1
Haziran
2024
Cumartesi
ANASAYFA

D GRUBU ve Elif Naci

Dostum, Mimar Zafer Koçak, Picasso Sergisi dolayısıyla yazdığım yazıdan sonra yaptığımız bir telefon sohbetinde, Türk ressamlarından da bahsetmem gerektiğini söyledi. Ama benim, resim sanatı hakkında sadece bir amatör izleyici olmaktan başka bir niteliğim yok. Bu sanattan anladığımı da iddia edemem. Şu da var ki, resim izlemek için profesyonel sanat eleştirmeni olmaya da gerek yok. Bir resim sizi heyecanlandırıyor, size bir şeyler verebiliyorsa, o resim amacına ulaşmış demektir. Örneğin, genç ressamlarımızdan Gündüz Karul’un resimleri beni çok etkiler. Resimlerine bakarken, yumuşak renk geçişleri ile farkında olmadan bir masal alemine dalar gidersiniz.

Türk resmi, Osmanlı döneminde, Şeker Ahmet Paşa, Osman Hamdi Bey, Halil Paşa, Üsküdarlı Ali Rıza, Süleyman Seyit Bey gibi ustalarla başlamış, Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet dönemi başlarında, Namık İsmail, Çallı İbrahim, Nazmi Ziya, Avni Lifij, Hikmet Onat, Fikret Muallâ, Hamit Görele, Feyhaman Duran ile devam etmiş, daha sonraki yıllarda, Nedim Günsür, Necdet Kalay, Nuri İyem, Selim Turan, Avni Arbaş, Cıhat Burak, Gürdal Duyar, Burhan Doğançay, Adnan Turanî, Tomur Alagök, ve de Orhan Peker, Mehmet Güleryüz, Adnan Çoker, Komet, .. gibi değerli ressamlarla bu günlere gelmiştir. Bu saydıklarım, ilk anda aklıma gelenler. Şüphesiz ki daha pek çok değerli ressamımız var.

Şimdi, Türk resim sanatının 1933 – 1960 evresini oluşturan ve o döneme damgasını vuran ‘D GRUBU’nun sanat etkinliklerinden bahisle, D GRUBU kurucu üyesi, aziz dostum merhum Elif Naci’yi anmak ve de ondan duyduğum veya tanık olduğum bazı anekdotları sizlerle paylaşmak istiyorum.

D GRUBU, 1933 yılında kurulmuş bir sanatçılar topluluğudur. O güne kadar var olan ‘Güzel Sanatlar Birliği’, ‘Yeni Ressamlar Cemiyeti’, ‘Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’ nden sonra kurulan dördüncü sanat topluluğu olduğu için, adını Lâtin alfabesinin dördüncü harfi olan ‘D’ harfinden almıştır. Kurucu sanatçılar, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Cemal Tollu, Abidin Dino, Zühtü Müridoğlu ve de Elif Naci’dir.

GRUBU'n daha sonraları açtığı sergilere, Turgut Zaim, Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu, Eşref Üren, Halil Dikmen, Sabri Berkel, Hakkı Anlı, Nusret Suman, Zeki Kocamemi ve Fahrünnisa Zeyd katıldılar.

