20
Mayıs
2024
Pazertesi
KİTAP

Yalnız bir kadın

Öldürülen, eskinin eşkıyabaşısı Mehmet Zarifoğlu’dur. Geriye güzelliği yörede söylenceye dönüşen karısı Zeliha ve beş çocuk bırakmıştır. Dirayetli bir kadındır Zeliha. Beş çocuğu yalnız başına büyütmenin sorumluluğunu üstlenir. Tarlaya koşar, ailenin sahip olduğı bakkal dükkânını işletir, çocuklarına arka çıkar. Ancak Anadolu’nun belki de en trajik yüzyılında hayat hiç de kolay akmayacaktır

Tıp fakültesini bitirip psikoloji ihtisası ve farmakoloji doktorası yapan Tahir Musa Ceylan bir yandan doktorluk mesleğini icra ederken diğer yandan fotoğraf sanatı ve edebiyatla ilgileniyor. Şiirlerini, Depresyon Şiirleri (1988) kitabında toplayan Ceylan, aynı yıl Fotoğraf Estetik ve Görüntü Üzerine Denemeler kitabını da yayımlamıştı. Cumhuriyet gazetesi Bilim Teknik ekindeki yazılarını Aylak Bilgi, Aylak Düşünceler ve Aylak Yazılar’la kitaplaştırdı. 2005 yılında yayımlanan İçi Yoksul, ilk romanıydı. Ceylan, İçi Yoksul’da kültürel karşıtlıklardan kaynaklanan sorunları kasabadan büyük kente okumaya gelmiş bir gencin içine düştüğü kimlik bunalımı, daha açık bir deyişle ‘hiçleşme’ süreci etrafında hikâye etmişti. Bu kez, Kestane Kıranında Kadınlar romanında bir Ege köyüne, Ege’nin kuzeyindeki Mavruz’a ve 19. yüzyıl sonlarına götürüyor okuyucuyu.
Yazarın okuma hazzı veren dikkate değer üslubunu ortaya koyan uzun bir cümle ile başlıyor roman; “Mehmet Zarifoğlu, kenevirden yapılma sekiz atkılı ince bir urganla elleri arkadan bağlı olduğu halde, ordudan çalınma bir mavzerden çıkan tek kurşunla, heyelanla akmış bir dağ yarısı gibi yıkıldı ve bir uçurumun dik yamacında gövdesi, kâh meşe köklerine takılıp bir süre durarak, kâh tüysüz bir insan yanağı gibi uzanan düzlükte hızla aşağı kayarak, kaderi bin yıldır aynı yataktan akmak olan Kobak Deresine ulaştı.”
Öldürülen, eskinin eşkıyabaşısı Mehmet Zarifoğlu’dur. Geriye güzelliği yörede söylenceye dönüşen karısı Zeliha ve beş çocuk bırakmıştır. Dirayetli bir kadındır Zeliha. Beş çocuğu yalnız başına büyütmenin sorumluluğunu üstlenir. Tarlaya koşar, ailenin sahip olduğı bakkal dükkanını işletir, çocuklarına arka çıkar. Ancak Anadolu’nun belki de en trajik yüzyılında hayat hiç de kolay akmayacaktır. Tarihsel ve toplumsal süreçlere paralel biçimde yoklukla, kayıplarla, acılarla boğuşur Zarifoğlular. Zeliha her yeni acıyla biraz daha olgunlaşacak, içindeki yalnızlıktan ise hiçbir zaman kurtulamayacaktır; “...kocası öldüğünden değil, içinden yalnızdı; garip bir biçimde insanı olmayan değil, insanı olan bir yalnızlığı vardı. O yalnızlığın üstüne bir de melankoli...”

Nasıl yalnız ve melankolik olunmaz ki? Bir yandan toplumsal diğer yandan doğal felaketlerle kıstırılmış bir hayat... Ölümler, cinayetler, kurtlar, çakallar, savaşlar, savaş zenginleri, yangınlar, depremler, İttihat ve Terakki iktidarı, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Muharebesi, Sarıkamış Bozgunu, Mütareke Dönemi ve nihayetinde Cumhuriyet’in ilk yılları; ve bütün bunlar arasında soyunu yaşatmak için tek başına mücadele veren bir kadın. Hayat, Zeliha’nın çocuklarını farklı yollara düşürecektir. Ahmet okumak için İstanbul’a gidecek, Mustafa bir gözüne mal olacak terzilik mesleğinde ustalaşacak, Emin cepheden cepheye yollanacaktır. Fatma ise hocalardan aldığı derslerle derinleşecektir. Ama ne yaparlarsa yapsınlar işleri de bir türlü yolunda gitmeyecektir. Ahmet’in karısı Eleni de hisseder bu tuhaflığı; “Eleni hissediyordu ki, Zarifoğlular bir madende ya da sanki bir mahzendeydiler. İçlerinde herkes iyi ve çalışkan olmasına rağmen, üzerlerinde bir kasvet, bir yanlışlık ya da bir lanet vardı. Her şeyin tam yapıldığı bir eksiklik vardı üzerlerinde. Tuhafiye açılması gereken yere diyelim, dürüst çalışan bir bakkaliye açmışlardı, silah sıkılması gereken yerde mesela, bütün inceliğiyle bıçak kullanmışlardı, daha ölümün sonlanmadığı yerde, bunlar duaya başlamıştı; yani tatlı bir su, yıllardır doğrusu bilinmeyen yanlış bir yataktan akmaktaydı.”
Zarifoğlu ailesinin acılarla tekerrür eden tarihi Anadolu insanının tarihidir aslında. Hayatta kalmak, hayata tutunmak kavgasında bir türlü kadere üstünlük kuramayan bu insanlara karşı hayat bir düşman gibi basitçe görevlerini sürdürüyor. Zeliha da “sanki bir kurşun yağmuruna karşı” yürüyor ve sanki “bir karşı görev gereği, yıkıldığı yerden, yeniden yıkılmak üzere kalkıyor” ayağa.

