28
Mayıs
2024
Salı
ANASAYFA

Anıt Mezarlar...

Başlı başına bir kitap oluşturacak kadar geniş bir konuyu, kısa ve popüler bir yazı içinde sunmanın ne kadar zor olduğunu her halde takdir edersiniz. O zaman, ‘Niçin böyle bir konu seçtin?’ sorusunu sormanız da çok doğal. Efendim, 17. Nisan’a yaklaştığımız bu günlerde, bu tarihin, Turgut Özal’ın ölüm yıldönümüne rastladığını anımsadım. Bu çağrışımla da yurdumuzda son yapılan anıt mezar olan Turgut Özal kabrine ait proje çalışmaları aklıma geldi. Böylece, biraz eski defterleri karıştırmanın, defterden çok kısa özetler yapmanın ve size sunmanın uygun olacağına karar verdim.

Hepimizin bildiği ve ilkokuldan beri ezberletildiği gibi, canlılar doğar, büyür, çoğalır ve ölürler. Bu, faunanın da, floranın da değişmez yasasıdır. Ne var ki insanoğlu, gelişmiş beyni ile, bin bir keyif, acı ve mücadele içinde sürdürdüğü yaşamının sona ermesini, bir türlü içine sindirememiştir. Bu nedenle, tarih boyunca, yaşamının öldükten sonra başka bir mekânda (âhırette) süreceğine kendini inandırmak istemiştir. Bu ‘yalan dünya’daki mezarların baş ucuna, merhumun arkada kalanlarca unutulmamasını ve zaman zaman anılmasını sağlayacak taşlar dikilmiştir. Bu taşlarda, rind meşrep kimselerin teslîmiyetini, genç yaşlarda ölenlerin feryâdını duyabilirsiniz. Yaşamlarında, topluma yararlı hizmetlerde bulunan, devlet kuran ve halka hükümran olan liderlere ait mezarların üzerine, tarih önünde ve halk indinde, şan, şeref, kudretlerinin öldükten sonra da devam etmesini ve ikame ettikleri ilkelerin gündemde kalmasını sağlayacak anıt mezarlar yapılmıştır.

Bu gibi anıt mezarlardan, dünyada bâkî kalan ilk yapılar, M.Ö. XXVII’nci yüzyıllara kadar inen tarihlerde inşa edilmiş olan Mısır, Sakkara’da firavun Zoser’in basamaklı piramidi, Kahire, Gize’de, Keops, Kefren, Mikerinos piramitleri, Luxor’da krallar ve kraliçeler vadilerindeki galeriler, firavunların kudretlerinin devam etmesini ve öbür dünyada rahat etmelerini sağlayacak mahal, eşya ve yiyeceklerle donatılmış anıt mezar örneklerindendir.

Yurdumuzdaki antik çağ anıt mezarlarından en önemlisi, antik dünyanın 7 harikasından biri olan Halikarnassos’ (Bodrum) daki, Satrap Mausollos için yapılmış Mauseleum’dur. Bu yapıt, o kadar meşhur ve etkili olmuştur ki, ‘mozole’ sözcüğü, anıt mezar anlamında kullanılmış, dilimize kadar girmiş, Türkçe Yazım Kılavuzu’nda yer almıştır.

Ege’nin bir çok yöresinde rastlanan, özellikle Fethiye, Kaunos’taki kaya mezarları, Karadeniz’deki Pontus krallarına ait mezarlar da günümüze kadar gelmiş anıt mezarlardır.

Keza, Kommagene kralı I’inci Antiokhos’un Nemrut Dağı’ndaki tümülüsü de büyük boyuttaki heykelleri ile, taş şeklinde de olsa kral ve efradının manevî yaşamlarını devam ettiren bir anıt mezardır.

XVI’ncı yüzyıl Rönesans döneminin Roma, Vatikan’daki San Pietro bazilikası, aslında anıt mezar olmamakla beraber, büyük kubbesinin altına isabet eden haç planın orta noktasındaki mahzende yatan San Pietro’ (Sen Piyer) dan manevî kuvvet alarak Katolik mezhebinin kalbi hüviyetini kazanmıştır.

