19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

"Çanakkale Geçilmez!"

Bir millet düşünün ki, 1912 – 1922 yılları arasında geçen 11 yılı, tüm varlığını seferber ederek, savaşla geçirsin. Bu süre içinde hem yengiyi, hem yenilgiyi yaşasın; sonunda küllerinden yeniden doğsun. Bu büyük milletin adı ‘Türk Milleti’dir. Bu savaşın içinde Türk-Türkmen, Boşnak, Pomak, Lâz, Tatar, Çerkez, Kürt, Arap gibi her türden Muhammedî ile beraber Îsevî ve Musevî’ler, yani o dönemin Osmanlı vatandaşları vardı. Ama savaşanların çoğunluğu Türk asıllı kahramanlardı. Diğerleri, çorbada tuz kabîlindendi. Tüm vatan, Türkmen Beyi, Sultan Osman’dan gelen Osmanlılık adı altında savaştı. Osmanlılık, son günlerde, bazılarınca bilmeden, ve de vatana aidiyet duygusunu kaybetmiş bazı bedhahlarca kasten telâffuz edilen ‘Türkiyelilik’ anlamında kullanılmıyor, tüm milleti temsil ediyordu.

Evet, Türkiyeli değil, Türk…Size bir örnek vereyim: İstanbul Kartal’ın planlamasını hazırlamak üzere Türkiye’ye gelen meşhur mimar Zaha Hadid, Bağdat doğumlu, Arap asıllı ve İngiliz vatandaşıdır. Bu hanımın İngiltere’deki ve Dünya’daki adı ve unvanı ‘İngiliz Mimarı Zaha Hadid’dir. Eğer ‘İngiltereli Mimar Zaha Hadid’ derseniz bütün Dünya size güler.

Neyse, biz esas konumuza, milletimizin 11 yıllık macera ve serencâmına dönelim:

1912-13 Birinci Balkan Savaşı sonunda yapılan Londra Antlaşması ile Arnavutluk, Epir, Makedonya, Trakya ve Ege Adaları elimizden çıktı. Yine bu arada Libya, İtalya’ya terk edildi. 1913 İkinci Balkan Savaşı sonundaki Bükreş Antlaşması ile de Dobruca, Manastır gitti, Doğu Trakya bize iade edildi. 1914’te patlayan Birinci Dünya Savaşı’nda, bir oldu bitti ile Almanya’nın yanında yer aldık. Böylece İngiltere, Fransa, Rusya gibi ‘Düvel-i muazzama’yı (Büyük devletleri) karşımızda bulduk.

İngiltere ve Fransa’nın, karışıklığa gebe Rusya’ya savaş malzemesi iletimi ile savaş stratejisinin sağlanması için tek yolu vardı: Boğazlar. O zamanki teknolojide hava köprüsü olanağı yok. Karadan Kafkasları aşmak büyük problem. En uygun yol, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını trafiğe açmaktı. Bu şekilde Osmanlıyı da saf dışı edecekti. Osmanlı, bu arada Doğu cephesinde Ruslarla boğuşuyor. Cephe gerisinde Ermeni tehciri (zorunlu göç) yaşanıyor. Tehcirde şâkîlik yapan ve tehcir sonrasının boşluklarına yerleşen Kürtler, bu işten kârlı çıkıyor. Velhâsıl, 1915 yılı, bizim için berbat ve belâlı bir yıl.

Churchill ve Lord Kichner’in planına göre, Boğaz yollarını açmak üzere İngiliz ve Fransız armadası, Çanakkale Boğazı’nın iki yanındaki tabyaları döve döve ilerleyecek; Boğaz yollarını açacak, Osmanlı’ya haddini bildirecek. Ama, 18 Mart tarihi, onlar için bir kâbus oluyor. Bu başarısızlıklarının ardından, 25.Nisan’da yapılan çıkartma ile kanlı kara savaşları başlıyor. Ama buradaki çabaları da boşa çıkıyor ve ‘ÇANAKKALE GEÇİLMEZ’ sloganı gerçekleşiyor.

