3
Mayıs
2025
Cumartesi
KİTAP

Kadınlara farklı bir bakış

Duygu Asena Roman Ödülü'nün sahibi Nur Yazgan ilk romanı Lal Kitap'ta, kadın dünyasına farklı bir pencereden bakıyor. Yazgan, kitabının yazılış öyküsünü, “İlham perisinin vereceği ilhamdan yararlanmak istemeyip, aksine onun bu sessiz güzelliğinin altında sakladığı acıyla ilgilenince Lal Kitap doğdu” diyerek anlatıyor. İlham perisinin elinde nesneye dönüştürülen kadınların çarpıcı hayat öykülerini işleyen yazar, koşulları, yaşları ve hayata bakış açıları ne kadar farklı olursa olsun bütün kadınların aynı acıyı yaşadıklarını söylüyor. Dünyada erkeklerin kadınlardan bekledikleriyle sanatçıların ilham perisinden bekledikleri şeyin aynı olduğunu dile getiren Yazgan, kadınların yüzyıllardır değişmeyen kaderini tekrar hatırlatıyor.  

Romanınızın çıkış noktası bir ilham perisinin arayışı, ancak verdiği kadar alıp götüren, hayatlardan çalan bencil bir periyle karşılaşıyor kahramanlarınız. Realiteye bulaşmayınca tüm hayal kahramanları masum kalıyor. Peri sembolüyle sanatçının ya da özgün üretimler gerçekleştiren sıra dışı insanların yalnızlığına mı işaret ediyorsunuz?

Gerçekliğe bulaşmayan herkes masumdur ve masum kalacaktır. Çünkü yüreklerimiz bizim dışımızdaki unsurlarla kirlenir en çok; içinde yaşadığımız topluma uyum sağlamaya çalışırken yok olur benliğimiz. Birey içinde yaşadığı toplumla ne kadar uyumluysa özünden ve masumiyetinden de o kadar uzaklaşır. Bu yüzden en güzel sanat eserleri yalnız insanların elinden çıkmıştır, peygamberler inzivaya çekilmişlerdir peygamberliklerini ilan etmeden önce, aşıklar yüreklerindeki aşkı çöllerde, yollarda; kendi yalnızlıklarında aramışlardır. Tersi de mümkündür elbet. Büyük işler gerçekleştiren insanları önce kendi toplumları yalnızlaştırmaya çalışmıştır çoğu zaman. Sonunda yine de kendi özüne iyice yaklaşarak evrensele ulaşan bu dehalara daha fazla ayak direyememiştir insanlık. Onların, içinde yaşadıkları topluma dışarıdan bakabildikleri için güçlü olduklarını da anlamışlardır zamanla. Sonuçta "gerçeklik" dediğimiz kavram "an" için, o andaki "toplumsal koşullar" için geçerli gerçekliklerdir ve başka bir anda, başka toplumsal koşullarda değişir. Önemli olan var olan gerçekliğin içinden insana dair, insanın özüne en yakın olan kavramları ayıklayarak toplumda daha iyi koşullar yaratmak için çabalamak ve bize dayatılan "gerçeklik" in ne kadarının kendimize, insani doğrulara yakın olduğunu sorgulayabilmektir. İlham perisi gerçekliği sorgulayan bu yaratıcı insanlara güç vermiştir her zaman. Zaten insanlığın ortak hafızasında olumlu bir yer edinmesinin nedeni de budur. Ama gerçekliğin dışında yaşayan bu dilsiz perinin sorgulanması gereken başka yönleri de vardır. İçinde yaşadığımız yüzyıla kadar bilim ve sanatla uğraşan kadınları ziyaret etmemiştir. Bu durumu kabullendiğimizi varsaysak bile el sanatlarıyla uğraşan kadınlara da hiç uğramamasını kimse açıklayamaz bize. Güzel bir kanaviçe motifi yaratmak için ilham perisini bekleyen bir kadına niçin rastlayamayız? Demek ki o ne kadınlarla ne de kadın yaratıcılığıyla ilgilenmiştir. Sonuçta o da bir kadındır ve Lal Kitap yüzlerce yıl boyunca erkek dünyasında yaşayan bu perinin kadınlarla ilişkisini sorgular.

Üsküdar'da bir köşkün hanımı Deli Saraylı, kenar mahallede oturan yoksul Zeliha, iki kadının ortak noktaları perili olmaları. Birbirinden çok farklı iki karakteri nasıl oluşturdunuz?

