hükümet kurdu.

Henüz irtica sorun değildi. Ordu PKK'nın üstesinden gelmişti ve sınırlarımız rahattı.

Özal ölünce, Çankaya'ya Demirel çıktığında şöyle demişti:

"- Ben arkama bakmam. Artık benim partimdeki arkadaşlarım bıraktığım değerlere sahip çıksınlar ve benden işaret beklemesinler."

Ne yalan söyleyeyim: "AP lideri Demirel İsmet Paşanın nurculukla, dini siyasete alet ettiğini söyleyerek hırpaladığı Demirel başka bir Demirel'di"

İç politikada sükunet vardı ama, Erbakan'ın partisi ayni sazı çalıyordu.O konuları anımsayacaksınız. Aslında Bugünkü durumun iki sorumlusu varsa, biri Amerikanofil Özal ve katıksız Milliyetçi şemsiyesi altında, bir şeriat devleti özlemi içinde olan Erbakan ve onun talebeleri... Tayyip Erdoğan Abdullah Gül ve yaşlılar... Yani siyasette dinin ille de bulunmasını isteyen tarikat ve Cemaat liderlerinin ağa babası Erbakan ve tayfası...

Şimdi o takımın gençleri arkalarına emperyal güçleri ve bir takım basını alarak, ya da kendisine göre basın yaratmak bir yana, kendi basınını türeterek, özgürlük ve demokrasi söylemleri gölgesinde, yasa tanımazlığı sahneye indiren ve perdeyi sonuna dek açan bir iktidar oldular!

İşte bu kitap, o nedenle bir yönüyle bu uzun soluklu öyküyü bir solukta okumanız için bir yıldır güncel izlenerek hazırlanmış bir belgeseldir.

ORDU VE SİYASET

Sayfalar arasında gezinirseniz, Cumhuriyet Ordusunun neden siyasete zaman zaman karıştığını, neden "durumdan görev çıkarmak" deyişi patentinin Tanzimat'tan sonra aydınları kaplayan hayal kırıklığının Osmanlı Ordusunun genç subaylarının şu ya bu zamanda her ilerici harekette öncülük ettiklerini göreceksiniz. Bu satırları kaynaklara bağlı kalarak yazdığımı, Türk Ordusu- Türk Ulusunun neden etle tırnak gibi birbirinden ayrılmadığını bileceksiniz ve elbette TSK �nın" Cumhuriyeti bir kurduk, onu korumak ve kollamak da izim asli görevimizdir" diye konuşmaların neden AB ve ABD tarafından hoş görülmediğini de kabul edeceksiniz.

"Dünya artık eski dünya değildir. Artık orduların görevi salt vatan savunmasıdır. Onların siyasete karışmaları çağ dışılıktır" diyenler onun için yanılıyorlar. TSK �ı oluşturan insanlar bu toplumunun iyi yetişmiş bireyleriyse,Atatürk ve İsmet Paşa bile, orduyu siyaset dışında tutmak isterken hep bir rezervi de ihmal etmediğini bilirsiniz. Atatürk ve İsmet Paşa- Paşanın bize söylediği biçimde- Askeri hep sarı altın ve beyaz baldırdan uzak tutar ve siyaseti kışlaya sokmanın zararlarını söylerken şunu da eklerlerdi: " "Ancak bir ülkenin yüksek eğitim görmüş elinde silah bulunan bu büyük kurumunu siyasette söz hakkından yoksun kılamazsınız"

Genelkurmay Başkanını, bir sivil olan siyasetçi Bakanın kapısında bekletmek, nasıl olacak iş değilse, Başbakana doğrudan bağlı Komutanın da ülkenin düzeninin bozulmaması konusunda tedbirler düşünmesi, bu düşünceleri dile getirmesi, gerekirse durumdan görev çıkarması, önce uyarması, sonra gerekli tertip ve düzeni alması o derece doğaldır.

Peki arada siyaset " kendisine göre ordu" yaratmak, komutanların Başbakanın ya da bir bakanın paltosunu tutturmak hevesine kapılmazlar mı?

Bunun bir örneği 1950 DP devrinden sonra yaşanmıştır. Orduda hala kulaktan kulağa nesilden nesile aktarılan " Erdelhun Olayı" hiç unutulabilir mi?

