18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Arap Camileri (V)

Bu seriyi yazarken, eş-dost arasından ‘’niçin özellikle Arap camilerini yazıyorsun?’’ diyenler oldu. Belki de bilinçaltımıza yerleşmiş Arap ihaneti veya batıdan aldığımız oryantalist tarih görüşü bunları söyletiyor diye düşünmedim değil. Nitekim Osmanlı’nın ‘’Kavm-i Necibül Arab’’ sözcüğünü de anımsayanlar kalmadı. Ne var ki ilk Arap diyarı (Arap Yarımadası), İslâm’ın neşet ettiği ve neşv-i nema bulduğu ülkedir. İlk cami, bu ülkede yapıldığına göre Arap camilerinin orijinini ve gelişimini merak etmemiz çok doğaldır.

Bilimsel yönü olmayan, okurlara komprime bilgilerle beraber ilginç resimler sunarak fikir sahibi olmalarını amaçlayan bu yazı serisini izninizle sohbet havası içinde sonlandırmak istiyorum.

Tarih derslerinin, kavimler ve milletler arasındaki savaşların ve antlaşmaların yıllarıyla beraber öğrencilere belletildiği bir müfredat yerine, onları insan ve toplum sanatına yönlendirmek olmalı şeklinde uygar bir bakış açısını dile getiren, hümanist görüşlü, değerli tarih öğretmeni Nazmi Öner’in yorumu, bizlere destek ve feyz vermiştir.

Evet, ortaokul ve lise yıllarında savaşlar tarihini okuduk; sevmesek de sınıf geçmek için ezberledik. Sadece lise son sınıfta Reşat Ekrem Koçu’dan aldığımız feyzle tarih, özellikle Osmanlı tarihi, savaş dışındaki diğer cepheleriyle bizlere sempatik gelmeye başladı. Şimdi durum nedir, bilmiyorum; bizler lisede hiç sanat tarihi dersi okumadık. İtalyan Lisesinde okuyan torunumun sanat tarihi ders kitabını görünce, İtalyanca sanat ve mimarlık tarihi konularının, şekil ve resimlerinin, mimarlık fakültesinde okuduklarımızdan hiç de az olmadığını görmüş ve Türk eğitimi adına utanmıştım.

Mimarlık sanatı, iletişimin kısıtlı olduğu eski dönemlerde çevresindeki; sonsuz iletişim olanakları olan yeni dönemlerde dünya yüzeyindeki mimarlık eserlerinden, sanat kültüründen ve inşaat teknolojisinden etkilenir ve de bu etkileşime katkı sağlarsa yeni bir eser yaratmış olur.

Doğu kültür ve mimarlık sanatının orijini İRAN’dır. Fars (İran) mimarlığı, doğu mimarlık sanatı içinde başlı başına bir ekoldür. Bu sanatı yaratan etkenler, İran’ın Zerdüşt dönemlerinden gelen, İslâm’la devam eden ve gelişen yüksek kültüründen gelmektedir. Bırakın Şah İsmail’i, bilmemkimi bir yana, benim için önemli olan şunlardır: 932’de Firdevsî doğdu; 1010’da Şehname’yi yazdı. Ömer Hayyam 1048-1131 yılları arasında yaşadı; rind meşrep rubailari yanında filozof, matematikçi ve astronomdu. XVI. yüzyıl, Hafız-ı Şirazi’nin yaşadığı dönemdi. Böylesine geniş kültür ortamının mimarisi de elbette ki mükemmel olacaktı.

Arap mimarisi, İran’ın fethinden sonra gelişti. Anadolu Selçukluları da İran sanatı etkisinde eserler vermiştir. Osmanlı’nın, İstanbul’un fethinden sonra Bizans etkisinde kaldığı da bir hakikattir. Bütün bunları söylemek ayıp şeyler değildir. Önemli olan bu etkileşimin üzerine yapılan katkı ile yeni bir ekol yaratabilmek, yeni şaheserler ortaya çıkarabilmektir.

