21
Mayıs
2024
Salı
ANASAYFA

Camilerde ibadet dışı kullanımlar ve yıkımlar

Son günlerin ilginç konularından biri de tek partili dönem CHP’sinin, camileri kışla, ambar, hatta ahır olarak kullandığı ve pek çok camiyi yıktığı şeklindeki iddiaların politika malzemesi yapılması ve kamuoyuna sunulması olmuştur. Somut belgeye dayanmadığı anlaşılan camiyi ahıra çevirme iddiasının, Ege’de Yunan işgali sırasında yapılan bir eylem olduğu, caminin kurtuluştan sonra uzun yıllar boş kaldığı, 1935 yılında yapılan onarımla tekrar camiye dönüştürüldüğü açıklığa kavuşmuştur.

İnönü’nün camileri kışla, depo yaptığı iddiasına gelince. Evet, doğrudur. Ama bu işler hangi şartlarda yapılmıştır? Bir metnin başını - sonunu kesip, ortasındaki işinize gelen yerini alırsanız elbette ki anlamı değiştirmiş olursunuz. Türkiye, 2. Dünya Savaşına girmemekle beraber, olabilecek bir saldırıya karşı müteyakkız bulunması gerekiyor, bu nedenle de bir milyon askeri silâh altında tutuyordu. Demek ki, o zamanki Türkiye nüfusunun 18’de biri asker ocağında bulunuyordu. Birçok kimsenin ağzına sakız olan ekmeğin karneye bağlanması, zirai üretim yapacak köylünün askere alınması sonucu oluşan üretim düşüklüğünden kaynaklanıyordu. Böylesine sıkıntılı ve yüksek sayıda askerin istihdam edildiği dönemde bazı camilerin zorunlu olarak kışla ve silâh deposu yapılmasından daha doğal ne olabilirdi ki?

2. Dünya Savaşının en şiddetli döneminde, 1942 yılında, İsmet İnönü isabetli bir kararla, Topkapı Sarayında bulunan ve olası bir bombardımandan etkilenebilecek değerli eşyaları, örneğin inci kakmalı altın tahtları, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hz. Muhammed’in sancağını, Hırka-i Saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kur’an-ı Kerimini ve daha pekçok eşyayı trene, 48 vagona yükleterek Niğde’ye nakletti. Eserler, Niğde’deki üç camiye yerleştirildi; başlarına silâhlı nöbetçi askerler dikildi. İşte camileri depo yaptı sözünün diğer bir nedeni de budur.

Şimdi biraz daha geriye gidelim, camileri ibadet dışında ve başka amaçla kullanan sadece İnönü mü, yoksa şimdi sözü edilmeyen başkaları da var mı, bir bakalım: 93 Harbi olarak anılan 1877 Osmanlı - Rus Savaşı sonunda, Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan yüz binlerce göçmen anayurda geldi. Sefâlet içindeki bu insanların çok büyük bir kısmı da İstanbul’a yığıldı. Buraya dikkat edin, Sultan II. Abdülhamid’in emriyle göçmenler, aylarca Sultanahmet, Ayasofya, Beyazıt ve Süleymaniye Camilerinde kaldı, yedirildi, içirildi, yatırıldı. Şimdi Sultan Hamid’e ‘’Vay Efendim, şu Sultan’a bakın, koskoca selâtin camilerini otel ve restoran gibi kullanmış’’ mı diyeceğiz. Aynı olay, 1912 Balkan Savaşında da yaşandı. Kışlaların yeterli olmadığı bu dönemde cami ve medreseler askerlere mesken oldu. 1913 mağlûbiyetiyle kış aylarında gelen göçmenler de yine camilerde iskân edildiler. Sadece İstanbul’da değil, Edirne Selimiye’de, Bursa Ulu Cami’de.

