18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

13. Kabîle

Onüçüncü Kabîle (TheThirteenthTribe), Arthur Koestler’in, Yahudi ırkı ile Mûsevîliğin özdeş olduğunu kabûl eden klâsik öğretinin, “Kabala”nın dışına çıkan, Doğu Avrupa’da, özellikle Polonya, Litvanya ve Macaristan’da yaşayan Aşkenaz Mûsevî soylarının Hazar Türklerinden geldiğini iddia eden ve bu halkın Filistin’den İspanya’ya göç etmeye mecbur edilen İsrail orijinli Sefarad Mûsevîleri ile tarihin hiçbir zaman diliminde ilgilerinin bulunmadığını belgelerle kanıtlayan bir eser.

Arthur Koestler, 1905 yılında Budapeşte’de doğdu. Aşkenaz Macar Mûsevîsi ve eski bir Marksistti. Stalin’in uygulamaları karşısında bu inancını terk etti. İngiliz vatandaşı oldu ve Londra’ya yerleşti. İngilizce yazdığı roman, makale, felsefî ve bilimsel araştırmalar ve de çok sayıda ve türde yapıt üreten, Encyclopedia Britannica’nın da bazı maddelerini yazan değerli bir yazın ve düşün adamı. Geniş araştırma ve incelemelerinden yola çıkarak yazdığı “13’üncü Kabîle” eseri, 1976’da, Londra’da yayınlandı. 1983’te Londra’daki evinde eşiyle birlikte ölü bulundu. Ölümü şüpheli görülse de polis, intihar ettikleri sonucuna vardı.

Günümüz Yahudilerinin tümü, gerçekten Sâmî ırkına mı, yoksa bir kısmı asimile olmuş Hazar Türklerine mi mensuplar konusu, bilim çevrelerinde tartışma konusu olmaya devam ediyor. Şunu ilâve edelim ki ırksal orijinleri ne olursa olsun Mûsevîlik, bir ana dindir. İncil olsun, Kur’an-ı Kerîm olsun, Mûsevîliğe, tek tanrıcılığın ilk kitabı Tevrat’a saygı duyarlar.

Arap belgelerinden, el-Balkhi (MS 921), İbn Fadlan el-İstakhri (MS 932), İbn Havkal (MS 977) yazmaları; Bizans belgelerinden, İmparator Constantin XII. Porphyrogenitus’un “De AdministradoImperio” (MS 950) eseri; Rus belgelerinden, folklor dışında ilk yazılı Rus kaynağı “PovetzVremennikh”; çağdaş kaynaklardan A. Toynbee, J. B. Bury, G. Vernandsky, S. W. Baron, C. A. Macartney, Paul E. Kahle, D.M. Dunlopve Zeki Velîdî Togan tarafından yazılmış çeşitli eserler, Tel Aviv Üniversitesi Ortaçağ Yahudi Tarihi Profesörü A. N. Poliak’ın İbranice “Hazarya” eseri ve de özellikle Endülüs Kurtuba (Cordoba) Emîri Abd-el Rahman’ın Mûsevî asıllı başbakanı Hasdai İbn Şaprut ile Hazar-Türk İmparatoru Jozeph arasında teati edilen mektuplaşmalar yazarın tezini destekleyen belgelerdir.

Prof. J. B. Bury, “A History of theEastern Roman Empire (Londra, 1912)” eserinde “İbrânî dini, İslâm dininin oluşumunu büyük ölçüde etkilemiştir. Hıristiyanlığın temeli zaten bu dine dayanır. Sağda solda tek tük kişilerin bu dîne geçtiği de sık sık görülür, ama HazarlarınYehovadînine toptan geçişi gibi bir olay, tarih boyunca görülmüş değildir” diyor.

Nitekim bu oluşumun dışında Moldova’da yaşayan ve Türk dili konuşan Hıristiyan Gagavuzlar’ın eski putperest Gökoğuzlar olduklarını, Hıristiyan Bulgar, Macar, Finlilerle ve Litvanya’da yaşayan Mûsevî Karahitay halklarıyla yakın akraba olduğumuzu biliyorsunuz sanırım. Keza, günümüzde de Türkçe konuşan Mûsevî Karaitlerin de Hazar Kağanlığının torunları olduğu tahmin ediliyor.