Bu sonuç, belki de Dünya Savaşı’nın uzamasına neden oluyor. Rusya, zaten için için kaynıyor; 1917 devrimi ile komünist, Sovyet rejimi kuruluyor. Biz, 1917 ve 1918’de Güney cephesinde İngilizler ve Fransızlarla boğuşuyoruz. Arabistan ve Güney illerimiz elimizden çıkıyor. 30. Ekim.1918 Mondros Mütârekesi’nin (silâh bırakma) sonucu olarak işgal dönemi başlıyor. Çanakkale’de daha kanlarımız kurumadan, Boğaz’ın iki yakasında gerçekleşen İngiliz işgali ile savaş gemileri rahatça geçiyor, İstanbul Boğazı’nda demirliyor. Ama neye yarar, artık iş işten geçmiş, Rusya yeni bir hüviyet kazanmış. Dünya Savaşı sona ermiş; ama bizim emperyalistlerle savaşımız bitmemiş. Bizi parçalamaya aht etmişler. Nitekim, 15.Mayıs.1919’da, emperyalizmin teşviki ve İonia’nın fethi hevesi ile Yunan ordusu İzmir’e çıkıyor; kısa zamanda içerilere kadar ilerliyor. ‘Avrupa’nın hasta adamı’ artık ölüm döşeğindedir. 10.Ağustos.1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de bitkisel hayata girecektir.

Bu arada Anadolu için için kaynıyor. Çanakkale Savaşlarında kendini kanıtlayan Mustafa Kemal, 1919’un 19 Mayısında Samsun’a çıkıyor. Aynı yılın Haziranında Amasya, Temmuzunda Erzurum, Eylülünde Sivas kongreleri ile birlik ve beraberliğin sağlanması, ardından 23.Nisan.1920’de TBMM’nin Ankara’da açılışı, iç ve dış mücadeleler, nihayet 1922’nin 26.Ağustos – 9.Eylül’ü arası İzmir’e kadar anayurdun kurtarılışı, 24.Eylülde Çanakkale, 6.Ekimde İstanbul’un kurtuluşu, 11.Ekimde Mudanya Mütârekesi, 19.Ekimde Trakya’nın kurtuluşu ve nihayet 1923’ün 29 Ekiminde küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti ve de 24.Temmuz.1924 Lozan Barış Antlaşması.

Hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda bulduğum bu 11 yıllık kronolojik sıralama içinde, 1915 yılı için ‘berbat ve belâlı bir yıl’ deyimini kullanmıştım. Ama, 1915’in bunca olumsuz koşullarına rağmen, bir çok cana mal olmuş Çanakkale Savaşındaki direnişimizin, millî birlik ve bütünlüğümüze katkıda bulunduğunu, ayrıca Mustafa Kemal gibi bir millî kahraman ve dâhînin doğmasına vesile olduğunu da unutmamak gerekir.

Çanakkale deniz savaşı, 1915’in 19 Şubatında başladı. 39 adet zırhlı, kruvazör, destroyer, torpidobot gibi İngiliz ve Fransız savaş gemileri, evvelâ bizim topların erişemediği 10-12 km. geriden dış bataryalarımızı dövdüler. Boğazın içine doğru ilerlediklerinde, bazı mevzilerimizi tahrip etmekle beraber, menzilimiz içine giren savaş gemileri, devamlı yer değiştirerek hedef olmaktan kurtulan bataryalarımızın top atışları ile önemli yaralar alarak geri çekildiler. 258 kiloluk mermiyi iki eli ile kaldırıp sırtına vuran ve topun mekanizmasına yerleştiren Seyit Onbaşı, işte bu bataryaların birinde idi.

Bu arada Nusrat mayın gemimiz, 6. Mart gecesi, düşman projektörlerinden çeşitli manevralarla kurtularak, Karanlık Liman’a 26 mayın yerleştirdi. Mayınlar, komutan Cevat Beyin planına göre, koyun içine ve kıyıya paralel döküldü. Cevat Bey, salvolarımızdan yara alarak ricat edecek veya diğer gemilere yol açacak gemilerin dönüş manevrası yapacakları yeri kestirmişti. Nusrat’ın kaptanı Hakkı Bey, mayınları döken subay Hacı Nazmi Beydi. Hakkı Bey, kalp krizinden oracıkta, Nazmi (Akpınar) Bey, E. Binbaşı olarak 1940’ta vefat etti. (Torunu Dr. Nazmi Akpınar, Kadıköy’de hekimlik yapmaktadır.)

