18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Türkiye Nereye Sürükleniyor? Değişirken Çözülüyor mu?

Türkiye; Soğuk Savaş sonrasının yeni siyasal koşullarından süzülen çok önemli bir değişim dalgasıyla yüz yüzedir.Gerek bu değişimin yönü , gerekse boyutları tüm çıplaklılığıyla algılanarak ,Türkiye’nin nereye, nasıl bir hızla sürüklendiğinin bilincine varılmalıdır.
Yeni dönemin, yeni bağımlılıklarına savrulmuş bir Türkiye için , gelecek stratejileri belirlerken öncelikle nelerin yaşanıldığını ve ne anlamlar içerdiğinin bilinmesi gerekir.Sadece bilinmesiyle yetinilemez. Bilgi bilince dönüşmedikçe gerçeklerin yaşam alanı genişletilemez.
Bu sürecin temel aktörü ise hiç kuşkusuz aydınlardır ve gösterdikleri çabalardır.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünü güçleştiren en temel etken Türk aydının zihinsel bulanıklığıdır. Bugün yaşanılanlar duyarlı ve yaygın aydın kimliğine ihtiyaç göstermektedir.Öncü görevini hatırlayan,halkıyla bütünleşen,gerçeklerle halkın buluşmasını vazgeçilmez hedef seçen aydın kimliği, bugün her zamankiden çok daha fazla gereklidir.Her türlü sorunun yanıtını üreten, sentezini oluşturan ve halka ulaştıran , oluşturduğu bilginin bilince dönüşene dek takipçisi olan, elini taşın altına koyabilen , Anadolu’ya sımsıkı sarılan bir aydın kitlesine ihtiyaç var. Gerçeklerle halk arasına çekilen sis perdesini indirebilmek için, önemsizleştirilen kavramların yeniden yaşam bulabilmesi için, yitirilen değerlerin yeniden filizlenmesi için var gücüyle çalışacak aydın kitlesine ihtiyaç var.Halkına tepeden bakmayan ona güvenen, onunla bütünleşen, dağınıklığı gideren ve Anadolu’ ya sahip çıkan bir aydın kitlesine ihtiyaç var. Aslında her yurttaşın bu nitelikteki bir aydın gibi davranmasına ihtiyaç var.
Türkiye’nin bugün yaşadığı bir başka önemli eksiklik “senfonik uyumun” olmayışıdır.Tıpkı bir senfonideki gibi her türlü enstrümanın farklı seslerinden ortak sesi üretebilmek, bir ülke için de vazgeçilmezdir. Ortak payda da buluşabilme becerisi , bir ülkenin yapıtaşıdır.Uyumunu ve kendine güvenini yitirmiş toplumlar ve ülkeler boyunduruktan kurtulamaz. Geleceğini tasarlayamaz , stratejik düşünme yeteneğini koruyamaz ve yapay yönlendirmelerin ve bağımlılığın kıskacından sıyrılamaz.
Gerçeklerle yüzleşmekten sürekli kaçınan, üstelik bu gerçekleri halkından uzak tutmaya çalışan bir tutumla karşı karşıya kalmak, bir ülkenin yaşayabileceği en vahim durumdur. Bireysel ölçekte ve sadece kısa dönemde kendimiz için güvenli bir ortam yaratabileceğimizi düşünebiliriz.Ancak bu güvenli ortam, toplumsallaşamamışsa ve herkesin aynı duyguyu ve güveni hissetmesini sağlayamıyorsa uzun vade de herkes için tehlike sürmektedir.
Aslında aydın sorumluluğuyla yaklaşan her yurttaşın zihnini meşgul etmesi gereken sorularla karşı karşıyayız. Bir yandan AB üyelik sürecinin sancıları, öte yandan ABD’nin yeni hedef ve stratejilerinin zorladıkları; Türkiye’yi yanıtlanması gereken somut sorularla yüz yüze bırakmaktadır.Tüm bu sorular, zamanında ve Türkiye lehine yanıtlanmadıkça gelecek Türkiye için kaygı vericidir.
- Türkiye-AB ilişkisinde bir “statüko”ya dönüştürülen ve aslında Türkiye’nin tam üyeliği önündeki en önemli engel olan Gümrük Birliği(GB) üyeliği niçin sorgulanamamaktadır? Birkaç yıl içinde AB üyeliğinin gerçekleşeceği söylenerek imzalanan ve tam üye olmadığımız için karar sürecinde olmadığımız ve bu nedenle üçüncü taraf ülkelerle dış ticaret kararlarında Brüksel’e bağlı olduğumuz ve ekonomik sorunlarımızı büyüten bir anlaşmayı Türkiye kim adına, nasıl sürdürebilmektedir?