Türk kabîleleri, MS I’inci yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan batı yönüne doğru göçe başladılar. Göç eden boyların tümü, “Türk” sözcüğü ile anılmış, aynı karakteri taşıyan dillerine “Türkî” dili denmiştir. Hazar Türkleri, Orta Asya’dan Hazar Denizi’nin kuzeyine, Hazar’a dökülen Volga ile Kırım Yarımadası batısından Karadeniz’e dökülen Dinyeper nehri arasına ve Kafkas Dağları kuzeyine,VI’ncı yüzyılda yerleştiler. O dönemdeki bütün Türkler gibi Şaman dinine inanıyorlardı.

Hun-Türk İmparatorluğu, MS 372 yılında Hazar’ın kuzeyinden başlattığı harekâtla Avrupa’da 80 yıl, MS 453 yılına, yâni Attila’nın ölümüne kadar kalabilmişler ve sonuçta silinmişlerdi. Çünkü Hun halkı göçebe idi. İşgal ettikleri yörede hiçbir yeni kent kurmamışlar ve mevcut kentlere yerleşmemişlerdi.

Hazarlar ise yeni yurtlarına yerleştiler ve yeni kentler kurdular. VII’nci yüzyıl, en parlak ve görkemli dönemleri oldu. Bölgede XI’inci yüzyıla kadar, en az 400 yıl hüküm sürebildiler. Hazar halkı da yarı göçebe olmakla beraber yerleşik düzene geçebilmiş bir toplumdu. İlk başkentleri Kafkas dağlarının kuzey yamaçlarında kurdukları Balanjar’dı. Daha sonra Arap saldırıları nedeniyle,VIII’inci yüzyılda Samandar kenti, buradan Hazar Denizi batısında ismi bilinmeyen bir kent, daha sonra da Volga nehrinin iki kıyısında kurulan İtil kenti başkentleri olmuştur. (Volga nehrinin Türkçe adı İtil’dir. İtil kentinin kalıntısı Sovyet arkeologları tarafından bulundu ve meydana çıkarıldı). Yarım daire şeklinde ülkeyi saran surlar, Kırım’dan başlar, kuzey yönüne açık stepleri kat eder, Don ve Volga nehirlerine kadar uzanırdı. Ülkenin güneyini Kafkas dağları korurdu. Hazarlar, kışın şehirlerinde otururlar, yazın çiftçiler bağ, bahçe ve mısır tarlalarına, hayvancılar step ve meralara giderlerdi.

Hazarların yeni ülkelerine yerleştikleri dönemde komşuları, batıda Hıristiyan Katolik Karolenjler, güneyde Ortodoks Doğu Roma (Bizans) ve Orta Doğuda Müslüman Arap ülkeleri idi. Komşularıyla sıkı ticârî ilişkiler içine girdiler. Aynı zamanda savaşçı bir kavim olan ve muntazam ordusu bulunan Hazarların bu bölgede konuşlanması, tarih boyunca bugünün devletlerinin ve bugünün sınırlarının şekillenmesini etkiledi. Şöyle ki, Müslüman Arap orduları yayılmacı ve İslâmlaştırıcı bir politika güdüyorlar, savaş ve misyonlarında başarılı oluyorlardı. Ne var ki Arap orduları, kuzey yönüne yaptıkları akınlarda Kafkasları aşamadılar; karşılarında Hazar ordusunu buldular ve püskürtüldüler (MS 732). Bundan sonraki yıllarda da ilerleme olanağı bulamadılar. Hazar Kağanlığı, Halîfe ordularının, dolayısıyla İslâmiyetin Avrupa’ya yayılışını önlemiş oldu. Komşu Doğu Roma İmparatorluğu ile barışçı bir politika izliyorlardı. İlişkilerindeki ilginç olay, İmparator V’inci Konstantin’in (741-775) bir Hazar prensesi ile evlenmesidir. Bu evlilikten doğan çocuk, İmparator IV’üncü Leon adıyla tahta çıkacak (775-780) ve ‘’Leo-Hazar’’ ismiyle anılacaktır. Hazar Kağanlığı, her zaman diliminde Bizans İmparatorluğunu Pers-Sâsânî ve Müslüman-Arap saldırılarından korumuştu.