Koşulları, yaşları ve hayata bakış açıları ne kadar farklı olursa olsun bütün kadınlar aynı acıyı yaşarlar içlerinde. Kadınlıktan kaynaklı sıkıntılar farklı şiddetlerle de olsa aynı algılanır. Zeliha ile Münevver ( deli saraylı) her ne kadar zıt karakterler gibi görünseler de aynı acıyı (başkalarına ilham olmanın acısını) çekerler. Böylece roman boyunca giderek aynılaşmaya, görünüşteki farklılarını yitirmeye başlarlar.

“Kadın dediğin su gibi olmalı kızım. Genç kız olunca ailesinin, gelin olunca kocanın ailesinin, anne olunca da çocuğunun kabına gireceksin. Hep duru kalacak, girdiğin kabı kirletmeyeceksin.” Zeliha'nın annesinin kadın tanımında Türk kadının gerçeğini mi yansıtıyorsunuz?

Bizim toplumumuzda kadınlar doğdukları günden itibaren evliliğe hazırlanır. Davranışları, hayalleri, düşünceleri gelecekte kuracakları yuvaya göre şekillendirilir. İlk öğretilen de bir gün evleneceği kişinin ailesinin kızı olacağıdır. Hiç bilmedikleri bir aileyi bir gün içinde sahiplenmeleri beklenir onlardan. Bu yüzden kendilerine ait hayaller kurmamalı, özlemler biriktirmemelidir genç kızlar. Kadın kişiliğinin keskin sınırları olmamalıdır. Elbette evlilik sadece kadınların hazırlandığı bir kurum olunca, erkeklere çocukluklarından beri bu konuda hiçbir bilgi verilmeyince, aileler de dayanıksız temeller üzerine kurulur. Ve kadın yine susmaya, sineye çekmeye, razı olmaya zorlanarak ailesini tek başına ayakta tutmaya çalışır. Bu arada çocukluğundan beri "evlilik" fikri üzerine kurduğu hayatının da nasıl kırılıp döküldüğünü de sessizce izler. Gerçekten de bu insanüstü enerjiyi sarf edebilmek için eğilip bükülmek, kırılmak ve hatta fazla acı çekmemek için sıvılaşmak gerekir. Zeliha' nın annesi bunu iyi bildiği için söylemektedir bu sözleri.

Mustafa'nın eksik nota arayışında ve Kemal'in hazin sonunda erkeklerin dünyasından aşka bakışı görüyoruz. Zeliha'nın ve Münevver'in ilham perisiyle yaşadıkları kötü tecrübelerin erkeklerin dünyasıyla ilgisi ne boyutta?

Kadınlar başkalarına ilham olmak yerine kendi varlıklarını ve kişiliklerini ortaya koyabilselerdi, erkeklerle ilişkileri de daha sağlıklı bir noktaya otururdu. Aşk söz konusu ise kadınlar erkeklere onların taşıyabileceğinden çok daha fazla yük yüklerler. En başta zaten bir gün değişeceği için fazlaca yapılandırılmamış geçmişinin her türlü sıkıntısını giderebileceği bir mucize olarak görürler erkekleri. Aşık olunan kişi tüm hayatını değiştirecektir kadının. Durum böyle olunca erkekler için de kadın aşk öznesi olmaktan çıkar. Artık aşık olmaktır amaç; sevilen kadın bu aşkı ona yaşatacak araçtır çoğu zaman. Erkekler kadınların kendileri için yaratılmış bir ilham perisi olduğuna inanarak onları elde edilecek bir nesne gibi algıladığı sürece; kadınlar ilham vereceklerini birini aradıkça yani başkalarına ilham olma tehlikesinden korunmadıkça aşk her iki cins için de tek başına yaşanan bir duygu yoğunluğu olarak kalacaktır.

Yoksul mahalle yaşantısı, oralarda yaşayan insanların özellikle kadınların hayata bakışlarını detaylandırıyorsunuz. Romanın ana eksenlerinden biri de mahalle kültürü diyebilir miyiz?

