İç politikada uygarlaşma yasaları bir kenarda bekletilerek, yerel seçimlere zemin hazırlamak üzere yaratılan toz-duman içinde göz gözü görmezken, cami inşaatlarından bahsetmenin yeri mi idi, değil mi idi bilemiyorum. Konuyu bana yazdıran, yeni bir haber oldu:
Almanya’da Rendsburg adında, çok az Müslüman’ın yaşadığı küçük bir kasabada 26 metre (10 katlı apartman) yüksekliğinde minareleri olan büyük bir cami yapılıyor. Cami, 1.2 milyon Avroya mal olacak. Organizatörü, ‘Millî Görüş’ örgütü. Hâlbuki inşaatın çok yakınında bir cami var. Yeterli cemaati olmadığı halde ikinci ve anıtsal bir cami yapma hevesleri nereden geliyor acaba?
Yakın zamanda, ana teması cami mimarlığı olan, bu arada yüz kişilik bir köye bin kişilik cami yapılmasını da eleştiren bir yazıya gelen yorumlarda, Müslümanlığı şekilde görenlerce yazara bilinçsizce saldırılıyor, fikre karşı fikirle değil, dinin büyük ayıplarından ‘küfür’le karşılık veriliyordu. Aristo mantığından uzak tutucu eğitimlerin kurbanı olmuş saldırganlar, Müslümanlığın ruhta şekillendiğini bilmeden, cami yapılarını dinsel inançları ile bütünleştirip özdeşleştiriyorlar, farkında olmadan dini somutlaştırmış oluyorlardı. Tıpkı Hıristiyanlıktaki kilise ve katedraller gibi.
Yurdumuzda 70 milyon Müslüman yaşıyor. 75 binden fazla da cami var. Kadınları, çocukları, hastaları, devamsızları, değişik inançlıları çıkarırsanız cami başına ortalama 20 – 30 kişi kadar cemaat düşüyor. (Tabii bu ortalama bir hesap. 500 cemaatli camiler de var.) Ben de, camilerin dinimize ve geleneklerimize aykırı olarak gösteriş olsun diye değil, cemaatin ihtiyacı kadar büyüklükte ve ihtiyacın duyulduğu yerde yapılması gerektiği düşüncesindeyim.
Kızımın kayınpederi, damadımın babası hali vakti yerinde, dini bütün ve uygar bir zattı. Âhır ömründe servetinin bir kısmı ile hayır yapmak istedi. Karısı: ‘’Güzel bir cami yap, Bey.’’ dedi. Dünürümün cevabı: ‘’Hanım, namaz her yerde kılınır; ama eğitim her binada olmaz; ben okul yapacağım.’’ şeklinde oldu. İstanbul, Avcılar’da 21 derslikli, laboratuarlı, spor salonlu ‘Abdülkadir Uztürk İlköğretim Okulu’ böyle yapıldı. Aynı para ile cami yapsa idi, çevrede o kadar cami var ki 20 – 30 kişilik cemaati ya olur, ya olmazdı. Şimdi okulda bini geçen sayıda çocuk okuyor. Ruhun şâd olsun Abdülkadir Bey.
Arapça ‘cem’ toplama, ‘cami’ toplanılan yer anlamında. Peygamberimiz döneminde müminler, örtülü revaklar altında toplanır, ibadet yanında sosyal konuları da burada konuşur, hatta gazve kararlarını dahi burada alırlardı. Cemaat çoğaldıkça revaklar, modüler sistemde enine ve boyuna büyüyerek yatık dikdörtgen formlu, sık direkli ve üzeri örtülü hacimler oluştu. Zaman içinde ezanın daha geniş alanlara yayılması için minare ve müezzinin ezanı okuyabileceği, duymayanların müezzini görebileceği şerefe yapıldı. Bu yapılara mimari literatürde ‘Ulucami’ tipi diyoruz. Bu yapılar, Allah’la kul arasında kimsenin, hiçbir put ve putu çağrıştıran objelerin aracılık etmediği mekânlardı.
Hıristiyanlık inancı ile şekillenen kilise ve katedraller ise, insanlar dini vecibelerini yerine getirirlerken onlara yol gösteren, baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünü çağrıştıran, dinsel olayları canlandıran resim, heykel, objeler yanında çeşitli hacim, gölge-ışık oyunları ve de dış görünümlerinin haşmeti ile Tanrı’nın taşlaşmış simgeleri olmuşlardır.