Osmanlının külleri arasında " teşkilatlı Ordu" yoktu. Anadolu ordusu Mustafa Kemalin peşine düşen amaçları sadece vatanı kurtarmak olan bir avuç insandan ibaretti. Tarihçiler bu tür savaşçılara Gerilla diyor. O nedenle Anadolu ihtilalinin başlangıcında bu birbirinden kopuk, disiplini eksik insanlar ne buldularsa onunla savaştılar. İsmet Paşa bir gün arkadaşı Kazım Karabekir Paşaya şöyle demiş:

"- Kazım orduyu dağıttılar. Senin Paşalık yok olacak. Ben bu durumda geleceği parlak görmüyor ve düşünüyorum ki: herşeyi bırakıp, köylere gidip gençleri örgütleyeyim"

Bu çaresiz komutanlar sonra çetelerden arınmış, başıbozukları yola getirmiş, öyle bir örgütlü ordu yarattılar ki; işte o ordu sadece vatanı düşman çizmesinden kurtarmakla kalmadı, ayni zamanda Atatürkle birlikte Cumhuriyetin ordusunu da yarattı. Bu tarihi ordunun- yani TSK �nın geçmişi- tarihin imbiğinden süzüle süzüle bugünlere geldi. O öyküyü de, o yeniden varoluşu da İsmet Paşanın ağzından sizlere aktarıyorum.

Şimdi orduyu suçlayanlar, sonunda sadece orduyu bir müstemleke ordusu, ya da emperyalizmin Orta Doğudaki jandarması yapma hevesiyle yetinmediler ve okyanus ötesinde ya da askeri karargahlarda hazırlanan plan gereğince, içinden çökertmek için, gazeteler kurdurdular,uydurma çete örgütler icat ettiler

Bakınız son YAŞ kararlarına:

Orduya irticai faaliyetleri öylesine sokmuşlar ve vatan hizmetine koşarak davul zurna ile gidenler arasından bazılarını ayıklamak her YAŞ �ın görevi halindedir ve biri dışında hiçbir YAŞ kararı yoktur ki: Başbakan ve Milli Savunma Bakanının karşı oyuna karşın ordudaki temizlik hareketi süregelmesin, açıklanmasın.

Peki mütedeyyin Müslüman subay ve erlerin yanı sıra bu içten pazarlıkçı unsurlar nasıl ordumuza sızdılar?

FEHULLAHÇI AKIM

Mustafa Kemal ve İsmet Paşa ve Cumhuriyetin başına musallat olan o "İrticai hareketlerden pek sıkıntı çekmişlerdir" Anadolu isyanları, Güney Doğu ve Doğu isyanları, Bolu Düzce Gerede isyanlarıyla uğraşmak düşman kuvvetleriyle çarpışmaktan kolay mıydı?

Mustafa Kemal ve İsmet Paşa- birisine tepeden inmeci diğerine Milli Şef adını takmışlardır- hep irticaya geçit vermediler ve İsmet Paşa İrtica'dan şöyle söz ederdi:

"- Ben en çok Mürtecilere dikkat ederim. Onlar öldüklerinde cennete gideceklerini sanırlar ve olmadık mel'aneti işlerler. Çünkü ölümden korkmazlar. Ben bunların kokusunu iyi alırım"İsmet Paşa Saidi Nursiye Said-i Kürdi derdi ve onunla işbirliği yapanlara, onlara yakın olanlara kapısını hep kapatırdı.

Şimdi ve onun ölümünden sonra bu takım emperyalizmin emrinde ve okyanus ötesinden ülkemizi karıştırmaya devam etmekte. Onun izleyicileri ise Türkiye'de en önemli noktaları tutuyorlar.

Başları olan emekli vaiz ise, ABD �den yeşil kart sahibi ve dinler arası diyalog adı altında uluslar arası bir faaliyet halinde!

Bu kitapta bir ciddi kaynak olan " Turkish News Report" sağlam dayanaklara ve belgelere dayalı bir Fethullah gülen raporu hazırlamış. O raporu sizinle uzunca paylaşacağız. Görün ki dışımızda ve içimizde neler olmakta.

Toplumumuzun yüzde 99'u Müslüman'dır ve 85 yıldır bu ülkede hemen her Müslüman ibadetini hiçbir koşula bağlı olmaksızın yapmaktadır. Ülkedeki 70 bin fazla caminin minarelerinden ezan okunmakta, kutsal ayların gereği değil, sadakacılığa toplumu alıştıracak derecedeki çadır iftarlarıyla yaşamaktayız.

Gene de kimileri " Din elden gidiyor" diyerek İslamı Şeriata dayalı Cemaat olarak yaşamak istemektedir.

İşte bu kitapta bulacağınız dosyalar size çok bilinmedik olayı, örgütlenmeleri, ortaklaşa çabaları ve Türkiye'yi bölmek isteyenlerin ekmeğine sürülen yağın kalitesini anlatacaktır.

Çok insan artık " FETHULLAÇI GLADYO"dan söz ediyor.Size o kavramı da en iyi araştırmacılardan alıntılar yaparak "Globalizmin Küresel Gücünün " ne olduğunu anlatmaya çalıştım.