Şimdi, temcit pilâvı gibi ikide bir önümüze sürülen, yeni deyimle servis edilen, İnönü’nün ve henüz ismini telâffuz edemedikleri kahraman dâhînin döneminde yıktırıldığı iddia edilen cami ve diğer eski eser yıkımlarının evveliyatına, tarihçesine bir göz atalım:

Ve de şehri imar ettiklerini zanneden, imarı yıkımcılıkla özdeşleştiren yöneticileri teşhis ve teşhir edelim. İstanbul’daki yıkımcı imarcılar, son Osmanlı’da Cemil (Topuzlu) Paşa’dan başlar, Cumhuriyet’te Dr. Lütfi Kırdar’la devam eder, Adnan Menderes’le doruğa ulaşır, taklitçileri Bedreddin Dalan’dan sonra eski hızını kaybeder. Şehirci Prof. Henri Prost’la çalışan Dr. Lütfi Kırdar dışındakiler, yanlarındaki uzmanların fikirlerini dikkate almayan, kendi inisiyatifleri ile veya dalkavuk uzmanlarla çalışan yöneticilerdir.

İstanbul’un ilk planlı imarını Sultan II. Abdülhamit başlatmak istemişse de Paris’te yaptırttığı planları uygulatmak nasip olmamıştır.

Osmanlı’nın son dönemlerine gidelim. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Cemil (Topuzlu) Paşa’nın Caddebostan’da kendisine yaptırttığı leb-i derya köşkü pek beğenir ve ‘’Kendi evini bu kadargüzel yapan adam Dersaadet’i de adam eder’’ mülâhazasıyla Cemil Paşa’yı İstanbul’a Şehremini (Belediye Başkanı) yaptırır. Yeni şehremini, yabancı olduğu imar ve belediyecilik konularını öğrenmek üzere, Bükreş’ten başlar, Viyana, Lyon ve Paris’i adım adım dolaşır. Paris’ten çok etkilenir ve İstanbul’a Türk Haussman’ı olarak döner. Yeni yollar açmak, eski yolları genişletmek amacıyla önüne ne çıkarsa yıktırır. Bu imar hamlesi, birçok Osmanlı cami, mescit, tekke, medrese, çeşme yıkımları ile devam eder. Bakın anılarında ne diyor: ‘’Sultanahmet’teki büyük hamamı (Mimar Sinan’ın Haseki Hürrem Hamamı) yıkmak için çok uğraştım. Ama Sadrazam Küçük Sait Paşa müsaade etmedi. Hâlbuki ben Sultanahmed’i Paris’teki Concorde Meydanı gibi yapacaktım’’ diyor. Yâni şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler. Nur içinde yat Küçük Sait Paşa.

İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar, Fransız şehircilik uzmanı Henri Prost’a saygılı bir kişi idi. Prost, İstanbul imarında 1936 - 1951 yılları arasında çalıştı. Ne var ki Prost da Haussman’ın yıkımcı imar ekolünden yetişmiş bir uzmandı. Üstelik de Bizans eserlerine önem veren, Osmanlı eserleri ise hiç umurunda olmayan bir uzman! Taksim’deki Topçu Kışlasını yıktığı gibi, Atatürk Bulvarını açarken yüzlerle ifade edilecek sayıda Osmanlı eserini gözünü kırpmadan ortadan kaldırdı. Bilir misiniz hazret, Unkapanı – Aksaray, Atatürk Bulvarı güzergâhını nasıl tespit etti? Bulvarı, özellikle Pantokrator’un yanından ve Valens su kemerlerinin altından geçmek üzere planladı. Bulvarın açılması için yıkılan pek çok eserden bir kaçını sıralayalım: Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı, Hoca Teberrük Mescidi (İMÇ altında), Revani ve Azepler Mescitleri (Fatih dönemi, Hoca Sinan eseri), Firuzağa Mescidi (II. Bayezid dönemi), Tüfekhane Mescidi (Kanuni dönemi), Süleyman Halife Sıbyan Mektebi, Altuncuzade Tekkesi ve daha pek çok eser.