Hazar Kağanının Şamanizmi terk ederek Mûsevîliği tercih etmesinin nedeni nedir acaba? Kağan, tek tanrıya inanan üç dinin mensuplarıyla olan yakın ilişkilerinde, Şaman dininin ilkelliğini sezmiş, devletine komşu olan Hıristiyan ve Müslüman dinlerinden birini seçmesi durumunda, her iki taraftan birinin etki alanına ve sultasına gireceğini düşünerek her iki dini de tercih etmemiş olabilir. Bu durumda, tek tanrılı bir dine geçecekse Mûsevîliği kabul etmesinden daha mantıklı ne olabilirdi? Nitekim Hazar Kağanlığı, 740 yılında resmen Mûsevîliği kabul etti. Ne var ki Şamanist etki ve geleneklerinin bir süre daha devam etmiş olmasını doğal karşılamak gerekir. Nitekim Hazar ülkesini ziyaret eden Haham Petrachia, gezi notlarında Hazarların “Talmud” eğitiminden yoksun olduklarını ifade ediyor ve onları kınıyor. (Talmud, medenî hukuk ve tören kuralları ile dinsel davranışlarıiçeren kutsal öğretidir).

Hazar İmparatorluğu, XI’inci yüzyıla kadar büyük devlet statüsünü muhafaza etti. Bu arada Oğuzların Kınık boyundan Selçuk Bey, Büyük Selçuklu Devletini kurmuş, Hazar Denizi güneyinden, Horasan’dan batıya yönelmişti. Kuman Türkleri ve diğer Oğuz boyları putperest kalmışlar, Selçuklular İslâm dinini kabul etmişlerdi. Selçuklular, Hazarlarla temas sağladığında onların da kendi dillerini (Türkçeyi) konuştuğunu görmüşler, din farklılığına rağmen dost olmuşlar, onlara paralı asker sağlamışlardı. İlginç olan, Selçuk Beyin dört oğlundan birinin adının İsrafil, oğlu Tuğrul Beyin bir oğlunun David isimlerini almış olmalarıdır.(Bu isimler Türk tarih kitaplarında Arslan Yagbu ve Kulan Arslan olarak geçer). Keza putperest Kuman kağanının oğulları da İzak ve Daniel adlarını almışlardı. Bilindiği gibi bu adlar Tevrat adlarıyla örtüşmektedir. Selçukluların Mûsevî olmadıkları kesin olduğuna göre bu adları Hazar asıllı anaların koyduğu ilk akla gelen ihtimaldir.

Hazar İmparatorluğunun sonunu getiren, Kuzeyden gelen Viking akınları, Altınordu ile savaşları ve Moğol istilâsı, özellikle de Rusya’nın kuvvetlenerek güney sularına kavuşma politikası sonucu yapılan savaşlarla yaşanan yenilgiler oldu. Kiev Prensi Vladimir’e, Hazarlar 986 yılında Kiev’e gidip Mûsevîliği telkin ettilerse de başarılı olamamışlardı. Prens Hıristiyanlığı kabul etti. Bu oluşumdan sonra yapılan çatışmalarla, vaftiz olmayı reddeden Kiev’de büyük orandaki Mûsevî topluluğu ve diğer Hazar kolonileri, batıya göç etme zorunluluğunda kalmışlardır. Gelişen Rus baskısı yanında Moğol istilâsının da göçlerde önemli rolü olduğunu yukarda belirtmiştik. Hazar göçleri yanında diğer Türk boylarından Kuman-Macar ve Bulgarlar da anayurtlarından sürülmüş, bu günkü yurtlarına yerleşmişlerdir.