Unutulmasın diye...

Merkezinde annenin yer aldığı bir ailenin çocuklarla dört bir yana savrulan ama her seferinde Mavruz köyünde kesişen trajik hayatını sergilerken, bir roman karakteri kadar öne çıkan tarihsel döneme nüfuz etmemizi sağlayan çok sayıda yan hikâye de anlatmış Ceylan. Böylelikle çok zengin bir toplum yaşantısına ulaşmış; köylüler, kentliler, yoksullar, zenginler, subaylar, askerler, İttihatçı paşalar, kumarbazlar, eşkıyalar, orospular, meyhane müdavimleri, cambazlar, tüccarlar, hekimler, şifacılar, hafızlar, deliler, Rumlar, Ermeniler, Araplar, çingeneler, falcılar tekmili birden Anadolu’nun bu karanlık dönemiyle birlikte canlanıyorlar. Anlatıcı sadece kişiler ve olaylarla sınırlı kalmıyor, eşyalara ve bu eşyalara karşılık gelen yaşantılara da uzanıyor; “Günler böyle böyle geçerken dükkâna mal alma zamanı gelir, İzmir’den, Burhaniye’den develere yüklenmiş olarak tenekelerle bir ve iki asit yağ, çuvallarla kelle şekeri, birinci ve üçüncü nevi sabun, selelerle zeytin, kasalarla sarı lop incir, kutularla semilyon üzüm, dizgelerle hurma, halkalarla Afyon sucuğu, feracelik top top kumaş, destelerle oyalı oyasız atkı, çember, eşarp, saplı sapsız çanaklar, kulplu kulpsuz fincanlar, irili ufaklı taslar, kapaklı kapaksız tencereler, fantezi şişeler, rengârenk makaralar, naylon mezuralar, dişli testereler, boy boy çiviler, keserler, çekiçler, imamesi püsküllü ya da zincirli kemikten, çekirdekten, zebercetten, mercan, kehribar ya da sedeften tespihlerle, argaçları çift büküm beyaz, arışları tek büküm kırmızı Milas seccadeleri geliyor, onca mal hayatın altındaki depoya bölümlere ayrılarak istifleniyordu.”
Üç boyutlu uzun cümlelerle yapılan tasvirler üslubun en belirgin tarafı. Ancak Ceylan’ın anlattığı ana hikâyeyi ve yan hikâyecikleri asıl etkili kılan olaylarla anlatı arasındaki mesafeyi koruyabilmesi. En iç acıtıcı, hatta ürpertici vakaları okuyucuyu duygusal bir yüklenmeye sokmayan, sanki olağan bir görüntüyü aktarırmışçasına anlatırken gerçekle gerçeküstünü birbirine yaklaştırıyor.
Her ne kadar benzerlikler olsa bile, aile tarihleri üzerinden bir dönemi ve insan tiplerini anlatan -mesela, Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi ya da Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları gibi zamanın doğrusallık izlediği- romanlara pek benzemiyor Kestane Kıranında Kadınlar. Kuzulara meme veren, yedikleriyle hamile kalan, sağır gelinle anlaşabilmek için kuşdili konuşmaya alışan kadınlarıyla, ritüelleriyle, bilgeleri, delileri, doğal afetleriyle ama en çok da belli bir mantığı varmışçasına akan tarihiyle Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı’na daha yakın. Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık romanını toplumsal hafıza kaybına işaret etmek icin yazdığını söylemişti. Hayali Mocambo Kasabası ve romanın ‘gerçeküstü’ kahramanlarının hayat hikâyeleri alternatif bir Latin Amerika tarihi anlatıyordu. Hayali Mavruz köyünde bireylerin kaderlerine yön veren hayat da -hafızalardan silinmiş- alternatif bir Anadolu tarihine işaret ediyor. Aydınlanmanın ilerlemeci tarihselliğinin karşına, Latin Amerika’nın ve Anadolu’nun yinelenen kaderini koyan hikâyeler okuyoruz.
“Ölümler tamamlanmış, düzen sağlanmış, bir çeyrek asır daha ölecek kimse kalmamıştı! Hatice’yi yokladı, sırtına sıkı sıkı yapışmıştı, eyersiz atını topuklayıp dağlara sardı. İçinde, “Soyunu yaşatmak, mutlaktır,” diyen, ailenin en eski kuşaklarından beri süren, Zarifoğluların saçları kadar düz bir felsefe vardı.”

KESTANE KIRANINDA KADINLAR

Tahir Musa Ceylan
Kanat Kitap
2008
319 sayfa
18 YTL.

Radikal
Yayın Tarihi : 8 Ekim 2008 Çarşamba 11:36:52


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?