Nitekim, Türk top ateşi karşısında yara alarak ricat eden ve diğer gemilerin girişine yol açan gemiler, dönüş manevrası esnasında mayınlara çarparak daha büyük yaralar aldılar. İngiliz donanmasının en büyük zırhlısı Bouvet, bir buçuk dakika içinde denizin dibini boyladı. Diğer gemiler de mayınlara çarparak ve de ağır yaralar alarak saf dışı kaldılar.

Bu başarısızlık üzerine, İngilizler, Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yaparak kara savaşı yapmayı planladılar. Nasıl olsa sömürge ve dominyonlarında bol insan malzemesi vardı. Nitekim, 25.Nisan, sabaha karşı, Anzak askerleri, ismi bu gün Anzak olan koydan çıkarma yaparak Conkbayırı’na doğru tırmandılar. (ANZAC, ‘Australia & New Zealand Army Corps’un kısaltılmasıdır.) Osmanlı ordusunun başında Alman, Liman von Sanders Paşa vardı. Tümen komutanı olan Miralay Mustafa Kemal, üstün tâbiye görüşleri ile zaman zaman Paşa ile ihtilâfa düşer, ama sonunda hep haklı çıkardı. Yine, savaşın en kritik döneminde, Paşanın göremediğini görmüş, Sarıbayır’da yaşanabilecek bozgunun, çorap söküğü gibi giderek tüm yarımadanın işgaline neden olacağını anlamış, ne pahasına olursa olsun bu mevzilerin savunulması gerektiğine, en doğru savunmanın da taarruz olacağına işaret etmiş, ‘Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.’ emrini işte burada vermiştir.

Türk ordusu, tüm yarımada boyunca, Teke ve Hisarlık burunlarında, Ertuğrul, Morto, Suvla, İkiz koylarında, Alçıtepe, Kerevizdere, Zığındere’de, Arıburnu, Conkbayırı, Kocaçimen, Kanlısırt ve de Anafartalar’da savaştı. 57’nci Alay, tümü ile şehit oldu. Bu topraklarda 253 bin şehit verdik. Kahraman erlerin yanında, binlerce subay ve üniversiteli, yüksek kültürlü kaymak tabakamız yedek subay şehit oldu. Türkiye, her zaman bunların yokluğunu hissetti.
Şimdi de savaş sonrasının ve bu günlerin Gelibolu Yarımadası’na bakalım:
1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra Gelibolu Yarımadası’nı işgal eden İngilizler, kendilerine ait 19 mezarlık düzenlediler. 1919’da Avustralya’dan gelen bir heyet de anıt ve mezarlıklar inşa ettiler. 1924 tarihli Lozan Antlaşması’nda, bu yarımada hakkında bazı hükümler yer aldı. 3 maddede (128, 129, 130’uncu maddeler), Büyük Britanya ve diğer itilâf devletlerine ait mevcut mezar ve anıtların bakım ve idamesi kendilerine bırakılıyor, antlaşmadan sonra kurulacak müşterek komisyonlarca tesbit edilecek yeni buluntu kemiklik ve mezarlar için yapılacak anıt ve mezarlık tesislerinin de aynı statü içinde, yapım ve bakım haklarının onlara bırakılacağı ifade ediliyor.

Savaş sırasında, mevzii ateşkes kararları ile her iki tarafın da cesetlerinin gömülmesi için zaman tanınıyordu. Böylece, defalarca el değiştiren bazı yerlerde, her iki tarafın da birbirine çok yakın gömü yerleri oluştu. Şehitliklerin yerlerini gösteren 1914-16 tarihli ‘Şevki Paşa Haritaları’, koordinatları ile bu mahalleri belirtiyor. Bu haritaların orijinallerinin, Genel Kurmay Başkanlığı’nda olduğu biliniyorsa da, en önemli pafta olan ‘lejand’ paftası kopyasının, Avustralya’dan temin edildiği, diğer pafta kopyalarının karşı tarafın da elinde bulunduğu söyleniyor. Kendilerinin bakımı altında olan, özel statülü, 409 hektar alanı kapsayan Anzak bölgesi dışında, başka yerlerde de hak iddia etmelerinin nedeni böyle izah ediliyor. Her ne ise… Her halde, her şeyin, hukuk çerçevesi içinde hal olması gerekir.