Moskova’da Lenin Mozolesi, komünist rejimin simgesi idi. Gorbaçov döneminde, T.C. Büyükelçiliği inşaatı nedeni ile Moskova’da bulunuyordum. Kızıl Meydan’daki Mozole’yi ziyaret etmek isteyen Ruslar ve ekseri Orta Asyalılar, her gün, bir kilometreye yakın kuyruk oluşturuyorlardı. Yani, üç dakikalık tavaf için üç dört saat beklemek gerekiyordu. Ben, ilgililerden özel müsaade alarak gezebildim. (Bizim heyet mensupları, korktular, gelmediler.) Lenin’in mumyası, cam tabut içinde, siyah elbiseli, sağ eli kalbinin üzerinde, matruş, sanki canlı imiş gibi gülümseyerek yatıyordu. Yani, Mısır mumyaları gibi deforme olmamıştı.

Şimdi yüzümüzü Doğuya çevirelim. M. Ö. IV – III’üncü yüzyıllara tarihlendirilen Hun ‘kurgan’larında, dairesel odalar içinde, binlerce yıldır bozulmamış mumyalar bulunmuştur. Yine M. S. VIII’inci yüzyıla ait Kültiğin, Bilge Kaan, Tonyukuk gibi atalarımıza ait anıt mezarlar, Orta Asya’da yer almaktadır. (Bu konuda, meraklısı için Erdem Yücel’in ‘İslâm Öncesi Türk Sanatı’ adlı eserini öneririm.) 1100’lerin Merv’indeki Sultan Sencer türbesi, 1400’lerin Semerkant’ındaki Timur türbesi, soğan kubbeleri ve müthiş tuğla işçilikleri ile dikkati çekiyor. 1600’lerin Hindistan’ındaki Agra’da Şah Cihan’ın, eşi Mümtaz Mahal için yaptırdığı Tac Mahal, konumu ve uyumlu oranları ile bir mimarlık şaheseridir.

Yukarıda da söylediğim gibi, Türkler, daha Anadolu’ya gelmeden evvel, gerek İslâmiyetten önce, gerekse İslâmiyetten sonra özellikle anıt mezarlara önem vermişlerdir. Türkler, mumyalama tekniğine de vâkıftılar. Mumyalar, mezar odasında Doğu yönüne vaz edilirdi. Ölünün, kıble yönünde vaz edilmesi ve de toprağa verilmesi, İslâmiyetle başlamış oluyor. Bununla beraber, Anadolu Selçuklu künbetlerinde, naaşın gömüldüğü alt odaya ‘mumyalık’ denmeye devam edilmiştir. Künbet, Selçuklu anıt mezarları için kullanılan Farsça bir tabirdir. Bizler de, iki katlı, kare veya çokgen prizma, veya silindir gövdeli, çatısı külâh şeklinde, yani konik veya piramidal taş örgü ile örtülen bu anıt mezarlara ‘künbet’ diyoruz.

Külâh şeklindeki çatı formunun orijinalini Orta Asya çadırlarına, hatta Budist strupalarına dayandıran tarihçiler vardır. Aslında bu formu, Anadolu Ermeni kiliseleri çatılarında görüyoruz. Van Gölü, Ahtamar Adası’ndaki kilisede, Ani öreninde ve diğer bir çok kilise çatılarında bu form kullanılmıştır. Akademi’de ders veren Ernest Diez’in Sanat Tarihi kitabının ilk baskısı bu oluşumu anlatır. Sonraki baskılarda bu bahis çıkartıldı. Halbuki, defalarca yazdım. Mimari, çevre yapılarla iletişim kuran, onları özümseyerek kendi stilini yaratan bir sanattır. Bunda gocunacak hiçbir yön yoktur. Selçuklu sanatı da, Orta Asya, Horasan ve Anadolu etkileri ile kendi mimarisini yaratmıştır.

Bu tip künbetlerden, Kayseri’de Melik Gazi ve Huand Hatun, Kemah’ta Mengücük Gazi, Konya’da Sahip Ata, Karatay, Sivas’ta Keykâvüs, Ahlat’ta Ulu Künbet en önemlilerindendir.