- Üstelik son ilerleme raporu Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerinin ucu açık olacağını, her zaman askıya alınma olasılığı taşıyacağını belirtmesine rağmen Türkiye kime, ne adına güvenerek GB yi bir pazarlık konusu yapamamaktadır?
- Adaylık konumunu elde ettiğimiz 1999 Helsinki zirvesi öncesinde AB’nin “Bundan sonra aday olan ülkeler tüm kriterleri yerine getirseler dahi birliğin dengelerini bozuyorsa AB , aday ülkeye karşı tahaahüt altına girmez” kararı kim için neden alındı?
- Son ilerleme raporu ; Türkiye’nin tam üyeliğinin gerçekleşmesinin ne denli zor olduğunu açık bir şekilde ortaya koymasına rağmen kamuoyuna nasıl son derece dengeli ve olumlu bir rapor olarak sunulabildi?
- AB, Türkiye’nin niçin sadece kültürel yapısıyla yakın ilgilidir? Aynı ilgiyi niçin ekonomik alanda esirgemektedir? IMF politikalarını niçin desteklemektedir? AB‘ nin ekonomi-politik dokusuyla uyum adına örneğin memurların toplu sözleşmeli grev hakkı konusunda niçin suskundur? Ekonomide demokratikleşmeyi , üretkenliği ve örgütlülüğü neden sorun edinmemektedir? AB’ye uyum adına Almanya, Fransa’da olduğu gibi Türkiye için ” sosyal devlet “ gereklerini niçin savunmamaktadır? Örneğin Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerine etnik kimlik düzeyin deki ilgisini niçin bu bölgelerdeki aşiret ve toprak ağalığına yöneltmemektedir? Türkiye ile el ele bu bölgelerin öncelikle ekonomik sorunlarının çözümüne katkı yapmayı düşünmemektedir?
- Diğer üye ülkelerde azınlık tanımına karışılmamasına rağmen hangi gerekçeyle Türkiye için azınlık tanımı yapabilmektedir?
- Hukukun üstünlüğüne dayandığını söyleyen AB, nasıl olur da Kıbrıs konusunda 1959 ve 1960 anlaşmalarını yok sayarak, Türkiye’nin üyeliğini beklemeden adanın Güney kesimini üstelik tüm adayı temsilen ve uluslararası hukuku ihlal ederek üye yapabilmiştir? Aday olanın aday yapana karşı sorumlulukları vardır da aday yapanın adaya karşı hiç mi sorumluluğu yoktur?
- Kıbrıs konusunda yeni sorunlar yaratmak yerine Kıbrıs adasının Türkiye ile eş zamanlı üyeliğine karar vermiş olması, hukukla çelişmeyen daha adil bir davranış olmazmıydı? Kıbrıs’ın üyeliği uluslar arası hukuku çiğnemek pahasına niçin bu kadar öncelikliydi? Kıbrıs adası bölge ve dünya barışını tehdit mi etmekteydi? Her şeye rağmen üye yapılacaksa mutlaka tek devlet olarak mı üye yapılmalıydı?
- Türkiye tüm bu yaşananlara karşı neden yeterince dirençli değildir? Hedefsizlik ve özgüven kaybının kalıcılaşmasımı istenmektedir?
- Türkiye ne zaman dış politika da dengeleyici ve çok yönlü bir strateji izleyecektir? Avrupalı olduğu kadar Asyalı olduğunu ne zaman hatırlayacaktır? Tüm büyük güçlerin ilgi odağı Avrasya ile ne zaman yeterince ilgilenecektir? Öncelikle bölge merkezli dış politikanın önemini yeniden ne zaman kavrayacaktır?
- Türkiye “İthal tehdit algılamalarıyla” (Bu niteleme Org.Büyükanıt’a aittir) yetinmeyerek yeni ulusal güvenlik stratejisi geliştirip, kendi tehdit algılamalarını açıkça ortaya koymayacak mı dır?
- Yeniden kalkınma heyecanını hissederek,borç sarmalından sıyrılmayı ,üretmeden tüketmemeyi,tasarrufu ve yatırımı unutmamayı,ileri teknolojiyi üretebilmeyi ve IMF,Dünya Bankası boyunduruğundan kurtulmayı ne zaman vazgeçilmez hedef belirleyecektir?