D GRUBU, 27 yıllık etkinliği boyunca 17 sergi açtı. 1933’teki ilk sergi, Tünel’deki Narmanlı Han altında, boşalan bir şapka mağazasında açılmış, bu sergiyi Halep Pasajı, Beyoğlu Halkevi, G.S.A., Ankara galerileri ve dış ülkelerde açılan sergiler izlemiştir. Gurup, 1960’ta Beyoğlu Şehir Galerisinde açılan son sergi ile etkinliğini noktaladı. Bundan sonra, üyeler kendi yollarında, açtıkları kişisel sergilerle sanat yaşamlarına devam ettiler.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi hocaları, ilk resim eğitimlerinden sonra gittikleri Paris Güzel Sanatlar Akademisinde, F. Corman, J. P. Laurens gibi akademik izlenimciliğe sıkı sıkıya bağlı hocalardan ders aldılar. İzlenimcilik (empresyonizm), bu hocalarla beraber, Türkiye’ye gelmiş oldu. Akademi’nin en etkili hocası, Fransa’dan akademik izlenimciliği benimsemiş olarak dönen Çallı İbrahim’di. Ancak, şu var ki izlenimcilik, Batıda artık eski etkinliğini kaybetmiş, anlatımcılıktan (ekspresyonizm) sonra, Cezanne’ın devamı olarak tuş darbe teknikli, kübizm ve konstrüktivizm dönemi başlamıştı. Bu ressamlar, resmettikleri çevreyi, kendi görüşlerine göre yansıtıyorlar, diledikleri rengi, diledikleri yerde kullanıyorlardı. Nitekim, daha sonra Paris’e giden Türk ressamları, öğrencisi oldukları Andre Lhote ve Ferdinand Leger etkileri ile döndüler. Çallı İbrahim’den akademik izlenimcilik eğitimi almış D GRUBU kurucuları, yeni oluşumların ışığında, Güzel Sanatlar Akademisi eğitimine karşı bayrak açtılar. İlkelerini, ‘’geride kalmışı değil, ‘yaşayan sanat’ı betimlemek’’ olarak açıkladılar. 1950’lerden sonra da soyut çalışmalara yöneldiler. Ancak, gurup elemanları, genelde gurup ilkelerine sadık kalsalar bile, tek bir bakış açısı sergilemiyorlar, aralarında önemli stil ayrılıkları görülüyordu. Bu da, bir sanatçı için çok doğaldı.

Aynı GRUBU'n ressamı Elif Naci, ilk resimlerindeki izlenimci (empresyonist) ve anlatımcı (ekspresyonist) stillerle Batıya bakan yüzünü, bir süre sonra Doğuya çevirdi. Avrupa resmini yineleyen arkadaşlarına karşın, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndeki 23 yıllık Müdürlüğü sırasında yakınlaştığı Osmanlı hat, tezhip, minyatür, nakış sanatları ile Selçuk halı ve kilimlerindeki soyut desenler onu etkiledi. Hocası Çallı, izlenimcilikte devam ede dursun, Elif, kübist ve konstrüktivist stildeki geometrik düzen içinde üçgenler, dörtgenlerle beraber, gurup arkadaşlarından farklı çalışmalara girerek, Selçuk halı desenlerindeki soyut nakışları ve de Osmanlı elifbasındaki vav’ları, ‘mim’leri, ‘lâm’ları, ‘elif’leri tuvaline yansıtıyordu. Acaba, bu harf merakında Kur’an-ı Kerim’in sureleri başında yer alan elif-lâm-mim’in veya kendi adının etkisi var mı idi, bilmiyorum.

Ressamın bu gibi resimleri, Batı normlarında olmadığından mıdır, nedir, günümüzdeki resim müzayedelerinde pek rağbet bulmuyor. Kendisi de, resimlerinden ziyade dostlukları ve nükteleri ile anılmasına içerler, bu nitelemeyi, Kristof Kolomb’un ‘yumurtayı dik tutan adam’ diye anılması kadar abes bulurdu.

Şimdi, Elif Naci’nin öz geçmişini, araya bazı anekdotlar koyarak özetleyelim.