Muhafazakâr hükümetlerin, vârisi olduklarını iddia ettikleri, Demokrat Parti hükümetinin Başbakanı Adnan Menderes, son yıllarındaki imar merakıyla İstanbul’un üzerinden bir kasırga gibi esti geçti. Geçtiği yerlerde taş taş üstünde bırakmadı. Çünkü onun da amacı, İstanbul’u, otoban-kent yapmaktı.

Sur dışında, Beşiktaş’ta Mimar Sinan Hamamı, Tophane’de Sanayi Mektebi, Karaköy’de mimar d’Aranco’nun art nuvo eseri Cami, ilk yıkılanlardan sadece birkaçı idi. Güya cami, başka bir yere monte edilecekti. Caminin numaralanarak sökülen taşları kayboldu. Trafiğe mâni bir durumu da yoktu. Yeri hâlâ boş duruyor.

 
 İstanbul, Karaköy'de yıktırılan, Mimar d'Aranco'nun arnuvo eseri Cami

 Esas tahribat Sur içinde yaşandı. Başbakan, işe caddelerin orta refüjlerindeki ulu çınar ağaçlarını kesmekle başladı. Beyazıt Meydanı hallaç pamuğu gibi atıldı. Aksaray’a inen cadde üzerindeki tarihi Simkeşhane Hanı yıkılırken rica minnet ancak yarısı kurtarılabildi.

Fatih ile Şehremini-Fındıkzade tepeleri arasında kalan vâdi, İstanbul’un en güzel ve tarihi bir bölgesi olmaya adaydı. Prost planına göre, bu vadinin iki yamacı ağaçlandırılacak, Bizans’ın Likos, Osmanlı’nın Bayrampaşa deresinin iki yanında alabildiğince uzanan düzlük, park olarak düzenlenecek, eski eserler park içinde kalacak ve restore edilecek, zooloji ve botanik müzeleri kurulacaktı. Gel gelelim, Adnan Menderes’in kafasında, bu bölge için değişik bir plan vardı. Ona göre burası, İstanbul Sur içinin Şanzelize’si olacaktı. 70 metre enindeki Vatan Caddesinin açılmasına ve inşasına girişildi. Cadde, tahrip edilen Bizans Kara Surlarından dışarı çıkacak ve 100 bin kişilik statla son bulacaktı.

 Tahrip edilen eski eserler üzerinde açılan Vatan Caddesi

Dozerler önüne gelen her şeyi, tarihi ve mimari değerine bakılmaksızın yıktı geçti. Adnan Menderes, sabahın 6’sında buraya geliyor, makam arabasından iniyor, şöyle bir etrafına baktıktan sonra eliyle işaret ettiği bina ve eserlerin derhal yıkımına geçiliyordu. Ben, bu olayların canlı şahidiyim. Yıkıma Aksaray’dan başlandı. Hiç unutmuyorum, oturduğumuz baba evi apartmana şöyle bir baktı, etrafındakilere emirler verdi; yarım saat sonra dozerler geldi; hiçbir hukuki işlem yapmaksızın bizlere ‘’Hemen çıkın, yoksa enkazın altında kalırsınız’’ dediler. Palas pandıras bir kamyon tuttuk, eşyalarımızı yükledik, karşı yakada, Göztepe’de bir tanıdığın köşküne sığındık. Yine bizim paramız vardı da taşınabildik. Parası yeterli olmayan pek çok aile perişan oldu. Kamulaştırma kararı ve tebligatı falan yoktu ki hakkını arayabilesin. Ertesi gün geldiğimde her yer dümdüz olmuştu. İşte böyle, hukuk falan tanımayan, pervâsız bir adamdı. Bizden sonra sıra Sultan II. Mahmud’un eşi, Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın türbesine gelmişti. Valide Camii külliyesi içindeki türbenin taşları, güya başka yerde yapılmak üzere numaradan numaralanıp yıkıldı. Müteveffanın kemiklerini bir torbaya doldurup Topkapı Sarayına gönderdiler. Taşlar kayboldu. Cami avlusuna çakma bir türbe yaptılar. Yine çevredeki Çakırağa Mescidi (1479, şimdi yerinde 6 katlı AVM var), Sultan Camii (1543), Murat Paşa Camii külliyesindeki Hamam (1471, Fatih dönemi vezirlerinden) şakır şakır yıkıldı. Sonra Vatan Caddesi yönüne yöneldiler. Kara Mehmet Paşa, Kazasker Abdurrahman Efendi, Bostancıbaşı Abdullah Ağa Camii, üç dört gün içinde yıkıldı. Daha sonra Şirin Bey Camii ve Türbesi (1504), Attar Halil Ağa Mescidi (Vatan Caddesi Orduevi altında kaldı), Camcılar Mescidi, Ulubatlı Mescidi (III. Mehmed dönemi) ortadan kaldırıldı. Cami ve mescit hazîrelerindeki mezar taşları dozerlerle parçalandı. Kemikler molozlara karıştı, Sahil Yolunun dolgusunda kullanıldı. Daha sayamadığım, yıkılan birçok cami, mescit, türbe ve mezar var. İşte görün yere göğe sığdıramadığınız ve aranızda paylaşamadığınız ağabeyinizin marifetlerini.

