2
Mayıs
2025
Cuma
ANASAYFA

Türkiye neyin müzakeresine hazırlanıyor?

AB-Türkiye ilişkisinde 3 Ekim 2005 tarihi ne ifade ediyor? Türkiye gerçekten tam üyeliğin mi müzakere sürecine başlıyor? Bu soruların cevapları aslında artık öylesine açık ki, bunun için en basit yol yazılı belgelerin okunması.

Gerek 15 Aralık 2004 AB Parlamentosu Türkiye kararı gerekse 17 Aralık zirve kararları 3 Ekimden sonra müzakerelerin niçin başlayacağını, nasıl bir süreç yaşanacağını ve sonucunun ne olacağını açıkça ortaya koyuyordu.

3 Ekimin getirdiği yenilik; 2004 Aralığında ortaya konulanların zemininden kopmadan müzakere koşullarını daha da ağırlaştırmakla sınırlıdır. Tıpkı 17 Aralık belgelerinde olduğu gibi Müzakere Çerçeve Belgesinin de (MÇB) hiçbir yerinde Türkiye’nin tam üyeliğini garanti eden herhangi bir hüküm yoktur. Aslında belgede tam üyelik vurgusu bile geçmemektedir. Sadece müzakerelerin ortak hedefinin “katılım” olduğu yazılmıştır ama bu katılımın niteliği belirtilmemiştir. Bu yaklaşım, AB açısından titiz davranmayı gerektiren bir durumu ortaya koymaktadır. Hem Türkiye’ye tam üyeliği garanti etmemek, hem de Türkiye’nin AB kapısından kopmamasını sağlamak gerekiyordu. Bu çabanın özü;1995 Gümrük Birliği üyeliğiyle gerçekleşen tek taraflı bağlanmanın sorgulanmaması adınadır.

Aslında zaten katılımın nasıl bir katılım olacağı paragrafların okunmasıyla anlaşılması mümkünken bunu Türk kamuoyunu tedirgin edecek biçimde ayrıca yolun sonunun “imtiyazlı ortaklık “(Burada ki imtiyaz sıfatı olumluluk taşıyan bir ayrıcalık kazanmak değil, daha doğru bir ifadeyle 2.sınıf olmaktır..) olacağının açıkça belirtmenin gereği yoktu. Ama 3 Ekim öncesi yaratılan yapay krize de ihtiyaç vardı. AB açısından geçmiş deneyimler göstermiştir ki Türkiye ile olan ilişkilerde “iyi polis” “kötü polis” oyunu her zaman işe yaramaktadır. Bu defa “kötü polis” rolü Avusturya’ya düşmüştür.Bir süre sonra “kötü polis” ikna edilmiştir ama geriye kötü bir Müzakere Çerçeve Belgesi kalmıştır.

Her şeye rağmen belgede sizi tam üyelik vermeyeceğiz denilmiyordu ya, önemli olan da buydu. Zaten yine bayram yapmaya hazır bir medya vardı ve bir dizi laf kalabalığı arasında bardağın hem boş hem de dolu tarafları olduğu söylenecekti. Böylece zorda olsa tam üyeliğin mutlaka gerçekleşeceği izlenimi verilecekti. Hatta AB üyesi olmuş gibi de davranılabilirdi. Zaten bazı gazetelerin başlıkları da önceden hazırdı. Bunun için ”yapay krizin” sona erdiğini öğrenmek yeterliydi. Çerçeve belgesinin sorgulanmasına ise hiç gerek yoktu. Böylece “AB müktesebatı” ile ilgili olmayan siyasal koşulların müzakerelerin temel dokusunu oluşturacağı bir kez daha gizlenmiş olacaktı. Oysa MÇB’ de, ülkesiyle kavgalı olmayan sorumluluk sahibi her yurttaşın kaygı duyması gereken ifadeler yer alıyordu. Hatta AB’ye tam üyeliği savunanların bile böyle bir belgeyle bu yol tamamen kapanıyor demesi gerekiyordu. Öyle ya yıllardır Türk halkına tam üyeliğin gerçekleşeceği söylenmemiş miydi?