- Türkiye ; ulusal pazarını, piyasasını yani ekonomisini dış baskılarla ve korumasızca “dışa açarak” değil, ancak kendi iradesiyle “dışa açılarak” kalkınmanın gerçekleşebileceğini ne zaman kavrayacaktır?
- Türkiye ; sermaye hareketlerinin istikrar bozucu niteliğine seyirci kalmaktan ne zaman kurtulacaktır?
- Türkiye ; planlama kavramının bugünden yarını tasarlayabilme becerisi sayıldığını, kalkınma iddiası taşıyan herkes için vazgeçilmez başvuru kaynağı olduğunu neden önemsememektedir?
- Üç tarafı denizlerle çevrili olmanın zorunlu kıldığı “ulusal deniz stratejisini” ne zaman geliştirecektir? Ne zaman yüzünü denizlerine çevirecek ve çok yönlü ilişki dinamiğinin bir aracı olduğunu kavrayacaktır?
- Ulusal kaynaklarını bilerek, coğrafi olanaklarını yeterince tanıyarak ve ona sahip çıkarak, özünü, kendi kaynaklarını seferber ederek davranabilmeyi ne zaman öncelikli kılacaktır?
- Türkiye; tarihsel, kültürel ve coğrafi birikimiyle özdeşleşen ve bu temelde bütünleşen, yaşadığı mekana sahip çıkma bilincini yitirmeyen ve bireysel çıkarını toplumsal çıkarın önüne koymayan bir neslin yetişmesini ne zaman hedefleyecektir?
- Ortak çıkarda buluşmayı beceremeyen, dağınık savruk, kolayca borçlanabilen, satın aldıklarıyla değerlendiğini sanan, böylece ülkesinden, değerlerinden kopan , geleceğini tasarlayamayan, duyarsızlaşan, değerlerden arınarak yurt ve ulus bağlılığını yitiren, bağımsızlıktan kolayca ödün veren, başkalarının uzantısı olmaktan kurtulamayan, benliğini ve kimliğini yitiren aslında varlık nedenini kaybeden kuşakların yetişmemesi için Türkiye ne zaman harekete geçecektir?
- Tüm bu soruların yanıtlarını bu ülkenin her yurttaşı aynı sorumluluk duygusu içinde verebilmelidir.Unutulmamalıdır ki gerçek Türkiye’yi dar çıkar grupları değil yurttaşlık temelinde buluşan geniş halk kitleleri temsil etmektedir.
- ********
- Türkiye’nin gelecek stratejileri bu temel sorunların aşılabilmesine bağlı olarak başarıya ulaşacaktır.Türkiye’nin önünü tıkayan,bilinç bulanıklığı yaratan ve gerçekleri karartan yaklaşımlar aşılmadıkça geleceğin aydınlık olması düşünülemez. Bunun için gerçeklerle halk arasına çekilen “sis perdesi” indirilmelidir.Çünkü bu perde ; toplum üzerinde bir hedefi başarıya ulaştırma işlevi görmektedir.Bu hedefin üç ayağı vardır.
­ 1) Önemsizleştirme: Örneğin ; kamu yararı güden bütüncül planlama anlayışının, kalkınmacı ideal ve iddiaların ,sosyal devlet vurgusunun , devletin kamusal kimliğinin, ulusal güvenlik kaygılarının önemsizleştirilmesi ... gibi
­ 2)Duyarsızlaştırma: Örneğin ; borçlu yaşamaya alışmak, tasarruf alışkanlığını yitirmek, tarihsel ve kültürel bağlılıklardan kopmak ,toplumsal bilincin üretimini köreltmek, bilginin bilince dönüşmesini engellemek, tüm toplumu yöneteniyle, yönetilenleriyle ortak ulusal çıkarda buluşma azmini ve refleksini kırmak, ulusal kültür sentezini yıkıma uğratmak... gibi.
­ 3)Yanlış Bilgilendirme: Örneğin ; ulus-devletin tüm dünyada önemini yitirdiğini , her alanda ve her koşulda özelleştirmenin ve devletin küçültülmesinin vazgeçilmez olduğunu , Gümrük Birliği’nin Türkiye için çok yararlı olduğunu iddia etmek ... gibi.
Bu üç temel hedef, aslında toplum üzerinde “özgüven kaybı ve hedefsizleştirme” etkisi yapmaktadır. Böylece “statüko” yaratılarak, bu temel konular bilinç dışına itilmektedir. Bu noktada asıl sorun “statüko” kavramıyla “değişim” kavramlarının yerli yerince kullanılmasını sağlamaktır.Öncelikle kafa karışıklığı giderilmelidir. Türkiye’nin elbette çok önemli değişim ihtiyacı vardır.Esas olan bu değişimin doğru alanlarda yaşanabilmesidir.
