Konserlerini yüzbinler izledi. Kasetleri yüzbinlerce sattı. O, Anadolu ezgilerini çok farklı biçimde büyük kitlelere taşıdı. Zülfü Livaneli bu görkemli sanat geçmişinin başlangıç sırrını “Sevdalım Hayat” kitabında anlattı.
Babam yaz tatillerinde teftişe giderken bazen beni de götürürdü. Çorum ve ilçe adliyelerini teftiş edecekti o yaz. Bir aydan fazla Çorum’da kaldık. Bir gün yolumuz Mecitözü ilçesine düştü. Adliyede incelemelere başlayan babam, savcıdan o yörelerde iyi saz çalan bir âşık olup olmadığını sordu. Çok ünlü biri varmış. Yanıma başkâtibin oğlunu verip ona yolladılar beni. Çelimsiz bir çocuk olan Burhan Felek beni kulübe gibi bir eve götürdü. Orada yaşlı, sakallı bir dededen bağlama dinledim. Müzik yaşamımın belki de en önemli günüydü o, yaşamımın yönünü değiştirmişti. Dede erenlerin çaldığı alet, daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu.
Radyo sazı denilen o yavan ve sıkıcı üsluptan o kadar farklıydı ki, anlatamam. Ezgiyi üç telde tamamlıyor ve akorlarla zenginleştiriyordu. Klasik gitar tekniğiyle işleyen sağ eli öylesine ritmik bir zenginlik çıkarıyordu ki ortaya, şaşıp kalıyordum. Anadolu’nun arkaik sesleriyle ilk kez karşılaşıyordum, çok heyecanlanmıştım. Bağlamayı incelemek için izin istedim dededen. Elime aldım ve hiçbir şey çalamadım; benim tanıdığım çalgı bu değildi. Tellerin hangi seslere akort edildiğine dikkat ettim, o günden sonra en büyük çabam o çalgıyı öğrenmek oldu. Yıllar sonra ilk plaklarım çıktığı zaman değişiklik duygusunu yaratan, beni diğerlerinden ayıran, “Ne güzel bir saz çalma biçimi” dedirten etki budur.
En usta örnek
Dedenin çaldığı bağlama tarzı, dünyadaki pentatonik müzik geleneğinin en usta örneklerinden biriydi. Ankara’ya dönünce böyle bir sazı nasıl yaptıracağımı ve bu üslubu kimden öğrenebileceğimi araştırmaya koyuldum. Sonunda Hamamönü’nde atölyesi olan Yusuf Erenler’i buldum. Duvarda asılı sazlardan birini uzattı, “Çal bakalım o zaman!” dedi. Ben de bildiğim usulde saz çalmaya başladım. Gözleri hayretle açıldı, “Yahu sen gerçekten çalıyorsun” dedi. Ünlü saz ustası Yusuf Erenler’in müthiş takdirini kazanmıştım ama ne yazık ki hemen arkasından sordu: “Adın ne?” “Ömer!” dedim. İki ismimi de kullanıyordum, o gün de Ömer diyeceğim tutmuştu. Saz ustası bunu duyar duymaz kıpkırmızı kesildi ve “Neee! Ömer mi?” diye bağırdı. “Hemen çık git bu dükkândan!” Neye uğradığımı şaşırdım, ne dediğini anlamadım. Sonra benim halimi gördü ve dedi ki, “Bilmiyorsun ama Ömer ismi bizde yasaktır. Arkadaşlar gelir, burada ’Ömer’görürse yandık.”
Zülfü deyince yumuşadı
O zamana kadar ben ne Alevi kavramını duymuştum, ne mezheplerden haberim vardı... “Ama benim bir adım da Zülfü” dedim. Yumuşadı, “Haa, o zaman olur!” gibi bir şeyler söyledi. Onunla çok iyi dost olduk. Bana hem güzel sazlar, curalar yaptı hem de bağlama düzeni çalmanın tekniklerini kaptım ondan. İlk albümleri şimdi ölüp gitmiş olan bu efsanevi ustanın sazlarıyla kaydettim.