AB tam üyeliğiyle Türkiye’nin zenginleşeceği ve medenileşeceği düşüncesi yerleşik kılınmaya çalışılmamış mıydı? Şimdi 2014 hatta 2020’lere dek “katılımı” unutun, bu süre içinde parasal yardımları da bel bağlamayın, her şeyin sonunda serbest dolaşımına hayal etmeyin diyen bir AB’ye herkesten önce AB’ye tam üyeliği savunanların karşı çıkması gerekmez miydi?

Bu olmuyorsa bilin ki ortada bir maskeli balo sergileniyor.Bu gerçeklerin taraflarca bilinmesine rağmen maskeli balo sürdürülüyorsa, AB sopasıyla bir hesaplaşma süreci başlatılıyor demektir. Bunun için 3 ekim öncesi ve sonrası, Avrupa basınında (30 Eylül ve 5 Ekim 2005 de.) Türkiye ile ilgili çıkan haber ve yazıların motiflerine bakıldığında neyin neden,nasıl ve kimler eliyle bu hesaplaşmanın yapılmak istendiğine ilişkin ipuçlarını yakalamak mümkündür.

3 Ekim öncesi;

Independent Gazetesi: ''Müzakereler başlamalı. Çünkü hem Avrupa içindeki Türkiye karşıtları, hem Türkiye'deki milliyetçi tepki giderek güçleniyor.''

Guardian Gazetesi: ''Kürt bölgelerinde yeni yasaların uygulanmasında, Kıbrıs konusunda sorunlar olabilir. 1915 Ermeni soykırımını tanıması yolundaki çağrılar ülkede, en azından tarihle yüzleşme konusunda daha olgun bir tutum benimsenmesini teşvik etmeli…”

Financial Times: “Kemalizm,milliyetçi ve kendi kendine yeterli olma ideolojisidir…'' Atatürk ilkeleri ve Kemalizmi tartışmaya açma fikri, Türkiye'de hala büyük tepki yaratmaktadır….”

3 Ekim Sonrası;

Guardian Gazetesi: “…Türkiye'ye kesin üyelik garantisi verilmemiştir. Ankara'yı bekleyen engelleri vardır…Türkiye'nin üye olabilmesi için tüm üyeleri tatmin etmesi gerekecek. Herhangi bir ülke herhangi bir gerekçeyle müzakereleri derhal durdurulabilir....En büyük korku, Erdoğan'ın gelenekçi tabandan gelen baskıyla tekrar değişmesi….Hükümetin Avrupa Birliği'nin yanı sıra kendi vatandaşlarını da ikna etmesi gerekecek.....Türkiye'de daha şimdiden birçok kişi, AB'ye fazla taviz verildiğini düşünüyor. Avrupa Birliği üyeliğine destek azalıyor.....Bu durum Türk hükümetlerinin işini daha da zorlaştıracak. Ankara Avrupa Birliği'nin istediği her şeyi yapsa bile müzakerelerin sonunda karşısında referandum yapacağını açıklayan Fransa ve Avusturya'yı bulacak……."

3 Ekim sonrasına ilişkin bir yorum da Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’dan geldi. "Türkiye'nin büyük bir kültürel devrim geçirmesi gerekiyor. Türkiye belki de üyeliğe asla hazır olmayabilir"

Independent Gazetesi: “…Avrupa Birliği komşusundaki toplumsal değişime yardımcı olacak, ılımlı İslam'ın daha geniş bir coğrafyada egemen olmasını sağlayacak…..”
Müzakerelerde neyin tartışmaya açılacağına ilişkin başka ipuçlarından da söz edilebilir ama artık önümüzde bir Müzakere Çerçeve Belgesi (MÇB) bulunmaktadır ve bu belge müzakerenin rengini ,tonunu,niteliğini yeterince yansıtmaktadır.

Müzakere Çerçeve Belgesinde(MÇB) Neler var?

MÇB’ nin özellikle 2,3,4, 6.,7.,10. ve 11. paragrafları müzakere sürecinin amacını ele vermektedir.