Peki! Globalizm adı altında dünya halklarını sefalete, iç savaşlara götüren ve şimdi o Globalizmin canhiraş çığlıkları arasında çöküşünü nasıl izliyoruz?

Globalizmi "iyi bir meyvedir bunu yiyin!" diyerek burnumuza sokanlar, şimdi kendileri purolarını tüttürür ve viskilerini yudumlarken, sokakların, kaldırımların aç ölülerle dolmak üzere olduğuna hiç aldırmıyorlar ve dünyayı kaplayan ve 1929 ekonomik krizini aratan bir ekonomik çöküşün bedelini gene dünyanın fakir insanlarına yalan söyleyerek yutturmaya çalışıyorlar.

Peki Globalizm gücünü nereden alıyor?

Irak'ı işgal eden ve milyonlarca Müslüman'ı katlederek, ortalığı ve dünyayı kana bulayanların beklentileri nedir? Acaba yeni bir dünya savaşının tohumlarını ekmek mi?

Ya da çoğu ülkelerdeki fakir insanların ayaklanmalarını teşvik mi?

Büyük şair Nazım ne diyordu:
"Doğar aç midelerden nur topu ihtilaller"

Peki ya şimdi "Kriz bizi teğet geçti" derken zam üstüne zam, vergi üstüne vergi koyanlar ve halkı,kendi toplumsal yoksulluğunu görmezden gelmeye çağıranlar?

1956 yılında dünyanın en büyük Petrol Devi Standard Oil Company'nin başında baba Nelson Roccofellerin ABD Başkanı Eisenhower , Kennedy ve Nikson'a yazdığı bir mektubu rahmetli Doğan Avcıoğlunun kitabında buldum. Hayretler içinde, neden zamanında bu gözümüzden kaçtı diye de pek hayıflandım. Petrolün ne mene şey olduğunu anlatan yazar O. Connor'ın kitabını sahaflarda zor bela buldum ve o mektubu aynen kitaba koydum. Bakalım birilerinin dikkatini çekecek mi?

Petrol dünyanın en geçerli enerji kaynağıdır ve dünya hala petrol savaşlarını yaşamakta. Bazı tarih araştırmacıları " Petrol para ve kan demektir" diye yazarlar.

Tüm bunlar olurken ve Türkiye'yi bölme parçalama, bölüşme isteyenlerin yarattıkları ve bizim medyanın mal bulmuş magribi gibi yapıştıkları ve Tanrının günü toplumu karıştırmak için malzeme olarak kullanılan Ergenekon şu sıralarda çöküyor. Yani çöken aslında bizim tarihi Türk efsanesi Ergenekon değil, ordumuza dolaylı yoldan kara bulaştırmak isteyen sinsi plan ve hainliklerin bir operasyon dizisidir. Dahası bağımsız ve korkusuz yargının eline geçince hukukun işlemesinden memnun olunacak bir tutarsız iddianameye dayanak olan, kaos yaratıcı bir tertibin namuslu yargıçlar tarafından ortadan kaldırılma çabasıdır.

Bu SUNUŞ yazısını artık noktalayalım.

Kemalistler, Atatürk'ün neferleridir. Onları, açlığa mahkum edebilir, işsiz bırakabilir, hapse atabilir, hatta yok edebilirsiniz, ama biline ki, Mustafa Kemal'in bu topraklara serptiği tohumlar yeniden filizlenir ve analar daha nice Şener Eruygurlar, nice Hurşit Tolon Paşalar doğurur.

VE BİR TEŞEKKÜR:

Bu kitabın yazılmasında bana güç veren bir mektubun sahibine de buradan teşekkürü borç biliyorum.

"Genelkurmayın Işıkları Yanıyordu" kitabımdan sonra kitabımı alan Sayın o zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı şimdiki Genelkurmay Başkanımız bana " Çalışmalarımın devamını dilediğini" yazmıştı. Bu kitap biraz da Sayın İlker Başbuğun o layık olmadığım, o övgülerinin verdiği heyecanın ürünüdür. TSK'ın yetiştirdiği bu güzde, Atatürkçü düşünce sisteminin sözcüsü komutana şükranlarımı sunuyorum.Bu bağlamda kitabın redaksiyonunda ve size temiz bir türkçe ile ulşmasını sağlayan baba-kız Aydın ve Aslı Yalkuta da teşekkürlerimi iletirim. Aslında bu kitap ülkesini seven " Yurttaş"lar için bir umut ışığı olacaksa ne mutlu bana. KA

Kenthaber
Yayın Tarihi : 18 Şubat 2009 Çarşamba 13:07:21
Güncelleme :18 Şubat 2009 Çarşamba 15:59:32


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?