Sevgili Teoman Törün, etimolojiye meraklı bir ayaklı kütüphanedir. Yorumunda ‘’müdeccer’’ kelimesinin kökenini merak etmiş. Osmanlıcada böyle bir kelime yok diyor. Ne yazık ki bizler, Arapçaya ve Farsçaya vâkıf değiliz. Çünkü bizim nesil, Arapça ve Farsçayı tu kaka etmişti. Evvelâ Fransızca, şimdi ise varsa yoksa İngilizce. Büyük mağaza isimleri bile İngilizcedir. Türkçe tabelalar ise ‘’u’’, ‘’ç’’, ‘’ş’’ harflerinden utanıyor, ‘’oo’’, ‘’ch’’, ‘’sh’’ yazıyor. Epey oluyor. Titanik filminin gişe kuyruğundaydım. Önümdeki iki kız öğrenci ‘’Taytanik filmine iki bilet istiyoruz’’ dedi. Yine de şükrettim ki ‘’tu tiket’’ istemediler.

Ortaçağ İspanyası, Pireneleri aşarak ‘’gotik’’ stilini Fransa’dan almış, kendi İspanyol gotik stilini yaratmış. Araplar, Endülüs fethi sonrasıİspanyol gotik stilini almışlar, yapılarında malakâri, mukarnas (stalaktit), arabesk, zincirek ve hat sanatı gibi mimari öğeleri ve bezeme motiflerini kompozisyonlarına katmışlar; yeni Endülüs-İslâm üslûbunu yaratmışlar. Buna da müdeccer demişler. Bu sözcük, İspanyolcada mudejar olmuş. Bir nokta daha var. Arapçada bir ülkeye göç edip oraya yerleşen, orayı benimseyen halka da müdeccen denirmiş. (Bu güdük Arapça bilgisini internetten aldım). Ne var ki bu Arapça kelime Osmanlıca literatüründe yer almamış. Kelimenin kökeninin ne olduğunu hiçbir yerden öğrenemedim. Yukarıda da işaret ettiğim gibi Arapça ve Farsça bizim zayıf karnımız. Kökeni câri, cedit, cer, derece, … mi acaba, bilemiyorum. Kötü, haksız ve cahilane bir sözümüz vardır: ‘’Arapça değil mi, uydur uydur söyle’’ derler.

Bu kelime Türkçe sanat tarihine nereden girdi dersiniz? Ben bu kelimeye fi tarihinde ve ilk defa Güzel Sanatlar Akademisinde takip ettiğim sanat tarihi derslerini veren Burhan Toprak hocadan duydum ve onun ders notlarında rastladım. Burhan Toprak’ın GSA yayınlarından çıkan Sanat Tarihi kitabının üçüncü cildinde ve bir tek cümle içinde geçiyor. Başka bir bilgi yok. Burhan Toprak (1906-1967), Paris, Sorbon mezunu felsefeci ve sanat tarihçisidir. Fransız düşünce tarihini anlatan kitap ve birçok makalesi vardır. Bir kitabında Tolstoy’u bile incelemiştir. Kanımca en büyük hizmeti o zamanın genç Türk okurlarına Yunus Emre Divanı’nı yayınlaması ve sevdirmesi olmuştur. Derslerinde sanat ve mimarlık tarihi konularında öğrencinin ilgisini çekecek püf noktalar bulur, ağzından bal damlardı. 1936-1948 arasında Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü olmuş. Akademi hocaları, ressam olmayan birinin genç yaşta (30 yaşında) Akademiye müdür olmasını, Mareşal Fevzi Çakmak’ın damadı olmasına bağlarlarmış. Zaten kendisi de ressam hocalarla hiç anlaşamazmış. Burhan Ümit, soyadı kanununu ile Toprak soyadını aldığında, kendisini hiç sevmeyen, hareketlerini snop bulan ressam Çallı İbrahim, arkasından ‘’şu bizim Burhan Ümit, artık o da toprak oldu ya’’ dermiş. (Bu anekdotu, aziz dostum Elif Naci merhumdan dinlemiştim. Konu ile direk ilgisi olmasa da anlatmadan duramadım. Kayda geçsin istedim. Mazur görün.)

Daha sonra sanat tarihi hocam olan Sabahattin Eyüboğlu –ki Burhan Toprak’la iki ayrı kutuptur- İslâm sanatını anlatırken ‘’müdeccer’’ kelimesi üzerinde durmadı. Onun da ağzından bal damlardı ve İslâm camilerinin oluşumunu değişik yönlerden anlatırdı. Rönesans’ı Prof. PauloVerzone’den öğrendim. Dersleri çatlata çatlata ve İtalyan aksanı ile Fransızca anlatır; asistanı (bugünün değerli profesörü) Doğan Kuban Türkçeye çevirirdi.