Elif Naci, 1898’de babası Miralay (Albay) Hüsnü Bey’in görevi dolayısıyla bulunduğu Gelibolu’da doğdu. 1905’te Edirne’ye geldiler. Orada, Dar-ül İrfan Okulu’nda eğitime başladı. 1908’de İstanbul Ayasofya Rüştiyesi’ne, 1912’de Vefa İdadisi’ne (Lisesi’ne) girdi. Vefa, Fatih’in hocası Şeyh Ebu’l-Vefa’nın Konya’dan gelerek yerleştiği semttir. Vefa Lisesi, ismini bulunduğu semtten, dolayısıyla Hoca’dan alıyor. Vefa, beni de yetiştiren, mensubu olmakla iftihar ettiğim 1872 kuruluşlu bir lisedir. Şimdi, Elif Naci’nin Vefa Lisesi’ndeki sınıfına bir bakalım. Elif, tüm sınıf arkadaşlarını, numaraları ile defterine not etmiş. Sizlerin de tanıyacağınız bazı sınıf arkadaşlarını yazıyorum: Hasan Âli Yücel, Peyami Safa, Yusuf Ziya Ortaç, Sadi Tek, Y.Müh. Ekrem Hakkı Ayverdi, Dr. Rıza Ünver, Dr. Süheyl Ünver, Dr. Ekrem Şerif Egeli, Dr. Salim Ahmet Çalışkan, Prof. Sıdık Sami Onar, Prof. Ali Nihat Tarlan, ve de 227 İbrahim Naci Elif. Ne sınıfmış ama…Zaten, Elif’i memuriyete alıp müdür yapan da zamanın Maarif Vekili Hasan Âli Yücel.

1916’da Sanayi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi’ne giriş. Burada Çallı İbrahim hocanın rahle-i tedrîsinden (öğretim tezgâhından) geçerken, ‘medâr-ı maîşet motoru’nu da çalıştırmak gerektiğinden, gazetelerde müvezzîlikten (dağıtıcılık) başlayıp yazarlığa kadar giden çaba ve çalışmalar. Bu nedenle Akademi’yi 12 senede, 1928’de bitiriyor. Bu süre içine askerlik te var. Ne hikmetse Akademi diplomasını 1937’de alıyor.

İlk sergisini, 1930’da Gülhane Parkı, Alay Köşkü’nde açmış. Bunlar, ‘Renkli Rüyalar’, ‘Fenerin Altındaki Kadın’, ‘Çiçekler’, ‘Natürmort’,.. gibi izlenimci resimler. Sonra, 1933’te D GRUBU’nun kuruluşu ve Akademi ile ters düşmeler. Özellikle, Akademi’deki ‘Estetik’ hocası Ahmet Haşim’le sanat tartışmaları. O yıllarda artık arkadaş olduğu hocası Çallı İbrahim’le bir sofrada içerlerken, arkadaşlardan birisi, ‘Elif Naci de iyi rakı içiyor haa’ demiş. Çallı, ‘Ben buna rakı içmesini değil, resim yapmasını öğrettim ama o resim yapmasını öğrenmedi, rakı içmesini öğrendi’ demiş. Ama Elif, girdiği yoldan şaşmamış, geometrik desenlere ve de elif-lâm-mim’lere devam etmiş.

Kanuni Sultan Süleyman, sevgilisine yazdığı bir beyitte:

‘’Kadd-i yâra (sevgilinin boyuna) kimisi ar’ar (dağ servisi) dedi, kimisi elif,

Cümlenin maksûdu bir ammâ, rivayet muhtelif.’’ der.

Bilindiği gibi ‘elif’ harfi düşey bir çizgidir. Halk dilinde cahiller için kullanılan, ‘Elifi görse mertek sanır’ deyimi de buradan gelir. Sultan’ın şiirinde bahsettiği ‘elif’ ise, sevgilisinin uzun boylu, mevzun endamlı olduğunu betimliyor. Ama bizim Elif’imiz, ufak tefek yapılı idi ve bu dizedeki elifle çelişkisine kahkahalarla gülerdi.

1925 yılında, daha öğrenci iken, Makbule Hanımefendi ile evlenmiş, 1927’de kızı Pelin doğmuş. Ailesine çok bağlı, iyi bir aile babası olmasına karşın, bizim horozun gözü hep çöplükte idi. Bazı hallerine Hanımefendi kızar, küser, ama onu Asmalımesçit’teki Çardaş Restorana götürür, eski anıları tazeler ve gönlünü almasını bilirdi.

