Yunanistan’ın 1980’lerdeki Kültür Bakanı Melina Mercouri hanım, Atina’nın bir antik kültür ve sanat kenti olduğunu AB ülkeleri nezdinde bir kez daha tescil ettirmek amacı ile olsa gerek, ‘Avrupa Kültür Başkentleri’ önerisini getirdi. Belirlenen esaslara göre, başvuru yapan kentler içinden her yıl bir kentin seçilmesi, seçilen kentin ikinci kez seçim şansı olmaması; daha sonra, her yıl birden fazla kentin ve de AB ülkeleri dışında AB’ye aday ülke kentlerinin de seçilebileceği kararına varıldı. 1985 yılında Atina, hakkı olan Avrupa’nın ilk Kültür Başkenti unvanını aldı.
Takip eden yıllarda Atina’yı Floransa, Amsterdam, Berlin, Paris, Madrid, Lizbon, Brüksel, Kopenhag, Stokholm, Helsinki, Prag, Lüksemburg, Dublin gibi Avrupa’nın büyük olduğu kadar kültür ve sanat değerleri de yüksek başkentleri izledi. İlginç olan, Londra gibi önemli bir dünya kentinin bu kervana katılmamış olmasıdır. Siyasi başkentler dışında, Glaskow, Anvers, Selanik, Weimar, Avignon, Bergen, Krakov, Reykjavik, Salamanca, Graz, Cenova, Patras, Vilnius, Linz gibi kültür ve sanat alanında adından söz ettirmiş kentler de sıra ile kültür başkenti oldular. Her halde (başvuru yaptılarsa) Heidelberg, Freiburg gibi önemli kültür kentlerine de sıra gelecektir.
İstanbul, 10 yıllık bir çaba sonucunda ve üç kentten biri olarak 2010 yılı ‘Avrupa Kültür Başkenti’ sıfatını yakalayabildi. İstanbul’un seçilen diğer kentlerden, Essen (Almanya) ve Peç (Macaristan) kentlerinden kat be kat artı değerleri vardır ve İstanbul’un yıllar öncesinden bu mertebeye ulaşması gerekirdi. Kökü çok eski yerleşimlere dayanan, Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı’ya başkentlik yapmış, modern Türkiye Cumhuriyetinin siyasi olmasa da kültür başkenti olan İstanbul’un, dünya kültür ve sanat çevrelerinde önemli yeri olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu önem coğrafi durumu, binlerce yılın kültür mirasını barındırması yanında, genç nüfusun ve de kentin dinamizminden geliyor. Şunu demek istiyorum ki, İstanbul’un kendinden önemsiz kentlerin önüne geçmesi, yıllarca evvel bu mertebeye erişmesi gerekirdi. Köylülükten kurtulamayan, modern yaşama uyum sağlayamayan Avrupa’daki Türk işçi ailelerinin verdiği olumsuz imaj mı bu gecikmeye neden oldu bilemeyiz. Gerçi o ailelerin ikinci ve üçüncü nesil çocukları, zekâ ve girişimleri ile değerlerini kanıtlayabildiler ama yine de acaba diyorum.
Neyse önemli olan, önünde sonunda bir hakkın teslim edilmesidir. Uluslararası seçici kurul başkanı Sir Jeremy Isaacs’ın ifadesi ile jüri, seçim kriterlerinde sivil toplumun etkinlik ve niteliklerini övmüş ve dikkate almış. Tamam da sonra ne oldu? Hükümet temsilcileri işin gerçek sahibi biziz dediler, birçok değerli girişimciyi ekarte ettiler; program ve organizasyonda bürokrasiyi hâkim kıldılar. Sonunda kültür etkinliklerini gölgede bırakan abartılı, şaşaalı açılış törenleri, bir dakikayı yeterli görmeyip on dakika sürdürülen havai fişek gösterileri ile neyi ispatlamaya çalıştılar anlayamadım.
Açılış töreni, mezbahadan bozma mimarlık şaheseri(!) Sütlüce Kongre Merkezi’nde yapıldı. Yeni Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na söyleyecek bir sözüm yok. Ama yapılanlar yeterli değil. İstanbul, yıllardır operası, konser salonu ve kütüphanesi olmayan bir kent olarak kültür ve sanat yaşamına devam ediyor.