MÇB’ nin 2. paragrafında , aynı cümlelerin yer aldığı 17 Aralık zirve kararına göre eklemeler yapılmıştır.Müzakerelerin açık uçlu olduğu sonucunun önceden garanti edilemeyeceği, müzakerelerde başarısız kalınması halinde mümkün olan en güçlü bağlarla AB yapısına sımsıkı demirlenileceği tıpkı 17 Aralıkta belirtildiği gibi yine yer almaktadır.Ancak bu cümlelerin geçtiği paragrafa bir sözcük eklenmiştir.Bu sözcük AB’nin “hazmetme”(emme veya sindirmede denilebilir..) kapasitesidir.Yani Türkiye müzakerelerde başarılıda olsa önemli olan AB’nin “hazmetme” kapasitesidir. AB Türkiye’nin büyüklüğünü açıkça sorun saymaktadır. Türkiye’den vazgeçmesi de mümkün değildir. Çünkü Türkiye, 1995 yılında Gümrük Birliği ile tek taraflı olarak hem hukuki hem de siyasi açıdan AB’ye bağlanmış ve bu düzenek AB’ye olağanüstü yararlar sağlamıştır. Bundan vazgeçmesi, bu düzeneğin tartışılması, sorgulanması AB’nin katlanacağı bir durum değildir. Bu tek taraflı ilişkinin sürdürülebilmesi, kalıcı karakter kazanabilmesi için müzakerelerin ucunun açık olması ve sonucunun önceden garanti edilmemesi gerekir. AB’de bunun gereğini yapmaktadır.

Bu arada uzun ve yıpratıcı müzakerelerin AB açısından hazım problemi yaratan büyüklük sorunun çözümüne yarayabileceği beklentisi vardır.Bu noktada vurgulanması gereken bir başka durum “hazmetme kapasitesi” nitelemesinin 15 Aralık Parlamento kararında yer almış olmasıdır.Yani kimine göre bağlayıcı olmadığı söylenen AB Parlamento kararlarının nasıl birer referans kaynağı olduğunun açık göstergesidir.

MÇB’ nin 3.paragrafında karşımıza “hazmetme kapasitesi” yine çıkıyor. “………

1993 Kopenhag Zirvesi Sonuçları doğrultusunda, Avrupa entegrasyonu ivmesi muhafaza edilirken, Birliğin Türkiye’yi hazmetme kapasitesi gerek Türkiye gerek Birliğin çıkarları açısından göz önünde bulundurulması gereken önemli bir husustur. Komisyon, bu üyelik koşulunun karşılanıp karşılanmadığına ilişkin olarak Konsey tarafından yapılacak değerlendirmeye ışık tutmak amacıyla, Türkiye’nin üyelik perspektifinden kaynaklanan sorunlara ilişkin Ekim 2004 tarihli kâğıdında yer alan tüm hususlar açısından değerlendirmek suretiyle, müzakereler sırasında bu kapasiteyi izleyecektir.”

Öyle anlaşılıyor ki, AB “hazmetme kapasitesini” müzakerelerde temel bir dayanak noktası olarak kullanacaktır.

MÇB’ nin 4.paragrafında azınlık vurgusu geçmektedir. Belgede; “ AB…….azınlık haklarıyla ilgili hükümlerin uygulanmasında mevzuatı ve uygulama tedbirlerinin pekiştirilmesini ve genişletilmesini beklemektedir……..” denilmektedir. AB’nin Lozan anlaşmasında tarif edilen azınlık kavramından farklı bir arayış içinde olduğu, yazdığı ilerleme raporlarıyla daha önce anlaşılmıştı.AB’nin bu arzusu,Türkiye’nin ulus devlet kurgusunu zedelemeyi hedefleyen yeni azınlıklar üretme çabasına yönelikti. Bu paragrafla anlaşılmaktadır ki,AB bu konudaki çabalarını yoğunlaştıracaktır.