Hele 2’nci Dünya Savaşından evvelki yıllarda, arkadaşları Fikret Adil, Peyami Safa ve Necip Fazıl’la Beyoğlu’nda, tam bir bohem yaşamın içine girmişler. O zamanın Beyoğlu’sundaki fuhuş sektörüne bir göz atarsak, Galatasaray-Tünel arasında, Batıya âşina edip ve sanatçılara hitap eden koketler (şık ve de hafif meşrep hanım, madam ve matmazeller) dolaşır, Galatasaray Lisesi yanında, şimdiki Garanti Bankasının yerinde bulunan Nisuaz Pastanesinde, profesyonel hanım ve madamlar oturur, Taksim Meydanı’na bakan Eftalofos (Rumca Yeditepe) Kahvehanesinde muhabbet tellâlları, taşralı müşterileri alıp yan sokaklara götürürler, gece yarısından sonra da Pigal, Londra, Mulen Ruj gibi barlar icra-i sanat eylerlerdi. Fikret Adil’in ‘Asmalımesçit 74’ isimli anılar kitabında bu ortam ve bohem yaşam anlatılır. Elif Naci ile yıllar sonra başlayan dostluğumuz sırasında, bu kitapta adları geçen, yukarıda saydığım kafadarlarla beraber kendisinin de dahil olduğu olayları hatırlatınca, ‘Aman efendim, o zamanlar hepimiz bir fırtına idik. Kitapta yazılamayanları da ben size anlatayım’ demişti. Çapkınlık hikâyelerini bir kalemde geçelim. Elif, Asmalımesçit, 74’teki evde (ki aslı iki katı ve bir çatı katı olan 47 numaralı evdir; yazar evin kapı numarasını kitabında ters çevirmiş) hastalanır,yatağa düşer. O sırada çatı kata, yattığı odaya gelen bir büyük şairimize para verir, ‘Ne olur, aşağıdan bir yoğurt al da bana bırakıver’ der. Ama şairi ara ki bulasın. Buna içerleyen Naci ve arkadaşları, yine çatı katındaki bir içki aleminde, idrarlarını bir kovada biriktirirler; ve daha sonra sokak kapısı önüne gelen şairin başından aşağı boca ederler. Ama dargınlıklar kısa zamanda geçer, gider. Yine aynı şair, havanın soğuk bir gününde üşümüş; dışarı çıkarken Elif’in yakası kürklü paltosunu istemiş; ve giymiş gitmiş. Bir süre sonra Elif, paltosunu geri isteyince, şairden ‘Çok parasızdım, onu sattım.’ yanıtını almış. Peki, Elif ne demiş? ‘Be birader, bana satsa idin, ben daha çok para verirdim’ demiş. Böylesine dostluk ve hoş görü, acaba kaç kişide var?

Fikret Adil’in oturduğu, ama her gelenin çeşitli şekillerde kullandığı Asmalımesçit’teki çatı katının duvarlarına, eve her gelen ressam birer desen çizmiş, her gelen şair birer dörtlük yazmış. Fikret Adil evi boşalttıktan sonra Elif, anıları yâd etmek için bir ara eve uğramış. Ev sahibi Elif’i çatı katına çıkartmış ve iftiharla göstermiş: ‘Bakın, duvarları ne hale sokmuştunuz. Hepsinin üzerinden badana geçirdim, duvarlar pırıl pırıl oldu’ (!)

2’nci Dünya Savaşı sırasında, yedek subaylar zaman zaman askere çağırılır, bir çok kişi 2’nci, hatta 3’üncü defa askerlik yapardı. Yine böyle bir askerlik döneminde Elif, Balıkesir’deki askerliği sırasında, İzmir’de asker Doğan Nadi, Burhaniye’de asker Cahit Sıtkı Tarancı, İstanbul’dan gelen Ömer Rıza Doğrul (Mehmed Akif’in damadı ve Tanrı Buyruğu tefsiri yazarı) Elif’in Balıkesir’deki evinde buluşuyorlar, beraberce sabaha kadar içiyorlar ve de sızıyorlar. Halbuki Elif’in kıt’ada nöbet görevi var. Tabii, nöbet kaynıyor. Ertesi sabah, Dr. Yzb. Mahmut Bey eve geliyor; bakıyor ki bunlar perîşan. Bir reçete ve rapor yazıyor, birliğe bırakıyor. Aklı başına gelen Elif, süklüm püklüm Albayın karşısına çıkıyor; ama babacan Albay, hoş görüyor, olayı kapatıyor.