Esas olan “değişim” ve “statüko” yakıştırmalarında, akla karayı ayırabilmektir ;
- Değişim, Soğuk Savaş koşullarının bittiğini kabul ederek, blok bağımlılığından sıyrılmaktan yana olmak demek
- Değişimden yana olmak, çok seçenekli, bölge merkezli, karşılıklı (mütekabiliyet) esaslı dış politikadan yana olmak demek.
- Değişimden yana olmak. Üretimden, planlamadan, stratejiden, yarınına sahip çıkmaktan yana olmak demek.
- Değişimden yana olmak, dar çıkar çevresinin siyasal ve ekonomik güç üzerindeki ülke ve geniş halk kitlelerinin çıkarlarıyla çelişen egemenliğine karşı çıkmak demek.
- Değişimden yana olmak, yeni bağımlılık çabalarına tek seçenekli ve tek taraflı ilişki sığlığına karşı olmak demek.
- Değişimden yana olmak, mali sermaye hareketlerinde istikrar bozucu, kırılgan ve yönlendirme amaçlı davranış biçimine karşı çıkmak demek.
- Değişimden yana olmak, ülkeyi borç sarmalına kitleyerek aslında bundan yarar sağlayanların dayattıkları “biz kendi başımıza adam olmayız” aşağılanmasına, hedefler üreterek özgüvenle karşı çıkmak demek.
- Değişimden yana olmak, kültürünü, piyasa ve pazarını ve ekonominin her alanını koruyabilme yeteneğinden yoksun bırakılmaya karşı olmak demek.
- Değişimden yana olmak, denetimi yitirerek ülkeyi “dışa açmak” yerine, bilinçle ülkenin çıkar ve hedefleriyle bütünleşerek “dışarıya açılmayı” savunmaktan yana olmak demek.
- Değişimden yana olmak, yeniden kalkınma heyecanını hissetmek, benlikli ve kimlikli bir yükseliş hedefinden yana olmak demek.
- Değişimden yana olmak, Anadolu’nun kültür harmanından kopmamaktan, ulusal kültür sentezini yerleşik kılmaktan, halkla bütünleşmekten yana olmak demek.
Kısaca özetlenen “bu değişim öğelerine” karşı çıkmak ise, statükodan yana olmak demek. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti 1938’den sonra tüm bu hedef dizisinden aşama , aşama uzaklaşmıştır. Bunlar yerine yerleşik kılınmaya çalışılanlar ise, bugün ülkenin geldiği noktada yüz yüze olduğu sorunların kaynağıdır. Öyleyse asıl “statüko” bu sorunların kaynağını değiştirmeye direnmektir.
Çözüm; öncelikle yukarıda yansıtılan mekanizmanın kırılmasıdır. Tabandan-tavana ortak hedefte bütünleşmektir. Çözüm, “arılarla-kovanı” buluşturabilmektir. Ulusalcı politika ve stratejileri egemen kılarak, evrensel buluşmayı başarmaktır. Çözüm, önce özgüveni kazanmak ve hedef belirmektir. Belirlenmiş hedefe kilitlenmek, herkesin hep birlikte kazanacağı üretken ortamı kurmaktır. Çözüm yeniden “Cumhuriyeti kimsizlerin kimsesi yapabilecek” kararlığı gösterebilmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ü biçimsel anlama ve algılamadan vazgeçerek, onu özümseyecek derinliği kavrayarak, tıpkı aşağıda da yer alan sözlerinde olduğu gibi günümüze ışık tutan hedeflerini unutturmamaktır.
“Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını tekrar etmek lüzumunu hissediyorum. Türkiye’nin müdafaa ettiği dava, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve yine şimdi güneşin ufukta ağardığını nasıl görüyorsam, bütün mazlum şark milletlerinin de uyanmasını öyle görüyorum. Emperyalizme ve müstemlekecilik yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletlerin arasında hiçbir renk ve ırk farkı gözetmeden yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.”


Doç.Dr.İ.Yaşar Hacısalihoğlu
İstanbul Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi
hacisalihoglu@superonline.com

Yayın Tarihi : 12 Aralık 2004 Pazar 12:10:07
Güncelleme :13 Aralık 2004 Pazartesi 12:28:45


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?