Atatürk Kültür Merkezi (AKM), Taksim Meydanında sonu belirsiz, bekliyor. Niçin? Çünkü adamlar, Cumhuriyet mimarlığında bir dönemin, modern mimarlık döneminin birkaç iyi örneğinden biri olan, mimarlık tarihimizde yerini almış yapıyı zıt bellediler; yıkmayı akıllarına koydular. Efendim külüstür, kaltaban binayı yıkıp, etrafındaki boş alanları da katarak büyük bir kompleks yapacaklarmış. Kompleks yapmakta samimi iseniz, AKM’yi modernize edin, boş alan üzerinde onu çevreleyen ve onunla ilişki kuran bir proje geliştirin, kompleksinizi yine yapın. İstanbul’un bu en değerli arazisindeki yıkımdan ne gibi bir rant çıkarılır, tahmin edemiyorum. (Bu rant furyası içinde biz de her şeyden şüphe eder olduk). İlk müellifin mimar oğlu güzel bir rönevasyon projesi yaptı. İyi bir amacı vardı; halkı bina ile bütünleştirmek istiyordu. Bunun için de bina bünyesinde, opera salonu yanında tiyatro, sinema, halkın girip çıkacağı kafe, restoran, sergi salonları da olsun istedi. Kötü mü yaptı? Arkadaşlar, dönem eski dönem değil. Artık operaya aristokrat ve burjuvaların smokinle, frakla, koyu renk elbise ve kravatla girdikleri dönem çok gerilerde kaldı. Genç öğrenciler, blucinle, damalı kırmızı gömlekle gelip opera seyrediyor, konser dinliyor; çok da iyi yapıyorlar. Temsilden önce veya sonra bir şeyler yiyip, o atmosfer içinde arkadaşları ve sanatçılarla sohbet etmesinler mi? Halkın ayağı buraya alışmasın mı? Böyle güzel gençliği bulmuşsunuz, daha ne istiyorsunuz? Hayır olmaz! Sanatçılar derneği, opera içinde restorana tahammül edemiyor. Çünkü statükocu düşünce, orayı mabet gibi görüyor. Onları alkışlayan elit zümre, küçük de olsa onlara yetiyor. Avrupa’da, temcit pilavı gibi sahneye konan XIX. yüzyıl operalarını kanıksamış seyircilerin yaş ortalaması 60 - 70’lere çıkmış; buna karşın klâsik batı müziği ve opera ile Avrupa’dan yüzyıl sonra tanışmış, sanata aç gençlerimizi kazanmayı düşünemiyorlar. AKM projesine iptal davası açıyorlar. Bindikleri dalı kestiklerinin farkında değiller. Sonuçta mahkemenin verdiği ‘yürütmeyi durdurma’ kararı yıkıcıların ekmeğine mis gibi tereyağını sürüyor.
TRT, Tepebaşı’ndaki o ucube binayı boşaltmıyor. Mimar Frank Gehry’nin projesi yıllardır engelleniyor. Şükür ki resmî tiyatrolarımız var ama modern oyunlar oynayacak, sanatı halka indirecek özel cep tiyatro trupları oynayacak sahne bulamıyor.
Son yıllarda sanat galerileri çoğaldı, resme verilen değer arttı. Ama amatör ressamların çalışabilecekleri, açık hava sergileri açabilecekleri ortamlar, sokak ve meydancıklar yok.
Basın sanat olaylarına ilgisiz. Bir iki TV dışında opera, tiyatro, resim, heykel, mimarlık eserlerinin tartışma ve eleştirileri gazete ve dergilerde yer almıyor. Haksız da sayılmazlar; bu gibi etkinlikler, futbol haber ve makaleleri gibi tiraj arttırmıyor. (Tanrı uzun ömür versin, bir tek Doğan Hızlan var. Hürriyet gazetesi almamda onun payı çok büyük).
Çok mu kötümserim? Yok canım; güzel şeyler de var. Topkapı Sarayı ve diğer müzeler epeyce toparlanma yoluna girdiler. İstanbul Modern, Pera, Sabancı gibi özel müzeler başarılı programlar uyguluyor. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) ve Borusan orkestrası yeni binalarına kavuştu. Daha geniş olanaklarla hizmet verecekler. Festivaller, konser ve sergiler bu yıl da devam edecek. 2010 kültür etkinlikleri takviminde izlememiz gereken 400 proje var. Gönül ister ki bu etkinlikler 2010’la sınırlı kalmasın; yıllar boyu devam etsin. Görüyorsunuz ki ne güzellik varsa yine sivil toplum örgütlerinde var. Yeter ki Devlet köstek olmasın.
* Türk kültür ve sanat dünyasının duayeni, İKSV’nin 17 yıllık başkanı Şâkir Eczacıbaşı bugün toprağa veriliyor. Tanrı rahmetini esirgemesin, ruhu şâd olsun.
yerguvenc@gmail.com
Avrupa kültür başkenti düşüncesinin nasıl ortaya çıktığını ve dış dünyada ne tür gelişmeler geçirdiğini çok güzel açıklamışsınız. Bu yönden sizi kutlarım; ancak samimi olarak düşünelim; İstanbul kültür başkenti olmaya gerçekten layik mi?
Sosyal aktivitelerinin önüne set çekilmiş, tarihi yarımada içerisindekiler başta olmak üzere müzecilik, tarihinin en kötü günlerini yaşarken, hükümet darbe safsataları, ne olduğu anlaşılamayn açılımlarla uğraşırken, tekel işçileri yaşam savaşı verirken İstanbul'un kültür başkenti olması kimin umurunda...
Göstermelik havai fişek gösterileri, uçurulan balonlarla bunun yürümeyeceği de gerçek...Acaba İstanbul'un gerçek anlamında tanıtımını yapan kitaplar yazıldı mı?
Üç beş modern otelle öğünmek yerine bu yıl ne gibi kültür aktiviteleri yapılacak? Onun planı proğrmaı var mı? Meşhur sözdür bilirsiniz; biz bize benzeriz.