Elif, 1955’te Bağdat’ta Fünun-u Nefîse Mekteb-i Âlîsi’nde sergi açıyor. Elif-lâm-mim’ler, stilize karanfiller büyük beğeni topluyor. Bağdat Paktı’nın kültür ilişkileri bâbında yapılan bu seyahatte, Mesut Cemil Tel (Tamburi Cemil Bey’in oğlu) de var. Elif, burada da kaşla göz arasında sırra kadem basıyor. Nereye ve kimin peşinden gittiği bilinmiyor. Arkadaşları, diyar-ı gurbette nereye gidebilir diye merak içinde. Nihayet gece yarısı çıkageliyor. Mesut Cemil’in tamburundan çıkan ‘İncecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye; ak elleri fırça tutar, boyar elif elif diye’ nağmeleri ile karşılanıyor. Tazelenen Zahle rakıları eşliğinde arkadaşlarına hesap veriyor ve de o geceki başarısı alkışlanıyor. (Bağdat’a da kar yağmaz ama neyse…)

1954’te Galatasaray Lisesi’nde bir sergi açmıştı. Ben, o zaman İ.T.Ü. öğrencisi idim. Sergiyi gezdim. Tablo satın alacak halim yok ya, ben de bir kartpostal aldım ve kendisine imzalattım. Dört yıl sonra, 1958’de, ilk tanışıklığımızda hoş beşten sonra, çıkarıp kartpostalı gösterdim. O anda gözlerindeki mutluluğu unutamam. Her halde dostluk böyle başladı. Nezaketi, ince zekâsı, nükteleri ile bambaşka bir insan tanımıştım. Aramızda 35 yaş fark vardı. O, yaş farklarına bakmaksızın dost olur, ama daima saygılı ve mesafeli kalırdı.

Topkapı Sarayı Müzesi’nde Müdür Yardımcısı iken, Rumeli Hisarı restorasyonu komisyon başkanı idi. Hisar’ın çevre düzenleme proje müellifleri adına Mimar Doğan Tekeli, Restorasyon Kontrol Mimarı Muallâ Eyüboğlu (o zaman soyadı daha Anhegger değildi), müteahhit ve taşeronlar, Topkapı Sarayı’nda haftada bir toplanırlar, Elif, araya nükteler sıkıştırır, değerli fikirler ve isabetli önerilerle toplantıyı yönetirdi.

Elif’le ekseriya Topkapı Sarayı Müzesi’nde, bazı akşamlar da Cumhuriyet Gazetesi’nin şimdi harap ahşap konağında (eski İttihat Terakki Cemiyeti) giriş katı sağ salondaki arşivde sohbet ederdik. (Memuriyeti dışında, gazetenin arşiv müdürlüğünü de yapıyordu.) Sonra ver elini bir meyhane…

En sevdiği yemek, Sirkeci’deki İstanbul Lokantası’nda, tavuk budu derisi içine sebze ve tavuk parçaları doldurularak yapılan bir yahni İdi. Tabii ki bu sevgi, sadece öğle vakti için geçerli bir sevgi idi. Akşamki mönü, rakı, beyaz peynir, domates, kavun ve de kurutulmuş çirozun ızgarası idi. (Sirke ve dere otu ile yapılan çiroz salatası değil)