Osmanlı, anıt mezarlarda külâh çatıyı terk ederek kubbeye geçiyor. Gövde, genelde çokgen prizma oluyor, dış cepheye pencereler açılıyor, naaş, İslâma göre kıble yönünde toprağa veriliyor, zemine temsîlî mahiyette ahşap sanduka konuyor. Böylece anıt mezarlar, ‘türbe’ adını alıyor. (Karadenizli, türbe sözcüğünü anıt anlamında da kullanıyor olmalı. Türküsünde: ‘Tabancamun sapuni gülle donatacağum,/ Buluştuğumuz yere türbe yaptıracağum.’ diyor.) Soğan formlu kubbe, Orta Asya’dan beri kullanılan bir çatı örtüsü olmakla beraber, Osmanlı’da kullanılan tip, Bizans mimarisindeki yarım küre formlu kubbedir. Burada da eski mimari mirasla özdeşleşen, Bizans etkisi söz konusudur. Biliyorum, bana kızanlar olacak ama, tekrar ediyorum; bunları söylemek, Türk mimarlık sanatına halel getirmez. Bu, etkileşimle kazanılan bir gelişimdir. Osmanlı, etkileşimi olduğu gibi almamış, onu kendi kültür ve sanatı ile yoğurarak klâsiğe ulaşabilmiştir.

İstanbul’un fethinden sonra, Fatih’in hocası Akşemseddin’e rüyasında malûm olduğu söylenen, İslâmı ilk kabul edenlerden ve İstanbul’u VII’inci yüzyılda kuşatan Arap komutanı Halid bin Eyyub El-Ensârî’nin gömülü olduğu yere yapılan türbe, Osmanlı İstanbul’unun en önemli manevî simgesi oldu. Zaman içinde türbe, camisi ve hazîresi ile Türk İslâmı’nın San Pietro’su haline geldi; Eyüp semti kutsallık kazandı. Osmanlı padişahları, cülûs (tahta çıkma) törenlerinde Eyüp Sultan türbesinde kılıç kuşandıktan sonra, atalarının, özellikle Fatih Sultan Mehmed’in türbesini ziyaret ederlerdi. Bu gibi törenler, halkın yurdunu sahiplenmesini, yönetimi benimsemesini ve manevî bağların kuvvetlenmesini sağlayan eylemler olmuştur.

Birbirinden güzel Osmanlı türbelerini, bu kısa yazı içinde anlatmak ve saymak olanaksız. Şu kadarını söyleyelim ki, Şehzade Mehmed, Fatih Sultan Mehmed, eşi Gülbahar Hatun, Kanuni Sultan Süleyman, eşi Hürrem Sultan türbeleri ve daha bir çok türbe, Osmanlı klâsik mimarisinin en güzel örneklerini oluştururlar. Divanyolu’nda Sultan Mahmut türbesi, barok ve ampir stili ile, Fatih’te Nakşıdil Sultan türbesi dilimli kubbe ve oval pencereleri ile tipik Osmanlı barok mimarisinden sadece iki güzel örnek.

Cumhuriyet döneminin en önemli anıt mezarı, kurtarıcımız Atatürk’ün ‘Anıtkabir’idir. Bu anıt, asker Mustafa Kemal Paşa’nın, muzaffer komutan Gazi’nin, uygarlık devrimlerinin yaratıcısı Atatürk’ün sadece ebedî istirahatgâhı değil, Cumhuriyet rejiminin en kutsal simgesi ve ziyaretgâhıdır.

Ata’nın vefatından dört yıl sonra, 1942’de toplanan, İ. T. Ü. hocası Prof. Paul Bonatz’ın da bulunduğu uluslararası ‘Anıtkabir’ jürisi, Ord. Prof. Emin Onat ve Doç. Orhan Arda’nın projesi ile beraber Prof. J. Krueger’in ve Prof. A. Feschini’nin projelerini birinci olarak seçti. Üç birinci projeden, uygulama projeleri Türk mimarlarına verildi. 11 yıl sürüncemede kalan inşaat, ancak 10 Kasım 1953’de Ata’yı kabul edebildi. Anıtı tarife gerek yok; herkes biliyor. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Hitit aslanları arasından yürünen ağaçlıklı allenin çıktığı, kolonatla çevrili tören alanı ve solunuzda sürpriz etkisi ile karşınıza çıkan ana yapı. Yapıt, 2. Dünya Savaşı döneminin ulusalcı akımlarının ve yine zamanın İ.T. Ü. hocası Prof. Paul Bonatz’ın etkisi ile İ. T. Ü. ekolü haline gelen neo klâsik dönemin başarılı bir projesidir. İlk projede, kolonatlı ana kitlenin üzerinde, iç mekândaki büyük kubbeyi oluşturan prizmatik bir taç kitlesi vardı. Bu kitle, tasarruf amacı ile kaldırıldı. Kanımca, anıt eksik kaldı. Ama anıt, bu mimarisi ile de etkilidir. Türkiye’nin ve de Ankara’nın başat yapıtı olmuştur. Yoktan var edilmiş modern başkent Ankara’da, 400 yıl önceki Osmanlı mimarisi ile (Sinan’dan sonra bir arpa boyu ilerlemeden) inşa edilmiş Kocatepe’deki Cami, gelenekselliği; çağının mimarisi ile inşa edilmiş Rasattepe’deki Anıtkabir, Türkiye Cumhuriyeti’ni savunuyor.