MÇB’ nin 6. paragrafın da, Türkiye’nin hem bugününü hem de geleceğini derinden sarsabilecek olumsuzluklar üretmeye aday ifadeler bulunmaktadır. Belgede; “ Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkileri konusunda açık taahhüdü ve Birleşmiş Milletler şartı doğrultusunda uyuşmazlıkların ve önemli sınır uyuşmazlıklarının gerekirse Uluslar arası Adalet Divanı’nın zorunlu yetkisini de içeren barışçı yollarla çözülecektir.” ifadesi yer almaktadır. Buna göre Türkiye’nin sınır sorunlarının çözümünde Uluslar arası Adalet Divanının adres gösterilmesi mevcut durumda öncelikle Yunanistan ve Ermenistan için sevindiricidir. Ancak sevinenlerin sayısı süreç içinde artırılabilir. Türkiye ile sınırları olan başka ülkelerde Türkiye ile sınır anlaşmazlığı olduğunu ilan edebilir. Bu noktada ilk akla gelen Irak’tır. Irak’ın Kuzeyinde yaratılan siyasi dokunun gelecekte Türkiye’ye yönelik sınır uyuşmazlığı olduğunu bildirmesi şaşırtıcı olmaz. Bu durumda 6.paragrafa göre anlaşmazlık Uluslararası Adalet Divanı’na taşınabilir ve bu durumda ABD ve AB’nin tavrının belirleyici olması kaçınılmazlaşabilir. Süreç Türkiye’yi tehdit edebilecek bir niteliğe bürünse bile bu paragrafa göre Türkiye, güç kullanma yetkisini işletemeyecek. Bu paragrafın tuzakları düşünüldüğünde akla bir başka nokta daha gelmektedir.Bilindiği gibi yakın geçmişte BM’nin İkiz Sözleşmeleri Meclis’ten geçirilmişti.6. paragraf da ki ifadeler bu sözleşmelerin imkan tanıyabileceği siyasi hakların sınır belirlemeye dayalı güvencesi haline gelebilir.

7. paragraf, AB üyesi ülkelerin uluslar arası kuruluşlara üyeliğinde Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir.(Örneğin Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin NATO üyeliğinde..) Bu paragrafın taraflar arasında anlaşmazlığın nedeni olduğu vurgulanmış ancak dönem başkanlığını yürüten İngiltere’nin yazılı bildirisi veya mektubuyla Türkiye üzerinde bu ipoteğin konulamayacağını belirten bir güvencenin verildiği söylenmiştir. Her şeyden önce böyle bir güvencenin esas belgede yani MÇB’de yer alması gerekirdi. Çünkü AB’nin hukuki işleyişi açısından MÇB birincil hukuka girmektedir. Yani asıl bağlayıcı olandır.Oysa dönem başkanlarının verdiği yazılı güvencelerin geçersiz olduğunu en iyi bilmesi gereken ülke Türkiye olmalıdır.Helsinki sürecinde benzer bir güvence dönemin başkanlığını yürüten Finlandiya tarafından verilmiş, daha sonra bu güvencenin AB’yi değil sadece veren ülkeyi bağladığı AB tarafından Türkiye’ye resmen ifade edilmiştir.

MÇB’nin 10. paragrafı ise neyin müzakere edileceğine dair çok geniş bir yelpaze sunuyor. Bu paragrafa göre “…..Müktesebat sürekli değişim halinde olup birçok hususları içermektedir…Birliği kuran anlaşmaların kapsamı,ilkeleri ve siyasi hedefleri,Anlaşmalar uyarınca kabul edilen mevzuat ,kararlar ve Adalet Divanı’nın kararları,Yasal olarak bağlayıcı olsun ya da olmasın, kurumlar arası anlaşmalar, kararlar,deklarasyonlar, tavsiyeler,kılavuzlar gibi birlik çerçevesinde kabul edilen diğer işlemler, ortak dış ve güvenlik politikası çerçevesindeki ortak eylemler, genel görüşler,deklarasyonlar,kararlar ve diğer işlemler,adalet ve içişleri çerçevesi üzerinde uzlaşılan ortak eylemler,ortak görüşler,imzalanan sözleşmeler,kararlar bildiriler ve diğer işlemler…”

Böylece uzayıp giden bir dizi unsur Türkiye’nin uyması gerekenleri belirlemiş olacak. Neredeyse AB cephesinden Türkiye’ye yöneltilen her çağrı yapılması,uygulanması ve değiştirilmesi gereken koşula dönüşüyor.Oysa parlamento kararlarının bağlayıcı olmadığı söyleniyordu.Bu paragrafa göre bu gerekçe resmen ortadan kalkıyor.

Bu parlamento kararlarında neler vardı? Belli başlıcalarını sıralamak gerekirse; Sözde Ermeni soykırımının resmi olarak kabul edilmesi( 41.paragraf,bu karar daha sonra 28 Eylülde bu konunun bir koşul olacağı biçiminde tekrar alınmıştır.. ) Güney Kıbrıs Rum Kesiminin “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla tanınarak,KKTC’den Türk askerinin çekilmesi,(böylece KKTC’nin Türkiye eliyle resmen öldürülmesi..) Fırat ve Dicle Nehirleri yönetiminin ortak yürütülmesi (42.paragraf),Ruhban Okulunun açılması(Z paragrafı),Kürtlerin haklarının tümüyle tanınması(Y paragrafı/Bunların neler olduğu açıkça vurgulanmamıştır.) bunlardan sadece bir kaçını oluşturmaktadır.