Hazar göçleri, Polonya, Litvanya ve Macaristan’a yerleşmelerine, orada koloniler kurmalarına kadar sürmüştür. Polonya Krallığı, Hazar Mûsevîlerine sinagog açma, mülk sahibi olma, okul açma gibi izinler vermiştir. (1334, Büyük Casimir yasası). Bu izinler paralelinde, İbranicede “ayarah”, Yiddiş dilinde “schtetl” (ştetl) olarak adlandırılan Mûsevî kasabaları oluştu. Bu kasabaları Batı Avrupa’da oluşan Mûsevî gettolarıyla bir tutmamak gerekir. Gettoların çevresi duvarla çevrilidir, geceleri kilitlenen kapıları vardır. Bu önlemler, içe dönüklüğe yol açmış, gettonun genişleme olanağı olmadığı için de çoğaldıkça sık ve sağlıksız yapılaşmalar meydana gelmiştir. Ştetllerde ise sosyal ve hukuksal sınırlama olmadığından doğal gelişim ortamı yaratılabilmiştir. Polonya, Litvanya ve Macar Hazarları, Mûsevî kalmakla beraber zaman içinde Hıristiyan halklarına uyum göstermişler, ancak eski ülkelerindeki bazı geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Örneğin, kadın başlıklarında günümüzde Kazak ve Türkmen kadınlarının taktığı, bir nevi türban olan “jauluk”tan vazgeçmemişlerdir. Yine, Hazar Denizi kıyılarının “gefilte” balık dolmasını yeni ülkelerine getirmişlerdir. Hıristiyanlar tarafından da benimsenen bu yemek için “Balıksız Sebt olmaz” atasözleri, bu gün de geçerliliğini korumaktadır. Ştetl halkı, Cuma güneş batmadan iş yerlerinden evlerine ulaşır ve Sebti (Şabat) aileleriyle karşılarlar. Büyük çiftliklere dönüşen ştetller, zamanla oluşan kentleşme ve girişimcilik ruhu ile kurulan sınai ve ticarî tesislere dönüşmüştür. “Yeni ufuklara doğru ilerleyin, ama bir arada ilerleyin” ilkesinden ayrılmamışlardır. Hazar Türkleri, çevre ile gelişen ilişkiler sonucunda, doğal olarak Türkçeyi unutmuş, kendi aralarında Yiddiş dilini, dış çevrede Lehçe, Macarca ve Almancayı kullanmışlardır. Çok doğaldır ki, genellikle yeni bir ülkeye yerleşen göçmenler, üç kuşak sonra evde konuştukları ana dillerini bir yana bırakıp o ülkenin dilini daha çok benimserler.

Bizde de Almanya’ya giden işçilerin üçüncü kuşak çocukları, kem küm ederek konuştukları, hattâ unuttukları Türkçeye mukabil Almancayı bülbül gibi konuşur duruma gelmediler mi?

Bazı tarihçilerin, beş yüz yıl sonra Türkçeden başka bir dil konuşuyorlar diye, Polonya, Litvanya, Macar Mûsevîlerinin Hazar-Türk kökenini reddetmeye kalkmalarını anlamak, bilmem ne dereceye kadar doğrudur?

HÂMİŞ

Son günlerde, televizyonlarda Adolf Hitler cânisinin, bir şampuan reklâmı aracı olarak kullanılması, bilim ve sanat dünyasına büyük oranda hizmet etmiş bir ulusun mensubu, saygıdeğer Mûsevî kardeşlerimizi üzmüş olmalıdır. (Daha sonra hatânın farkına varıp kaldırmışlar). Bu vesîle ile çok evvel okumuş olduğum “TheThirteenTribe” (13.Kabîle) eserinden kalan izlenimlerimi özetlemek istedim. Eserin yeni baskısı: ONÜÇÜNCÜ KABÎLE/ Arthur Koestler. Çeviri: Belkız Çorapçı. ‘’IntercontinentalLiteraryAgency’’ telif haklarıyla Plato Film Yayını. yayin@platofilm.com


yerguvenc@gmail.com
 

Yayın Tarihi : 31 Mart 2012 Cumartesi 14:04:02


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?