Çanakkale Anıtı da, yüksek kitlesi, altındaki ‘meçhul asker’ lâhiti ve çevredeki mezarlar ile bütünleşmiş bir anıt mezardır. Prof. Doğan Erginbaş ve Prof. İsmail Utkular’ın bu yapıtı, yine aynı dönemin mimari anlayışı ile Çanakkale Boğazı’ndan geçen gemilere seslenmekte, büyük savaşımızın ve Atamızın deyişi ile ‘bağrımıza bastığımız yerli ve yabancı evlatlarımızın’ simgesi olmaktadır. Bu yapı da 20 yıl kadar sürüncemede bırakılmış, hükûmetlerin duyarsızlığına karşın, halkın duyarlılığı ile, Milliyet Gazetesi’nin açtığı kampanya sonucunda, ancak 1971’de bitirilebilmiştir.

Devlet Başkanı Kenan Evren, 1982’de, müteveffa devlet başkanları ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarını sînesinde barındıracak bir ‘Devlet Mezarlığı’ projesi yaptırdı. Proje yarışmasında mimar Özgür Ecevit’in projesi birinciliği kazandı. Ankara Gazi Orman Çiftliği arazisinden ayrılan bir tepecik üzerine inşa edilen mezarlıktaki ana fikir, İslâm’ın tevazuunu esas alarak bir park içine yayılmış mütevâzî mezarlar şeklinde oldu. Sadece merkezî alanda sekizgen planlı, sekiz ayaklı, çevresi açık bir anıt var. Anıt, sekizgen çatının altında, temsîlî bir katafalk ve üzerinde Türk bayrağı olan, güzel ve olgun bir proje. İnşaat 1988’de bitti ve açıldı. Ama öyle görülüyor ki, kendisinden başka devlet başkanı, bu mezarlığa rağbet etmeyecek.

Başbakan Adnan Menderes ve iki arkadaşı, 1961 yılında idam edildiler. Türkiye, bu yüz karasını 29 yıl sonra silmek ve bir nevi özür dilemek üzere, İstanbul, Topkapı’da bir anıt mezar inşa ederek 1990’da naaşları buraya nakletti. Anıt mezarın projesini, İstanbul Bayındırlık Müdürlüğünde mimar Taylan Baykara düzenledi. Taylan’dan duyduğuma göre Başbakan Turgut Özal, mimarı kabul etmiş, küçük bir kâğıda projenin konseptini çizmiş. Bana kağıdı gösterdi. Selçuk künbetlerini andırır çadır gibi bir form. Ben, yapılan anıt mezarı başarılı bulmuyor, projeye bir mimari karakter izafe edemiyorum. Bende, uzak görünümü ile, ocak başı kebapçılarının davlumbazını çağrıştırıyor. Kolon açıklıkları doldurulsa ve orantılar daha çok etüt edilse idi, geniş saçakların belirlenmesi ile yapıya bir mimari karakter kazandırılabilirdi. (O tarihte Devlet’ten ayrılmış, özel sektörde çalıştığım için projeye müdahalede bulunamamıştım.)

Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Ankara’daki Devlet Mezarlığı’na iltifat etmeyerek, Topkapı’daki Menderes Anıt Mezarı yanında bulunan araziyi, sağlığında, kendi mezar yeri olarak seçti. 17 Nisan 1993’teki vefatından ve seçtiği araziye gömüldükten kısa bir süre sonra, anıt mezar projesi gündeme geldi. İşin garibi, devlet bütçesinden ayrılan ödenekle inşa edilecek anıt mezarın proje jürisi, Özal Ailesi olacaktı. Bayındırlık’taki aynı mimar arkadaş proje etütlerine başladı. Ben de her halde, Özal’ın Başbakanlığı döneminde, dört yıla yakın genel müdür olarak çalıştığım, ve bu süre içinde kendisi ile az çok ilişkilerimiz olduğu ve de sempati duyduğum için olacak, mecbur olmadığım halde bir proje hazırladım. Yaptığım proje şöyle idi: Kendisinin Selçuklu’ya yakınlığını bildiğim için Selçuklu’nun yüksek taç kapılarını stilize eden, 4 yanı kapılı bir kare plan. İslâm’ın tevazuu ile orantılı sade, granit cepheler ve basit ornemanlar. Ön taç kapı içinde mermer söveli ana kapı ile ziyarete hazırlık ve ciddiyet telkini. İç hacimde çim kaplı bir alan ve ortada bir lâhit. Çatı açık. (Kendisi rahmet alsın derdi). Tavanda 4 mail kiriş, ortadaki dünya ile birleşiyor ve açık da olsa piramit çatılı künbeti çağrıştırıyor. Dış mekân çepeçevre havuz. (Su gibi aziz ol). Havuz kenarında ve 4 köşede bulunan kolon başlıklarından fışkıran ve havada piramit teşkil eden lazer ışınları. (Teknolojiye çok önem verirdi). Servili ve kıvrımlı yol, tören alanı, bayraklar, falan filân… Projeyi aileye teslim etmeyi ilke olarak kabullenemedim. Devletin bütçeden gerçekleştireceği projeyi Devlete (Bayındırlık Müdürlüğüne) verdim.

Meğer mimar arkadaş, projemi kimseye göstermeden hasır altı etmiş, kendisi Özgür’ün Devlet Mezarlığı anıtının kötü bir kopyasını yapmış ve aileye arz etmiş. Neyse ki o yapılmadı, Mimar Yılmaz Sanlı’nın projesi uygulandı. Rahmetli Yılmaz Sanlı’ya saygım büyük; kendisi, Türkiye’nin büyük ve en iyi mimarlarından biri. Ama anıt, bende nedense kilise çan kulesi etkisi yapıyor. Kuleye zincirle asılı olan küre de çan… Rahmetli Cumhurbaşkanı’nı az çok tanıdığım ve dinsel inancını bildiğim için, sağlığında projeyi görse idi acaba ne derdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Yayın Tarihi : 3 Nisan 2006 Pazartesi 16:23:05


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
mert yılmaz IP: 85.101.27.xxx Tarih : 6.04.2006 00:16:58
Çok güzel bir yazı yazmışsınız hocam.Bir kaç kitapta ancak toplanabilecek bilgileri adeta damıtarak ve güzel türkçemizi çağdaş bir mimar inceliginde kullanarak bizlere sunmanız her çeşit takdirin üzerindedir.Emeğinize,güzel şeyler düşünen ve üreten beyninize ve onları tüm insanlarla paylaşma cesaretini gösteren yüreğinize sağlık sayın hocam. Bir sürü laf kalabalığı yaparak ciddi ve inandırıcı birtakım şeyler söylediklerini sanan,ama gerçekten dişe dokunur hiç bir şey söylemiyen sözümona bilim adamı!geçinenler özellikle okumalı bu yazınızı. Böylesine güzel bir araştırmayı bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim hocam. Ayrıca devamınıda bekledigimi belirtmeden geçemiyeceğim. Saygılarımla. Mert YILMAZ

sevim keyik IP: 88.251.151.xxx Tarih : 11.12.2007 19:08:03

Hocam yazınız çok güzel olmuş nerdeyse tüm bilgiyi vermişsiniz.Hepsini vermişsiniz ama bütün hepsini verecekmişsiniz.bize türkçeyi çok iyi kullanarak mimar bir şekilde sunmanız çok taktir edilecek bir davranış.emeğinize, güzel şeyler düşünen ve üreten beyninize tebrik ederim.İNŞALLAH böyle yazmaya devam edersiniz.