10 . paragraf, terörist Öcalan’ın yeniden yargılanmasına yönelik AİHM tarafından alınan kararın uygulanmasını zorunlu kılacaktır.Bunun gibi daha birçok siyasal ve stratejik hedefler güden AB kararları,tavsiyeleri müzakerelerde Türkiye’nin aşması gereken eşikler olarak sunulacaktır.Bu haliyle müzakerelerde 35 başlık açılıp kapanacak ve sonucunda 25 üyeli hükümetler arası kurul her eşiğin başarısını oylayacaktır.Bir tek üyenin bile kaprisi müzakerelerin askıya alınmasına, uzatılmasına yol açabilecektir.Herhangi bir AB üyesi ülkenin kendi çıkarlarını göz ardı eden, zedeleyen bir adımı benimsemesini hiç kimse beklememelidir. Bu durum 35 eşikten oluşan müzakerelerin teknik mi yoksa siyasi bir süreç olduğunu açıklamaya yeter bir tabloyu yansıtmaktadır.

MÇB’ nin 11.paragrafı ise, AB mevzuatına uymadığı gerekçesiyle Türkiye’nin daha önce yaptığı ikili anlaşmalar ile uluslar arası anlaşmaların sona erdirileceğini belirtiyor.

Bu paragrafa göre Türkiye’nin hangi ikili veya uluslar arası anlaşmalarının geçersiz kılınacağı açıkça belirtilmiyor.Örneğin KKTC’nin varlığı,1959 ve 1960 Londra-Zürih anlaşmaları, bu paragrafa dayanılarak Türkiye adına geçersiz kılınabilir.(hatta ucunun Lozan’a veya Montrö’ye dayanmayacağını kim garanti edebilir.?) Genişlemeden Sorumlu Avrupa Komiseri Olli Rein’in MÇB ile ilgili söylediği “kasıtlı muğlaklık” nitelemesine herhalde bu maddede fazlaca uyulmuştur.Muğlaklığın yaratılmasına dönük kasıtlı davranışın hangi kapsamda ele alınacağı muğlak gibi görünse de Türkiye’den çok AB’nin çıkarlarına hizmet edeceği son derece açıktır.
MÇB’nin 12.paragrafı, 17 Aralık kararlarında olduğu gibi kalıcı kısıtlamalara değinmektedir.”……… Uzun geçiş süreleri,muafiyetler,özel düzenlemeler ya da koruma önlemlerine sürekli olarak dayanak oluşturabilecek hükümler gibi kalıcı koruma hükümleri düşünebilir.Komisyon, bu hükümleri, uygun olduğu takdirde, kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar veya tarım gibi alanlardaki tekliflerine dahil edecektir…” Görüldüğü gibi serbest dolaşım hakkına kalıcı kısıtlama gelebilecek tir ki,bu bile başlı başına bu müzakerelerin tam üyeliğe dönük olmadığının kanıtıdır. Esasen üyeler arasında eşit davranılmaması da AB hukukuna göre mümkün değildir. Ama burada özel bir durum vardır.O da Türkiye’nin tam üyelik dışı bir sürece yöneltilmesidir.