Lal kitap çoğunlukla yoksul mahalle yaşantısını anlatır. İki kişiden fazla insanın yaşadığı her yeri Lal Kitap' ın mekânı olarak seçebilirdim. Çünkü insanların birbirleriyle iletişim kurduğu her yerde ortak bir kültür oluşur . Bir insan topluluğu içindeki insanlar ne kadar bireyselleşir, ne kadar ortak kültüre aykırı davranırsa topluluğun varlığı da o kadar tehlikeye girer. Böylece topluluklar kendisine ters düşecek hiçbir davranışa izin vermez. Bütün topluluklar aynıysa Lal Kitap' ta neden bir mahalleye ayna tutuldu? Mahallelerin her topluluktan farklı yanları vardır. Mahalleler giderek bireyselleşen dünyamızda insan ilişkilerinin en gelişkin olduğu; dayanışmanın, iletişimin en yoğun yaşandığı mekânlardır. Bir mahallede yaşayan insanlar ya yoksul ya da orta hallidir ve birbirlerine destek olarak ayakta dururlar. Dolayısıyla kocaman bir ailedir mahalle ve ailelerin olumlu, destekleyici özelliklerinin yanı sıra toplulukların bireye zarar veren yönlerini de saklar içinde. En çok da kadınlar zarar görür bu durumdan. Çünkü zamanlarının önemli bir bölümünü mahallede, evlerde geçirirler. Mahalleliden farklı düşünmelerine, farklı yaşamalarına imkân yoktur bu yüzden. Tüm bu nedenlerden Zeliha gibi maharetli, yaratıcı ve sessiz bir kız o mahallede yaşıyor ve mahallesindekilerin onu niçin anlamadığını bir türlü anlayamıyor.

Kızkulesi, deniz, Üsküdar, Deli Saraylı'nın bahçesi, Zeliha'nın avlusu, defne ağacı, mezarlık şehir ve mekânın insan öyküleriyle bütünleşmesi sizin roman kurgunuzun belkemiğini mi oluşturuyor?

İnsanı yaşadığı mekândan bağımsız ele alırsanız karakterinin bir yönü eksik kalacaktır hep. "İnsan yaşadığı yere benzer" der Edip Cansever bir şiirinde.. Cansever' in bu tespitine sonuna kadar katılıyorum. Hatta daha da ileri gidip mekanın da bir ruhu olduğunu da iddia ediyorum. Mekanlara daha önce orada yaşamış, onun havasını solumuş her varlığın ruhu siner. Kız Kulesinin duvarlarına içine hapsettiği Rum prensesinin gözyaşları sinmiştir örneğin. Deli Saraylı' nın bahçesinin başkalarınca görünmeyen gülleri sahibinin umutsuzluk içindeki hayatını bilir. Zeliha' nın avlusu küçücüktür, daracıktır ama Zeliha ağlayınca büyür. Defne ağacı yunan mitolojisindeki gibi içinde namusunu korumaya çalışan güzel bir kadın saklar, o yüzden öyle güzel kokar. Mezarlıklar yoksul mahallerinin bittiği yerden başlar; şehirlerin ve hayatın dışına itilmişlerdir yoksullarla ölüler. Bunların dışında Lal Kitap' ta " Çıkmazlar çarşısı" gibi tamamıyla hayal ürünü mekanlar da vardır. İnsanlar mekânlara ruh katar, bazen de Cansever' in dediği gibi mekanlar insanlara. Bu yüzden Lal Kitap' ta mekânlar ana karakterlerdendir.

Lal Kitap ile Duygu Asena ödülünü aldınız ve iyi bir başlangıç yaptınız. Bundan sonra da "kadın" ve "kadın sorunları" üzerine mi yazacaksınız? Gelecekteki projeleriniz neler?

Beni yazmaya götüren yolun başında her zaman sorular vardır. Gördüğüm yanlışlıklar, eşitsizlikler ya da hayatın kendi doğasından kaynaklı sorgulamalar tetikler her zaman yazdıklarımı. Bu yüzden Lal Kitap' tan sonra yazacaklarım farklı konularda farklı sorular soran romanlar olabileceği gibi hala kadınlıkla ilgili sorular soran romanlar da olabilir. Ama şu anda zihnimde kadın sorunlarından uzak ama içinde kadınlık hallerini barındıran sorular uçuşuyor. Her ne yazarsam yazayım içimdeki kadınların romanlarımın bir yerlerinden sıyrılıp çıkacağını biliyorum.

HATİCE SAKA - Yeni Şafak
Yayın Tarihi : 19 Ağustos 2008 Salı 09:32:24
Güncelleme :19 Ağustos 2008 Salı 09:39:21


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?