Ben, Topkapı Sarayı’ndaki işimden çıktıktan sonra, mimarlık yarışmalarına katılmak üzere Cağaloğlu, Çatalçeşme Sokağı’na gelirdim. Bu sokakta, saygıdeğer Mimar Perran Doğancı’nın evi ve bürosu vardı. Perran Doğancı, Zafer Koçak ve Kadri İlal rahmetli ile beraber bu büroda gece yarılarına kadar çalışır, yarışma projeleri teslimine yakın günlerde ise sabahlardık. Elif’in evi de bu sokağın devamında idi. Ben bazen kaytarır, bürodan önce Elif’e uğrardım. Elif’in evinde rakı, uzun boyunlu, kristal bir sürahiye konur, sofraya öyle gelirdi. Bu sürahi, yaptığı meşhur natürmort tablosunda görülen sürahidir. Böylece sanata yansımış bir sürahiden rakı içme mutluluğuna ermiş olurdunuz. (Ben, bu natürmortun sadece fotoğrafını gördüm. Orijinali, şimdi kim bilir kimdedir.)

Daha sonraki yıllarda, iş yerlerimizin ayrılması, yeni görevimdeki yoğunluk, sık görüşmemizi engelledi. 1980’de, bana ithaf ettiği ‘’Elif’in 60 Yılı’’ kitabının son yaprağına, emeklilikten sonra alabildiği yeni evinin adresini yazdı ve krokisini çizdi. Göztepe, Ege Sk., Dicle Ap. D.2, 599021 diye. Ne yazık ki gidemedim.

Yine 1982’de ‘Anılardan Damlalar’ kitabını bana ithaf ederken, ‘Nerelerdesiniz Efendim, kendimi takdim edeyim; bendeniz Elif Naci.’ sitemi ile beni mahcup etti. Ama sonra, ‘Biz artık Ahırkapı sahil yolundaki şu balıkçıda içiyoruz ve siz olmadan eksik kalıyoruz’ sözü ile gönlümü aldı. (Hiç kimseye sen dediğini duymadım; hep siz derdi.)

8 Mayıs 1987’deki vefatında yine bulunamadım. O tarihlerde Ankara’da çalışıyordum ve vefat haberi bana geç ulaşmıştı.

89 yıllık güzel, mutlu ve semereli bir ömür. Uzun ömürde, sevdiğin işi yapmanın, dost canlısı olmanın, neşeli sofraların, tevazuun ve hoş görünün de rolü var mıdır dersiniz?

Ruhun şâd olsun, hâzâ Beyefendi Elif Naci.

Yayın Tarihi : 7 Şubat 2006 Salı 14:42:09
Güncelleme :7 Şubat 2006 Salı 22:54:15


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
yıldız çetin IP: 88.226.205.xxx Tarih : 20.12.2006 20:22:31
ben ilk defa böle güzel bi ytazı okudum.vede elif naci kimmiş öğrernmiş oldum.

ilhan buluş IP: 85.96.19.xxx Tarih : 25.01.2008 12:14:00

sayın yılmaz ergüvenç,değerli sanatçımızla ilgili harika yazınızı okudum,açıkçası çok imrenilecek bir berabrlik ve yaşantınız olmuş ne mutlu sizlere.ismim ilhan buluş rahmetli mustafa buluşun oğluyum ,babam beyazıt buluş lokantasının sahibi idi,daha sonra doğu işkembecisini kurmuş ve iç mimarisinide sn.hilmi onat yapmışdı,hilmi bey ve naci bey babamın beyazıt buluş lokantasından müşteri ve arkadaşlarıydı,sayın hilmi onat babamın beyoğlundaki lokantasına yaptığı mimari eseriyle bizlere gurur vermiştir,sayın elif naci ise anne ve babama evlilik hatırası olarak güzel bir boğaz manzara resmi yaparak hediye etmiştir,eğer herhangi bir yerde onun eserleri ile ilgili bir sergi v.b.gösteri düzenlenirse ben bu resmi tüm elif naci ve sanat severlerin görmesinden mutluluk duyarım.ilhan buluş