1
Haziran
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Korkuyu Fethetmek…

Türkiye yeni yıla geleceğine sahip çıkamayan, sağa sola savrulan bir görüntüde giriyor. Soğuk Savaş bitmemiş gibi davranan, yeni dönemin ulusal çıkarlara çok daha fazla odaklandığını kavrayamayan, blok bağımlılığını üzerinden atamayan, değişimi değişmeyen kavramlarla algılamaya çalışan bir ülke görüntüsünden sıyrılamıyor.
Batı bloğunun tüm ülkeleri başta ABD ve AB, Soğuk Savaş sonrasının yeni siyasal ortamında yeni hesaplar ve yeni stratejik hedeflerle yeni egemenlik projeleri geliştirirken, Türkiye edilgenliği, bağımlılığı, statükoyu yeğliyor. Üstelik “statüko” kavramıyla başka şeyler anlatılmaya çalışılıyor. Oysa gerçekten değişmesi istenmeyenler nelerdir? Yani gerçek “statüko” nerededir?

Statüko blok bağımlılığıdır, soğuk savaş bitmemiş gibi davranmaktır. Asya’yı unutmaktır, tek taraflı bağlanmayı dış politika zannetmektir, ülkeyi AB kapısına çivileterek, yeni ilişki dinamikleri geliştirme yeteneğini köreltmektir, kısacası statüko bağımsızlığı köleliğe, aşağılanmaya tercih etmektir.

Buraya nasıl gelindi? Hiç kuşkusuz uzun bir sürecin ürünüydü. Ancak özellikle Soğuk Savaş sonrasında son derece hızlı ve hacimli özel bir çaba dikkat çekiyordu. Önce değerlerle oynandı. Bu hesaplanarak yapılan bir hamleydi. Biliniyordu ki, bir toplumdan ve ülkeden iki şeyi sökebilirsen topla tüfekle işgale gerek kalmaksızın beyinleri ele geçirip, o toplumun ve ülkenin geleceğine hükmedersin. Birincisi özgüvenini kaybettirmekti, ikincisi ise hedefsiz bırakmaktı. Bu kısmen başarıldı da.

Türkiye’de son yıllarda toplumun üzerine çökertilen,aslında bir “değersizleştirme” projesiydi. Benliğini yitiren ülke hedefleniyordu. Aşağılanmayı olağanlaştıran, onurlu ve kişilikli olmayı küçümseyen bir ruh hali yaratılıyordu. Önce “aydın” kimliği zedelenmişti. Zihinsel bulanıklık aydın kitlesinin en önemli sorunu haline gelmişti. Üstelik ülkesini, ulusunu açıkça karşısına alanlar bile “aydın” olarak tanınıyordu. Oysa Türkiye aslında gerçek aydınını arıyordu. Gerçeği gizlemeyen, ülkesine ve ulusuna sırtını dönmeyen, gerekirse bedel ödemeyi göze alabilen aydınlara ihtiyaç duyuyordu. Çünkü değerler yıpratılıyor, gerçekler gizleniyor ve her şey öncelikle kavramlar üzerinden yürütülüyordu.

Bu yüzdendir ki, birçok önemli kavram önemsizleştirilmeye çalışıldı. Batı dünyası ulusal güvenlik konusunda yeni duyarlılıklar geliştirirken Türkiye’de zaafa uğratıldı. Batı dünyası ulus-devletine sımsıkı sarılırken Türkiye’de ulus-devletlerin döneminin bittiği yalanı yerleşik kılınmaya gayret edildi. Batı dünyasında ülkesine ve ulusuna sahip çıkma bilinci hiç eksilmeksizin sürerken Türkiye’de milli refleksler ırkçılık yakıştırmasına uğratılarak köreltilmeye çalışıldı. Batı dünyasında Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan, İtalyan.. Kavramlarıyla millet tarifi yapılırken Türkiye’de “Türkiyeli” tarifinin daha doğru olduğu söylendi. Batı dünyasında etnik yapı, bütünlüğü pekiştiren kültürel bir zenginlik olarak kabul ederken, Türkiye’de bölünmenin, ufalanmanın zemini haline getirmeye çalışıldı.

Bu oyun bu proje bozulmalıdır. Bu ülkenin gerçek aydınlarının öncü işlevi etkin olmalıdır. Bir araya gelerek, Anadolu’ya sımsıkı sarılarak bu ülkenin kovanını yaratmalıdır. Kaybolan özgüveni yeniden yaratmak, hedefi saptamak ve bu uğurda dirençle, inançla uğraş vermek “aydın” olmanın ölçüsüdür.

Bugün hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de küresel kıskacın yaydığı hava, şu çok işittiğimiz üç cümlede saklıdır; ”gücümüz bu ne yapabiliriz” , “duygusallıkla sorunları çözemeyiz” ve ”gerçekçi olmak gerek”.

Oysa bu sözler, gerçekleri karartarak, sömürüye ve bağımlılığa boyun eğme çağrıdır. “Gerçekçilik” teslimiyeti, “demokrasi ve insan hakları” ise koşulsuzca (..ve onursuzca) itaat-ı örtüyor. Ve bu örtülerle toplum yönlendirilmeye, bağımlılık bir yaşam biçimine dönüştürülmeye ve gerçekçi olmanın tanımı olarak sunulmaya çalışılıyor.

“Gücümüz bu “diyenlerin en azından 30 yıldır bu şarkıyı dillerinden düşmemelerinin özel bir nedeni de olsa gerek.Üstelik bunu söyleyenler arasında bu gücün yaratılması için yapılması gerekenleri üretemeyenlerin olması bir başka acıklı durumu yansıtıyor.
Hiçbir ciddi ülke ve toplum geleceğine sahip çıkma bilincini yitirmez. Bilinç akıl işidir ama bir o kadar da inanç ve dirençtir. Sadece bilginin üretilmesi ve bilginin taşınması da yetmez. Asıl yapılması gereken bilgiyi bilince taşıyabilmektir. Bilinç direnme azmidir. Bilinç çözüm inadıdır. Bilinç hedefsiz kalmamak ve özgüvenini yitirmemektir.
Ve bilinç; savaşı fethetmeden önce korkuyu fethetmeyi bilmektir.…

Yayın Tarihi : 21 Ocak 2006 Cumartesi 16:09:08


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?