Bedreddin Dalan da aynı kafada idi. O da otoban-kent yaratmak için birçok yersiz ve gereksiz yıkımlar yaptı. Haliç kıyılarındaki birçok Ceneviz kalıntılarını ortadan kaldırdı. Ama onun cami yıktığını hatırlamıyorum.

Bir yerlerde okuduğuma göre Fatih Belediyesi, Vatan Caddesinin altında kalan Şirin Bey Camiini, caddede boş kalan tek yer olan Luna Park Gazinosunu kamulaştırıp çakma bir cami inşaatı ile ihya edecekmiş. Tabii türbesini yapamayacaklar; çünkü müteveffanın kemikleri yok. Yine de bir nevi özür dileme yerine geçebilecek bir teşebbüs.

Vatan Caddesi (şimdiki adı Adnan Menderes Bulvarı), Şanzelize oldu mu? Olmadı. Sur dışında planlanması ve İl Yönetim Merkezi olarak belirlenecek bölgede yer alması gereken ne kadar resmî daire varsa sıra sıra caddenin kenarına dizildi. Kaymakamlık, Emniyet Müdürlüğü, Özel İdare Müdürlüğü, Sosyal Sigortalar, hastaneler, daha birçok resmi binalar cadde üzerinde yer aldı. Ne işi vardı koca koca resmi dairelerin, kamu yapılarının Sur içinde? Böylesi bir imar planını anlayabilmek mümkün değil.

İstanbul’umuz, Sur içinin bu güzel bölgesinin otantik özelliklerini, cami ve mescitlerini, türbelerini, mezarlarını, müzelerini ve de halkın nefes alacağı büyük yeşil alanı, Prost planındaki adıyla ‘’Bir Numaralı Park’’ alanını işte böyle kaybetti. (Prost planındaki ‘’İki Numaralı Park’’, Taksim – Dolmabahçe arasındaki yeşil alandı. Orasını da kırpa kırpa kuşa çevirdiler.)

Yıllar sonra İstanbul’a gelen Henri Prost, şehri gezdi, hayretler içinde kaldı, ‘’Artık bu şehirden benim imzamı silebilirsiniz’’ dedi ve bir daha gelmemek üzere gitti.
 

yerguvenc@gmail.com
 

Yayın Tarihi : 2 Mayıs 2012 Çarşamba 12:05:16
Güncelleme :2 Mayıs 2012 Çarşamba 12:28:17


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
corrector IP: 58.172.237.xxx Tarih : 2.05.2012 17:50:56

Sayin Erguvenc, hafizaniza saglik! yanlis anlasilmalarin yaninda, hatalari, kastlari vs. de dile getirdiginiz icin cok tesekkuler. cunku yanlislari yad edenler iyiymis gibi goster-ebil-enler utanmazlar ama onlara kuskuyla bakanlara mihenk tasi olacaktir.