Velhasıl, lise sıralarında alamadığımız sanat tarihi kültürünü hasbelkader mimar olduğum için öğrenmiş, daha sonra merak saikasıyla ilerletmiş oldum. Bu nedenledir ki mimarlık tarihi derslerinden veya kitaplarından nasibini alamamış okurlarımı az çok da olsa aydınlatmayı görev biliyorum.

Teoman Törün’ün yorumunda dile getirdiği ABD’nin Washington’daki Capitol kubbesinin Tunus, Kayrevan’daki Seyd-i Ukbe Camii kubbesi ile benzerlik gösterdiği hiç aklıma gelmemişti. Evet, aralarında benzerlik var. Amerikalı mimar, her halde kubbeyi tasarlamadan evvel kendinden evvel inşa edilmiş kubbe mimarilerini incelemiş olmalıdır. Bu Arap cami kubbesini örnek almış olabilir mi acaba? Belki de Roma, Sen Piyer kubbesi ona daha sempatik görünmüştür. Esasen Capitol kubbesinin inşaat teknolojisi eski kubbe teknolojisinden çok farklıdır. Burada taş veya tuğla yerine pik (dökme demir) malzeme kullanılmıştır.

Keza Berlin’deki Alman Parlamentosu Reichstag (Rayhştag) binası restorasyonunda mimar Norman Foster, klâsik parlamento toplantı salonu üzerine, çelik konstrüksiyon kullanarak camdan mamul, çok güzel ve saydam bir kubbe ilâve etti. Bu kubbe ile Almanya’nın yeniden birleşmesini, yeni Almanya’nın dünyaya 360 derece ufuk açısı ile bakmasını, halkın rampalarla, dilediği zamanda ve dilediği gibi kubbenin zirvesine çıkıp Parlamentoya tepeden seyredebilmesi ile halkın hükümetlerin üzerinde varlık olduğunu ifade etmiş oluyordu.

Yeni inşa edilecek binalarda, mutlaka kubbe bulunması arzu ediliyorsa, eski kubbelerin şekil ve teknolojilerini tekrarlamak yerine, daha anlamlı ve daha çağdaş tasarımlar yapılabileceğini ve tasarım ufkunun sonsuzluğunu bu vesile ile ifade etmek istedim.

(Bitti)


yerguvenc@gmail.com
 

Yayın Tarihi : 21 Ekim 2012 Pazar 00:13:14
Güncelleme :21 Ekim 2012 Pazar 00:13:45


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
nazmi oner IP: 85.100.112.xxx Tarih : 23.10.2012 21:46:57