Elia Kazan’la evini ararken
Elia Kazan, bir Anadoluluydu. Yıllar sonra onu annesinin köyüne götürdüğüm zaman daha derinden kavradım bunu. Kayseri Germir garip bir yerdi. Elia’nın anne evinin kalıntılarını bulabildik. Yapı çökmüştü, çamurlar içinde birkaç duvar kalmıştı sadece. O anda Elia’nın yüzündeki büyük acı ifadesi, neredeyse elle tutulur hale geldi. Bütün hayalleri yıkılmıştı. Öğleden sonra Kayseri’nin tarihi kapalı çarşısına gittik: Adı “Kazancılar Çarşısı” imiş. Elia’nın babası ve amcası burada görkemli dükkânlar açmışlar. Esnaf Elia’ya kilim satmak derdindeydi. O ise babasının dükkânını bulmak istiyordu. “Beni burada yalnız bıraksana!” dedi. Başını ellerinin arasına aldı...
Polis beni eliyle koymuş gibi buldu
1972 yılı... Pasaport başvurusu yaptım. Emniyet Müdürlüğü’ne gittim. Memurun yüzüme tuhaf tuhaf bakmakta olduğunu fark ettim. Daha sonra iki polis gelerek, “Hadi gidiyoruz” deyip ellerime kelepçe taktı. Nereye gittiğimizi sorduğumda, “Eve!” dediler. Garip rastlantıyı yolda anlattılar: Sıkıyönetimden benimle ilgili bir gözaltına alınma emri gelmiş, o sabah beni almaya geleceklermiş. Tam o sırada ben pasaportu sormuşum. “İyi adam lafın üstüne gelir” deyip gülüyorlardı.
Gaziosmanpaşa’daki evi avuçlarının içi gibi tanıyorlardı. Emniyete giderken polislere, evi nasıl o kadar iyi bildiklerini sordum. “Sizden önce burada Ankara Emniyet Müdürü oturuyordu” dediklerinde yüzüme kan hücum ettiğini hissettim. Onca çabalayarak bulduğum ev, polisin en iyi bildiği evdi.
Yaşar Kemal’in Nobel’i engellendi
Yaşar Kemal Nobel ödülüne çok yaklaşmıştı. Tam o sırada bazı Türkler ve Türkiyeli Kürtler devreye girerek Yaşar Kemal aleyhine bir dedikodu çarkı çevirdiler. İsveç akademisine, aslında Yaşar Kemal’in Türkiye’de beşinci sınıf bir yazar olduğunu, ödülü ona vermenin haksızlık olacağını söylemişler. Bu arada bazı Kürtler de Yaşar Kemal’in Kürt olduğu halde Türkçe yazmasını ”inkâr” anlamına gelen bir kampanya başlattılar. Akademi, ödülü ertelemeyi uygun görüp Patrick White’a verdi.
Sosyalist kazandırıyoruz dedik ajan çıktı
Trabzon’da öğretmen okulunda resim öğretmenliği yapan genç, sempatik biri katıldı aramıza. Adı Mustafa Beşgen’di. Deniz kıyısındaki gezilerimizde, evimizin bahçelerindeki yaz sohbetlerinde resimlerimizi çekiyordu. Ataol, birkaç kere bu çocuğun aramızda ne aradığını sordu. Öğretmeni hiçbir şeye benzetememişti. Ben, iyi niyetli biri olduğunu söyleyerek Mustafa’yı korudum. Aklımca, sosyalist dünya görüşüme adam kazandırıyordum. Yıllar sonra 12 Mart sorgulaması sırasında, Mustafa Beşgen’in bir ajan olduğunu ve MİT’e rapor yazdığını öğrendiğimde çok şaşırdım. Bu ajan yüzünden zindanlarda çok acı çektik.