Lozan’dan sonra, 1924’te, İngiliz-Avustralya-Hindistan’lı tümenin karaya çıktığı Suvla koyunda ölen 21 bin asker anısına dikilen Hellas anıtı, 1925’te Conkbayırı’nda, ölen 952 asker anısına dikilen, 20 m. boyundaki Yeni Zelandalılar anıtı, 1926’da inşa edilen Fransız anıtı, Kanlısırt’ta ölen 4228 Avustralya, 708 Yeni Zelanda’lı asker anısına dikilen Lone Pine anıt ve mezarlığı gibi, yabancı birliklere ait 32 adet anıt ve mezar, yarımada içinde yer alıyor.

Peki, bizim mezar ve anıtlarımız ne durumda?
Bir şey dikkatinizi çekti mi? Onların diktikleri anıtlarda, canlarını kaybeden askerlerin sayısı kesin rakamlarla belirtilirken, bizim anıtlarımızda, şehitlerimizin sayıları, sonu iki veya üç sıfırla biten yuvarlak rakamlarla veriliyor. Bir de şu var: Bu savaştan sonra öyle gailelerle uğraşmışız, Cumhuriyetten sonra da öyle yokluklar çekmişiz ki anıt yapımını ve mezarların bakımını yıllar yılı ihmal etmişiz. Lord Kinross’un ‘Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Atatürk’ kitabında okudum: ‘’Yanındakilerden biri buraya neden büyük bir anıt dikilmediğini sorduğu zaman, Atatürk: ‘En büyük anıt Mehmetçiğin kendisidir; bu yerlerin Türkiye sınırları içinde kalması onun sayesindedir.’ demiş.’’ Kitap, tarihsel bir belge olmayıp, belgelerden yararlanan bir roman tarzında yazıldığı için, bazı kurmaca mükâlemeleri de içerebilir. Ama Atatürk bu sözü söyledi ise, karşısındakine güzel ve politik bir yanıt vermiş oluyor.

İlk zamanlar 28 şehitliğimiz vardı. 1948’de 10 bin şehidimiz anısına, küçük ‘Son Ok’ anıtı dikildi. Toplam 253 bin şehidimizin anısına dikilen ilk büyük anıt, ‘Çanakkale Şehitler Anıtı’dır. Anıt için 1952’de açılan mimari yarışmayı, Doğan Erginbaş ve İsmail Utkular’ın projesi kazandı. Anıtın temeli 19.Nisan.1954’te atıldı. Ancak inşaat, kaba yapının bitirilme safhasında, ödenek yokluğu nedeni ile durdu. Hükümetlerin bu konudaki duyarsızlığına karşın, kamu oyunun duyarlılığı ve Milliyet Gazetesi’nin açtığı kampanya sonucu toplanan paralarla anıt tamamlanabildi ve 21.Ağustos.1960 günü açılış töreni yapıldı. Anıt, ancak dış kaplamaları yapılmış, projedeki taç kısmından tasarruf amacı ile vaz geçilmiş, çatı öylece kapatılarak bitirilmişti. Yani daha bir çok eksiklikleri vardı. Yine de, 25 m.x 25 m. = 625 m2’ye oturan tabanı, 4 ayağı ve 41,70 m. yüksekliği ile, ve de Morto Koyu’nda, 50 rakımlı Hisarlık Tepe üzerindeki yeri itibariyle Boğaz’dan geçen gemilerden görülen silüeti ile Yarımada’nın en büyük ve görkemli anıtı oldu. 1992’de Anıt’ın röliefleri tamamlandı, tavana mozaik Türk Bayrağı işlendi, alt katındaki Müze yeniden düzenlendi, yan tarafına şehitlik yapıldı ve çevresi düzenlendi. İşte bu şehitlikte, bir cemîle olarak, bazı Trablusgarp, Şam, Kudüs, Selânik, İşkodra, Silistre, Üsküp gibi vatanımızın dışında kalmış illerden gelen şehitlerimizin ve de Rum askerî doktorun isimlerini okuyorsunuz.