Sayın Ergüvenç
Doğrusu çok güzel ve çok faydalı bir yazı diziydi. İslami dönem Arap camileri hakkında dizideki kadar olmasa da az çok bir fikir sahibiydim. Ama yine de çok faydalandım. Fakat beni asıl şaşırtan modern döneme ait Arap camileri oldu. Koyduğunuz resimleriyle bile etkileyici ve hayranlık uyandıran bir yönleri var. Kimi başka bir modern eserden etkilenmiş veya kopya bile olsa, bir arayışı simgelemesi, o ülkede bir farklılık yaratmasıyla bile bence taktire değer.
Oysa bizde yılda bin cami yapılsa, aşağı yukarı bini de aynı gibi bir şey. Hani milli eğitim bakanlığının A tipi, B tipi okul planları gibi bir cami planı uygulanıyor sanki Türkiye’de. Binalar da öyle. Gezdiğim kentlerde sadece fonksiyon gözetilen dümdüz binalar var. Caddelerin bir başından öteki başına aynı kutular. Oysa iki yıldır dolaştığım İran kentlerinde, her bina kendisini ötekilerden ayıracak bir fark yaratma çabasını yansıtıyor. Belki başlı başına bir sanat değilse bile, bir kimlik bir kişilik, en azından bir arayış düşüncesini yansıtıyor. Eski Sovyetlerde bile devasa binalar birbirine benzese bile çatılarda bir ressamın son fırça darbeleri gibi, o kocaman kaba yapıya biraz sanat ve estetik katma çabası açıkça görülüyor. Bunlar bizim millet olarak sanatın ne denli uzağında olduğumuzu, eğitim sistemimiz de bu noktaya nasıl geldiğimizi göstermektedir diye düşünüyorum.
Arapları küçümsemek ise, bence bu durum Türkiye’de verilen eğitimin en belirgin yanlışlarından birisidir. Nedeni de Birinci Dünya Savasında Arapların bağımsızlıkları uğruna İngilizlerin peşine takılmaları ve geçmişte şeriat uygulamalarımızın, dinden kaynaklanan zararlarımızın, sanki Araplardan kaynaklanmış veya onlar bize zorla dayatmış gibi, kendi günahlarımızı Araplara yıkma kolaycılığının sonucudur. Oysa Araplar şeriatı Türklere zorla vermek veya dayatmak şöyle dursun biz ellerinden zorla aldık. Dinin bağnaz ve tutuculuğunu da bize Araplar dayatmadı. Çünkü onlar bizim yönetimimizde ve dayatma mevkiinde olan bizdik. Ama biz kendi kendimize burada sorunlarımızı, geri kalmışlığımızı onlara yükleyerek Arapları mahkum ettik. Onlar da tabii ki, biz Türklerin yönetiminde geri kaldık dediler. Ben de Türkiye’de bu şartlanmışlıkla 1998’de Avustralya’ya gittiğim zaman, dünyanın en saygın vatandaşlarından birisi olarak karşılanacağımı düşünmüştüm. Fakat 98’lerin dünyasında Türk imajı o kadar kötüydü ki, imaj sıralamasında Araplar bizden çok yukarılardaydı. Şimdilerde Türk imajı her ne kadar epeyce düzeldiyse de, bu sene gittiğim Sydney’in, Türk mahallesi sayıla Auburn’da belediye başkanı bir Arap’tı.
Savaşlara, fatihlere ve fetihlere dayalı bir tarih anlayışı ve bu anlayışın üstüne bina edilen Türklük imajı, elbette ki içerde dünyanın en büyüğü benim dedirtmektedir insana. Ama dışarı çıkıldığında, dışarıda savaşın, kılıcın ve gücün başka yönleriyle karşılaştığınızda, şok oluyorsunuz. Nereleri fethettin, kimleri yönettinden çok, ne ürettin, geleceğe ne bıraktın, şimdi ne haldesin soruları gündeme oturuyor.
Araplar ise, bugün ne denli geri olsalar bile, unutulmamalıdır ki, bugünkü dünya kültür uygarlığının temelinde Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları var.
Sonuç olarak: akıl, bilim ve sanat dolu bir yazı dizisiydi. Faydalanan faydalanmıştır mutlaka. Sizi kutluyorum.
 


Teoman Törün IP: 88.240.62.xxx Tarih : 25.10.2012 15:23:12

Kusura bakma Yılmazcığım,

Yücel ailesinin kısa gezisi için fazlaca pay vermişim. Senin bu yazın çıkalı epey olmuş; bizim de çocuk dadılığından vaktimiz epey kısıtlanıyor. Evet merakımı giderdin. "Müdeccer" gerçekden "cer" kökenli yani "akan, geçen,yer değiştiren" olmalı.

Yalnız değerli hocam Sayın Nazmi Öner'den biraz farklı düşünüyorum. En azından şu anda biz Türkler Araplardan daha fazla Devlet deneyimi olan bir toplumuz. İslam'a  Haccac-ı Zalim'in ve Kuteybenin Türk ellerine korkunç baskıları, taş üstüne taş bırakmayacak tahripkârlıkları ve can almaları sonucu "ikrah" ile geçmiş bulunuyoruz. Fakat, 1967 Arap-İsrael savaşına kadar gerçekden Arapların itibarı bbizden fazla sayılırdı. 1963 başlarında ABD'de "AID" katılımcısı iken bizim Amerikan tabî olduğumuzu ima eden sataşmaları üzerine sert bir tartışmaya girdiğimiz, yanı başımızda tarihî düşman Ruslara karşı güvenliğimizin daha önemli olduğunu söylediğimiz (Iraklı) Araplar canımızı çok sıkmıştı. 4 yıl sonra İsraelde yedikleri feci dayak için, ne yalan söyleyeyim yüreğim yağ bağlamıştı. Geri kalmışlığımızın nedeni Emevî zûlmune kadar dayanır.