Tarihin babası Halikarnassos’lu Herodot’tan bu yana beldede çok şeyler değişti. Dünyanın yedi harikasından biri olan Mauseleion (Mozole), depremlerde yıkıldı. Arkeolog Sir Newton’un ortaya çıkardığı heykel, sütun ve frizler British Museum’da. Bu günün Gümüşlük beldesinde, Myndos’da askeri üs kuran Jül Sezar’ın kaatilleri Brütüs ve Cassios’tan hiçbir iz yok. Sadece Halikarnasos önündeki adada (şimdi yarımada) Sen Jan şövalyelerinin inşa ettikleri Sen Peter Kalesi ayakta. Onun da heykellerini İngiliz elçisi Sir Canning Londra’ya taşımış.
Leleg, Karia, Pers, Roma, Menteşe, daha sonra Osmanlı olan beldede halk balıkçılık, sünger avcılığı yapıyor, kendi yağı ile kavruluyordu. Çünkü denizden başka ulaşım yolu yoktu. XIX. yüzyıl sonlarında Girit katliamından kaçabilen Türkler buraya, Türk mahallesine yerleştirildi. O dönemde Kalenin doğusunda 2 bin kadar Rum, batısında 11 bin kadar Müslüman oturduğu söyleniyor (Mavi Cennet Bodrum, Muammer Karadaş). Rum-Müslüman ayrımını eski evlere mimar gözü ile bakarak fark edebiliyoruz. Rum mahallesindeki eski evlerin cepheleri sokağa açık, ‘Sakız biçimi’ planlı. Türk mahallesindeki eski evlerin yol cephesi yüksek duvarla kapatılmış, içe dönük ve geniş bahçeli. Her iki halkın sosyal yaşam farkları evlerine de yansımış. Rum, tüccar veya zanaatkâr, bahçeye gereksinimi yok; Türk, ziraatçı ve hayvancı; ona geniş bahçe ve tarla gerek. 1924 mübadele anlaşması ile Rumlar gidiyor, Türk nüfus daha da artıyor. Bu defa gelenler de çoğunlukla Giritli Türkler, Rumlardan boşalan fırıncılık, demircilik, marangozluk işlerini üstleniyorlar.
Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar kimsenin ilgisini çekmeyen ücra kasaba, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın beldeye sürgün gelmesi ile ismini duyuruyor. Artık Halikarnas Balıkçısı olarak anılan Cevat Şakir, insan sevgisi kokan makale ve kitapları yanında yöre halkı ile de dostluklar kuruyor, onları aydınlatıyor, kolları sıvayıp beldeyi begonviller, palmiyeler, fönikslerle beziyor, sahil yolunu açıyor, ‘Mavi Yolculuk’larla çevre bilincini geliştiriyor. Bu çabanın sonundadır ki, Türk aydını doğa harikası Bodrum’un farkına varıyor.
Bu güzelliklerin farkına varan başka bir yaratık var ki, o da rant canavarı. Onun sözü geçeli Bodrum, Halikarnas Balıkçısı’nın ‘Aganta Burina Burinata’ ile yankılanan balıkçı ve süngerci beldesi değildir. Artık balıkçı kayıklarının yerini para babalarının yatları almıştır. Selim İleri’nin ‘Her Gece Bodrum’undaki dostluklar da çok gerilerde kalmıştır. Ve de artık tekne aşkları, aşna-fişnalar geçer akçedir. Kentin yeşile hasret, üst üste yığılmış evleri, kalabalık caddeleri, çıldırtan trafiği ile büyük kentlerimizden pek de farkı kalmamıştır.
Lâtife Tekin’in öncülüğünde bir avuç aydının yaşatmaya çalıştığı ‘Gümüşlük Akademisi’ çalışmaları, Kale, Marina ve Antik Tiyatro’da verilen klâsik ve çağdaş müzik konserleri, bu kenti yine kültür kenti yapmaya yetecek mi, bilemiyorum.