Diğer anıt ve şehitliklerimize gelince: 1961’de Kerevizdere şehitleri için Havuzlar Şehitliği, 1962’de Eceabat-Seddülbahir yolu üzerine, ‘Dur Yolcu’ şiirini de içeren Çamaltı Anıtı yapılmıştır.

33 bin hektarlık araziyi içeren Yarımada, 1973 yılında ‘Millî Park’ olarak ilan edildi. 1980’li yıllarda açılan bir mimari yarışma ile Conkbayırı’na 5 adet pano dikildi. Bu panolarda savaşın safahatı anlatılmakta olup, bir panoda Atatürk’ün 1934 yılında söylediği, ‘…Evlatlarınız bizim bağrımızda, huzur içindedirler…Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.’ sözünün tamamı, İngilizce olarak yazılmıştır. Yarımada’yı gezen ve bunu okuyan turistler, kendilerinden hiç sâdır olmayan, böylesine uygar bir sözden etkileniyorlar mı, bilemem.

Daha sonra da, 1986’da ‘İlk Şehitler Anıtı’, 1994’te tümü şehit düşen 57’nci Alay için ’57. Piyade Alayı Şehitliği’, 1995’te ‘Sığındere Sargı Yeri Anıtı’ (Yaraları sarılan askerlerin, açılan ateş sonucu şehit düştükleri yer), yine Sığındere’de 10 bin şehidimiz için yapılan ‘Nuri Yamut Anıtı’ bitirilmiş ve açılmıştır. Bir kurşunun cep saatine isabet etmesi ile Ata’nın canının kurtulduğu yere de bir Atatürk Anıtı dikilmiştir. Tüm anıt ve şehitliklerimizin toplamı, 46 adettir.

1994 yılında çıkan bir orman yangını, tüm alanı küle çevirdi. Aynı yıl, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in talimatı ile ağaçlandırma kararı alındı. Ancak, Orman Bakanlığı, şehit, tabya ve siperlerle dolu alanda makineli ağaç dikimi yaparak araziyi hallaç pamuğu gibi attı. Böylece doğal dokuyu tahrip etti. Üstelik yine yangına karşı riskli çam ağaçları dikti. Halbuki, Mehmet Âkif’in, ‘Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda’ dizesinde söylediği gibi, nereyi kazsanız mermi ve kemikler çıkıyordu. Doğru mu bilmem, her metre karede 6 bin mermi olduğu söyleniyor. 1997’de, yapılan hatanın farkına varıldı ve bölgeyi kurtarma ve koruma amaçlı yeni bir peyzaj proje yarışması açıldı. Yarışmayı Norveçli mimarlar kazandı. Projenin geliştirilmesi ODTÜ’ye verildi. 1/5000 ölçekli harita ve peyzaj planları, Milli Savunma, Kültür ve Bayındırlık ve İskân Bakanlıklarınca 2003 yılında onandı. Böylece iş, kısım kısım ihale edilerek inşaat ve düzenleme işleri başlamış oldu.

Anzak bölgesinde de karşı tarafın onayı alınarak ve de müştereken, törenlerin yapılacağı alan ve tribünler düzenlendi. Bildiğiniz gibi bu alan, taa Avustralya’lardan, Yeni Zelanda’lardan, Büyük Britanya ordusuna gönüllü yazılıp, elâlemin memleketine yaptıkları çıkarmayı, her yıl 25.Nisanda yaptıkları ‘Şafak Âyini’ adı ile andıkları yerdir. Biz de, çok zayiat verme pahasına da olsa, onları aynı koydan def ettiğimiz için ve de barışa inanmış bir devlet olarak bu âyinlerden gocunmuyor, kutlamalara iştirak ediyoruz.