MÇB’ nin 17. paragrafı ise müktesebatın etkin uygulanmasına uygun kurumlar, yönetim kapasitesi, idari ve adli bir sistem gerektiğini vurgulamaktadır. Buna göre yeni bir kamu yönetimi yapılanması öngörülebilir. Ayrıca ,daha önce üzerinde çok tartışılan ve çeşitli sakıncaları taşıyan” kamu yönetimi reformu yasa tasarısı” müzakere sürecinde yeniden gündeme gelebilecektir. Bu paragrafta birkaç kez vurgulanan ve etkin bir şekilde uygulanması gerektiği belirtilen “müktesebat” kavramının sınırları çizilmemiştir. Bu durumda 10 .paragrafın son derece geniş tanımladığı ve sürekli değişime açık olduğunu söylediği “müktesebatın” esas alınacağını anlamaktayız. O zaman da Türkiye’nin belli bir standart a göre değil de siyasal ve stratejik çıkarlara dayalı bir “sözde müktesebata” bağlı kalacağı görünmektedir. Nitekim Türkiye’nin önüne konulanlar, “AB müktesebatı” adı altında diğer üye ülkelere müzakerelerde uygulanmamış olan “özel koşullardır”. Bu noktada İngiltere örneği sık sık verilmektedir.Onun da zorlu bir müzakere süreci yaşadığı ama sonunda başarılı olduğu vurgulanmaktadır. MÇB’ ya bakıldığında asla bir benzerlik taşımamaktadır.
Nitekim Türkiye’nin önüne konulan bu çerçeve belgesi; tamamen Türkiye’ye özgü nitelikler taşıyan ,özel hükümleriyle gerçek “AB müktesebatıyla” uyumlu olmayan,ikinci sınıf üyeliği benimsetmeye dönük,iç ve dış politik ve ekonomik yapılanmayı,yönetsel dokuyu,egemenlik haklarını AB’nin siyasal ve stratejik hedeflerine göre yeniden düzenlemeye yönelten, büyüklük sorununu zaman içinde çözebilme arzusu taşıyan direktifler dizisi niteliğindedir.Bu nokta da bu sürecin karşılıklı müzakere edilerek,çeşitli pazarlıkların yeniden yaşanacağı ve buna bağlı olarak da bazı paragrafların zaman içinde ve müzakere yeteneğinize göre değişebileceği beklentisinin doğru olmadığını da belirtmek gerekir.

Esas olan bu belge çerçevesinde kabul edilen yükümlülüklerin ne kadar yerine getirip getirilemeyeceğidir.Nitekim bu durum ilerleme raporlarıyla ve 35 başlıkta yapılacak müzakerelerin 35 komiseriyle denetlenecektir.

Bu belgenin Türkiye’ye yönelik özel bir hazırlığın ürünü olduğu aslında yine belgenin kendisinden anlaşılmaktadır.İlk ek durumundaki ; EU Opening Statement For Accession Conference with Turkey’de , “Müzakere Çerçeve Belgesi,beşinci genişleme,müktesebat ve Türkiye’nin özel koşulları ile özgünlüğü düşünülerek hazırlanmıştır.” Böylece Türkiye’nin durumunun diğer aday ülkelerden ayrı ve özel koşullar içerdiği resmi belgelere işlenmiştir.
Bu sürecin hazırlığı daha eskilere dayanmaktadır.Buna bağlı olarak birbirinden farklı dönemlere yönelik bir çok örnek verilebilir.Bunlar arasında en çarpıcı olanlarından biri Almanya Dışişleri Bakanı Joscha Fischer’in , Aralık 2002 Kopenhag Zirvesinde söyledikleridir. “Türkiye’yi nasıl olsa Avrupa Birliğine almayacağız,bir yöntem bulalım da burada küstürmeyelim.Önce uyutalım,sonra da unutalım.” Bu sözler o dönem mikrofonlara yakalanmıştı.Şimdi ise bu sözler yaşama geçmeye hazırlanıyor.

3 Ekimle başlayan süreç, ekonomiden iç ve dış siyasete,güvenlikten hukuka ve giderek egemenliğe kadar uzanan geniş bir yelpazenin AB güdümüne gireceğini gösteriyor.
Gümrük Birliğiyle başlayan sömürü düzenin derinleşmesine ve kurumsallaşarak statükoya dönüştürülmesine çalışılıyor.Ulus devletin temelleri zorlanıyor.Ufalanmanın,çözülmenin koşulları yaratılıyor.Ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlık ilkeleri önemsizleştirilmeye çalışılıyor.”Şu Çılgın Türklerin” yeniden bir çılgınlık yapmaması için özenli davranılıyor. Gerçekler özenle gizleniyor, aldatıcı bayram havası yaratılıyor.Bireysel çıkarlarıyla AB( ve ABD)çıkarlarını birleştirenler Türkiye ile hesaplaşmaya hazırlanıyor.

Türkiye’den yana olanlar ise her şeye rağmen “ Bağımsızlık Bizim Karakterimizdir” demeye devam ediyor…

Yayın Tarihi : 1 Kasım 2005 Salı 10:04:53


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?