İslâm’ın böyle oyunlara ihtiyacı yoktur. Müslüman için Allah’a gösterişli bir mabet içinde yaklaşmakla, mütevazı bir mescitte yaklaşmak arasında fark yoktur. Namaz, her yerde kılınabilir; Hıristiyan ise ibadetini kilise dışında yapamaz.
İstanbul’daki Süleymaniye Camii ile Roma’daki Sen Piyer Katedralini kıyaslarsak, her iki çağdaş mabedin kuruluş konsepti açısından birbirinden çok farklı olduğunu görürüz. Evvela büyüklük mukayesesi yapalım: Süleymaniye Külliyesi, Sen Piyer Katedralinin kapladığı alanın yarısı kadardır. Sen Piyer’in kubbesinin çapı, Süleymaniye kubbesi çapının 1.5 misli, kitle yüksekliği 2.5 misli fazladır. Sen Piyer, büyük kitlesi yanında, içinde barındırdığı heykeller, resimler, freskler, vitraylar, yüksek volümlü org, velhasıl zengin objeleri ile Tanrının yüceliği yanında, Papa’nın da güçlü iktidarını simgeleyen ve insanları etkileyen bir anıttır. Buna karşın Süleymaniye, ölçülü kitlesi ve minareleri, İslâm’a has tevazuu, sadeliği yanında mimari oranları ile dünya şaheserleri arasında yerini almıştır. Osmanlı sultanları, ekonomik güçleri ile Sen Piyer ebadında cami yapabilirlerdi. Mimar Sinan ve çırakları da büyük yapı yapmaktan aciz değillerdi. Ama İslâm’a, kente, topluma ne gerekiyorsa o yapılmıştır.
Günümüze gelirsek, İslâm’ı politik amaçlarla şekilcilikte ve gösterişte kullananlar, Cuma namazlarında adeta ‘selâmlık resm-i âlîsi’ tertipleyenler, yeni cami projelerinde de dinimizin ruhuna uygun yapılar değil, Avrupa katedralleri gibi alabildiğine gösterişli olan, minareleri alabildiğine göğe ulaşan haşmetli yapılar istiyorlar. Bir de cami deyince akıllarına 16. yüzyıl Osmanlı camilerinden başka bir şey gelmiyor. Ankara, Kocatepe’de inşasına başlanan modern caminin temellerini dinamitleyerek yerine Osmanlı camisinin kopyasını inşa eden zihniyet de işte bu zihniyettir. Mimarlık ve sanat kültürümüzde o zamandan bu zamana kadar bir arpa boyu ilerleme olmamıştır.
Eskiden mankafa öğrenciler için ‘’Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur’’ derlerdi. Buradaki ‘binâ’ sözcüğü yapı anlamında değil, dinsel öğretideki ‘binâ-yı ilâhî’den geliyor. Biz bu sözü bu günkü bina anlamında kullanırsak, bazı mimarlar için: ‘’Benim mimarım bina çizer, döner döner yine aynını çizer’’ demek gerekiyor.
Hâlbuki basmakalıp projeler yerine, bu günün mimarisi ile bu günün toplumunun gereksinimlerini karşılamak gerekmez mi? Projelerde niçin sadece anıtsal şekilcilik düşünülüyor da İslâm’ın yorumunu çağdaş mimaride arayan, onu kullanacak insana önem veren çözümlere gidilmiyor?
Sıcak iklimde yaşayan entarili ve terlikli Arap, eteğini sıyırır, şadırvanda abdestini alır, camiye girer ve namazını kılar. Soğuk iklimde yaşayan bu günün modern giyimli kentlisi, yine aynı tarz cami avlusunda pabucunu çıkarır, ceketini, paltosunu gözü önüne, gelişigüzel bir yere asar, abdestini alır, titreyerek camiye girerken pabucunu son cemaat yerine bırakır. (Dönüşte ya bulur, ya bulamaz; o da ayrı hikâye.) Demek ki burada geleneklerden vazgeçemeyen, mimarların da yol göstermediği bir toplum kültürü var. Peki, ne yapalım?