Şimdi gazetelere de yansıyan bir konu var: 2004 Şafak Âyini töreninde, Avustralya makamları Anafartalar sahilinin ‘Avustralya Kültür Mirası’ olarak tescilini istemişler. Başbakanımız da Avustralya Başbakanına ortak çalışma vaadinde bulunmuş. Ortak çalışmada bir mahzur yok; zaten Lozan’ın ilgili maddeleri bundan bahsediyor. Yalnız bir gazete, tescil halinde bölgenin yönetiminde, hatta âdî suçlarda dahi Avustralya makamları görevli olur diyor. Böyle şey olmaz; doğru olduğunu da, böyle şeye müsaade edileceğini de zannetmiyorum. Bir de ‘Ayıpyol’ krizinden bahsediyorlar. İki tarafın da mutabık kaldığı yeni projede ön görülen ve Karatepe ile Anzak arasında inşa edilen, ancak istinat duvarları, drenaj ve kaplamaları yapılmadan inşaatı durdurulan sahil yolunun hafriyatı sırasında bazı kemiklerin ortaya çıktığı iddiaları var. Burada, işi alan müteahhidin dikkatsiz çalıştığı, ayrıca işi savsakladığı anlaşılıyor. Bu konuda Dış İşleri Bakanlığı, Lozan’ın gereklerinin yerine getirilmesi, müşterek bir komisyon kurulması, proje müellifi ile Avustralya Hükümeti resmî danışmanı arasında, detaylar konusunda mutabakat sağlanması gerektiğini söylüyor. Buna karşın işi organize eden Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, yolu kendi başına 23 – 25.Nisan.2006 törenlerine kadar kısmen de olsa hazır etme çabaları hiçbir sonuç vermiyor. Sonuç olarak, politikamız ve bürokrasimiz, eşgüdümü sağlayarak, hukukî yolları da göz ardı etmeden yapacağı basit teknoloji ürünü inşaat ve düzenleme işini başaramamış oluyor.

Yayın Tarihi : 17 Nisan 2006 Pazartesi 14:54:36


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Erdem Yücel IP: 195.174.36.xxx Tarih : 19.04.2006 14:51:48
Çanakkale Savaşı ve Sonuçları, I.Dünya Savaşı ve Rus İhtilali ile ilgili olan bu yazınız son derece güzel ve bilgilendirici. Ayrıca Çanakkale Savaşı'ndaki Rusya'ya yardımın geciktirilme süreci ve dolayısıyle Çarlık Rusya'sının yıkılış nedenini açık ve net biçimde ele almışsınız. Sizi kutluyorum ve yazılarınızın devamını diliyorum.

burcu argın IP: 88.241.4.xxx Tarih : 26.04.2007 18:44:02
gerçekten çok iç yakıcı bir duygu şehit olmak güzeldir tabikide onlar bizler için vatan için savaştılar...çok duygulanıyorum o şehitlerin adı andıkça ALLAH"IM onların günahlarını affediyor ki;çünkü onlar görevi başında ölüyo watan için (şu anda bu yazıyı yazarken ağlıyorum yalan değil doğru) ben bir öğrenciyim

mehmetkaanaltıntaş IP: 88.232.57.xxx Tarih : 26.02.2007 17:18:53
süper bi site tebrikler süpersiniz tam içeriğini yollamıssınız tebrikler ve başarılar

enes IP: 85.104.222.xxx Tarih : 17.01.2007 09:15:01
helal olsun iyi yazmışsın

GÜRDAL ÖZÇAKIR IP: 88.254.105.xxx Tarih : 21.06.2008 18:23:49

Sayın Yılmaz Ergüvenç bu yazınızı zevkle okUdum.Benim merak ettiğim konu Çanakkale kahramanı Nazmi AKPINAR beyin sonraki hizmetleridir.Kdz.Ereğli liman reisliğide yaparak Alemdar Gemisinin milli mücadeleye katılmasına destek veren ömrü denizlerde geçen bu kıymetini bilemediğimiz değerli zatın torununun kadıköyde doktorluk yapan Nazmi AKPINAR bey olduğunu belirtmişsiniz acaba ona nasıl ulaşabilirim kdz.Ereğlideki faaliyetleri amasra ve inebolu liman reislikleri ile ilgili belki bilgi edinebilirim diye düşünüyorum merakla cevabınızı bekliyorum...TArih öğretmeni GÜRDAL ÖZÇAKIR