Eski dönemlerin ünlüleri de artık yok. Meydan yeni ünlülere, mankenlere, starlara, yeni zenginlere, Arap şeyhlerine kaldı. Zaten eski ünlüler sağ olsalardı bu günün Bodrum’undan keyif alamayabilirlerdi. Örneğin Cevat Şakir, Azmakbaşı kahvesinde balıkçı, süngerci dostlarını bulamayacak; Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ile çıkacağı mavi yolculukta lüks yatların arasında bunalacaktı. Erol Simavi, önünden insan selinin aktığı Veli Bar’da huzur bulamayacak, Zeki Müren Bardakçı Koyu’ndan denize giremeyecekti. Ahmet Ertegün, evinin yanı başındaki ses kirliliği ortamında dünya müzik starlarını, Amerikalı dostlarını ağırlayamayacaktı.
Artık yaz bitti; bu günün ünlüleri Bodrum’dan ayrıldılar. Türkbükü akşamlarında ‘happy hour’ partileri, iskele üzerinde rakı-balık fasılları, gece yarısı barları geride kaldı. Artık basının şişirdikçe şişirdiği mankenler, ‘ikoncanlar’, ‘beach’lerde, yat güvertelerinde güneşlenmiyor. Keyiflerine İstanbul’daki kışlık mekânlarda devam ediyorlar.
Hâlbuki Bodrum, şu günlerde sonbaharın en güzel günlerini yaşıyor. Yazın hay huyu içinde milyonlarca kişiyi ağırlayan yarımada, yerli halkın yanında, artık sonbaharın güzelliklerini değerlendiren tuzu kurulara, çocuklarını büyütmüş emeklilere; bir de inşaatçılara kaldı. Yarımadanın kış nüfusu 132 bin kişi. Merkezde 26 bin, Turgutreis’te 18 bin, Yalıkavak’ta 14 bin kişi yaşıyor. Geri kalan 74 bin kişi 2-5’er bin nüfuslu 26 belde ve köye dağılmış durumda.
Yaz boyunca süren inşaat yasağı Ekim başında son buldu. Diyeceksiniz ki, be kardeşim Bodrum’un dağını-taşını, ovasını yapılar doldurmuş; ağacı, çiçeği, böceği tükenmiş; hâlâ mı inşaat? Evet, hâlâ inşaat. Söylendiğine göre satışa arz edilmiş 30 bin konut varmış. Bunca satılamaz konut varken yeni inşaatların başlamasını açıklayamıyorum. Satışlar durgun ama fiyatlarda fazla düşme yok. Her halde müteahhitler talebin yeniden canlanacağından emin olmalılar.
Komşumuz eski süngerci Mehmet Efendi, Yalıkavak Geriş köyü sahilindeki arazisini geçen yıl kat karşılığı müteahhide verdi. Müteahhit işi bitirdi; Mehmet Efendiye de 36 villâ düştü. Ama hiçbiri satılmadı ve Mehmet Efendinin yaşamı değişmedi. Torunlarının işlettiği Magi Beach’de denize karşı çayını içiyor. Karısı da ‘Galkın gâri, biçe gidelim’ diyerek arkadaşlarını bu mevsimde boşalan plâjda ağırlıyor.
İnşaatçılarla sohbette ‘bir dokun bin ah işit’ sözü geçerliliğini koruyor. Yarımadada 11 ayrı belediye, 18 köy statüsünde yerleşim var. Her bir belediye ayrı hava çalıyor. Bütün belediyeler, yağmadan arta kalmış parça pürtük arazileri imara açma yarışına girmişler. Bu işlerde hâlâ büyük ölçüde kara para var. Aralarında anlaşma ve eşgüdüm (koordinasyon) yok. Bir araya gelip imar ilkelerinde birlik olmak hiçbirinin işine gelmiyor. Yarımadanın alt yapı sorununu beraberce çözmek gibi bir çabaları da yok.
Peki, çıkar yol nedir? Kanımca tek çıkar yol, tüm yarımadayı (Bodrum ilçe sınırları içini) ‘Büyükşehir’ statüsü içine almak, ana konuları ve alt yapıyı büyükşehir belediyesinde çözmek, diğer belediyeleri ana kente bağlamak, bir üst otoritenin imar konularına hâkim olmasını sağlamak olmalı.
Uzun lâfın kısası, bu başıbozuk gidişe DUR demenin zamanı gelmiş-geçmiş ama zararın neresinden dönsek kârdır.
yerguvenc@gmail.com