Evvelâ inanana da inanmayana da saygılı olalım. Mimarlar olarak cami yaptırma derneklerini proje konusunda ikna edelim. Onlara tarih boyunca oluşan mimari gelişmeleri ve bu günün mimarisini anlatalım. Günümüz teknolojisini uygulayan modern tasarımlarda, namaz öncesindeki işlevleri de caminin ana kitlesi ile beraber çözüme ulaştıralım. Tarihî ve mimari değeri olmayan mevcut camilere –ki camilerin % 90’ı bu gibi yapılardır- ek bina yaparak bu yapılardan da camiye direk geçişi sağlayabilelim. Camiye veya ek binaya girişte vestiyer hacmini bulalım. Bir görevli paltomuzu, kaşkolumuzu, şapkamızı, ayakkabılarımızı alsın ve bize bir numara versin. Abdestliler camiye girsin. Abdest alacak isek abdest hacmine geçelim. Burada abdest için gerekli her türlü tesisat; kurutmasına, havalandırmasına kadar modern apareylerle ve ergonomik çözümlerle yerini alsın. Daha sonra ibadet holüne, ana mekâna dâhil oluruz. İbadet holündeki halılar üzerinde mihraplı saflar, saflar arasında yürüme yolları, secdeye varılacak yerde anti bakteriyel özelliği olan bir daire bulunsun. Çıkışta direk vestiyere ulaşabilelim. Ayakkabılı ve ayakkabısız (septik ve aseptik) geçişler ayrılmalı, birbirini kesmemelidir. Ayrıca imam odası, çağdaş ve klasik kitapların da bulunduğu bir kitaplık, ilk yardım odası, kafe ve sandviç bar da bulunmalı; kadınlar mahfilinde abdest yeri bulunmasa bile vestiyer düşünülmelidir. Dış çevre peyzajına önem verilmeli, cenaze törenlerindeki karmaşayı önleyecek önlemler de mimari çözüme kavuşturulmalıdır.
Bütün bunlar olmayacak şeyler değil; sadece karanlık çevrelere karşı biraz cesaret lâzım.
Sevgili kızım Kiraz, Aynı derdini her platform'da, alakası olmayan yerlerde anlatıyorsun. Mimarlık uzmanı Sayın yazarın, asırlardan gelen çeşitli kültür miraslarının estetik özelliklerinin korunması kaygısı ile yazdığı bilimsel yazıda başörtüsü konusunun ne ilgisi var. O konuda bu gazete satırlarında sayısız makaleler var. Onlardan bir şeyler anlamaya çalış. İnanç bir dogma'dır. Din'in özünü fazla önemsemeyip, tüm formaliter gerekleri ile bu dogmalara inanıyorsan; hakikat başka yerlerde aranmaz; Kutsal Kitapdan çıkarılmaya çalışılır. Ama bilim yapacaksan, o inanç senin için de yeterli olmuyor; Üniversite öğrenimine ihtiyaç gösteriyorsun demektir. O zaman, gireceğin kurumun, tüm insanlara hitabeden laik formalitelerini izleyeceksin ki, tüm insanları bir gören o kurumda fesat çıkmasın.
yazinizi okudum iyi hos yazmissiniz.ama musluman bir devlette insanlarin muslumanca yasamasini kisitlarda hristiyana uygun hareketleri serbest olursa camilerimizde katedral olmus cokmu.gelelim hayir icin bagislanip yapilan camilere.kizin babasindan istegi bence cok gorulmesin.cunku bu bayanbasi kapali diye okutulmamiski universitemizde okulun anlamini bilsin.aydin kisim yasaklamiz malesef senin basin kapali evinde otur demisler.ozgurluk hakkini elinden almislar. anca boyle bir istekte bulunabilir kizcagizimizda.okul yaptirtmaya gelince. evet biz kendi memleketimiz olan corumun alaca kazasinda allah mekanini cennet etsin.babamiz ,dedemiz icin yaptirttik mehmet celik anadolu lisesini.cokta guzel bir okul oldu. talabelerimiz guzelde egitim aliyorlar su an turkiye capindan orayi kazananlar var. allah kismet ederse doktorlarimiz cikicak ordan .ama malesef cevre halki olsun devletimiz olsun yardim elini pek uzatmiyorlar. ilk zamanda ne yapildiysa oyle kaldi.okulun baska ihtiyaclarida var kimse ilgilenmiyor. 8 seneyi asti hersey hala bizden bekleniliyor.bir allahin kulu bir kitap bile alip yollamiyor yardim icin .sebebi insanlarimiz cahil birakildi bastan beri egitilmedilerki egitimin kiymetini bilsinler.ins. bundan sonra erkeklerimizin yani sira kizlerimizda okuycak ve daha aydin bir turkiye olcak giyim tarzi ne olursa olsun.