28
Mayıs
2024
Salı
ANASAYFA

Ege’de Bir Gezi

Evet, nihayet yazın ortasını bulduk. Boş zamanı bol olan emekliler için hava hoş da, bir iş yerinde çalışanlar veya iş yerinden ayrılamayan işverenler, bu güzel günlerin hiç olmazsa 15 gününü, bir geziye ayırabilirlerse, kendileri için her halde yararlı olur. Bu durumda, sınırlı zamanı iyi değerlendirmek, kısa zamanda olabildiğince çok yer görmek gerek. Bu amaçla, iki haftalık bir Ege gezisine çıkabiliriz. Bu gezi, ailemiz veya arkadaşımızla yapacağımız bir oto gezisi olacaktır.Kanımca bir gezi, hem dinlenme, hem eğlenme, hem de kültürümüzü tazeleme işlevini içermeli, insanların görmediği yerleri görmesini, bilmediği şeyleri öğrenmesini veya hatırlamasını sağlamalıdır. Geziden önce programlama yapmalı, ilgili kitap ve gezi ile ilgili broşürleri edinmeliyiz. Şimdi geziye başlayalım:

İstanbul’dan sabah erken yola çıkıyoruz. Ege havasına bir an evvel kavuşmak amacı ile, Edirne yönüne giden TEM otoyolunu yeğliyoruz. Çorlu yönüne saparak otoyoldan ayrılıyor, Tekirdağ’ı buluyoruz. Meşhur Tekirdağ köftesini yemek için vakit erken. Sahilde bir çay içebiliriz. Yola devamla Keşan sapağına kadar gideceğiz. Keşan yolunda Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’nı anımsıyoruz. Hani Keşanlı Ali: ‘Gümüş köstek takardı/ Hafif şehlâ bakardı/ Yaktı mı candan yakardı’. Şimdi Korudağ’dan aşağılara iniyor, Saros Körfezi’ni görüyor, Gelibolu ve Eceabat’ı buluyoruz. Gelibolu yarımadası, 500 bin askerin can vermiş olduğu topraklardır. Ancak bu bölgeyi başka bir gezide ve de başlı başına gezmek gerekir. Onun için biz yolumuza devam edelim. Araba vapuru ile Çanakkale’ye ulaşırken: ‘Çanakkale içinde aynalı çarşı/ Ana ben gidiyom düşmana karşı’ türküsünü mırıldanıyor, vapurdan inerek Troya yoluna sapıyoruz. Troya, antik dönemde bir çok savaşlar görmüş, katmanlı bir yerleşimdir. Homeros’un İliada’sını okumadıysak bile her halde filmini görmüşüzdür. Onun için de ‘aman, bir takım duvarlardan ibaret’ deyip tahta atı görüp çıkanlardan değiliz. Ama, Schlieman’ın kazılardan bulup çıkardığı altın zînet eşyalarını da anmadan edemiyoruz. Buradan sonra, Ayvacık sapağından girilen Behramkale (Assos)’yi görmeyi de bir başka hafta sonuna bırakıp Kaz (İda) Dağından kıvrımlarla, çam ve zeytinliklerin arasından deniz düzeyine, Küçükkuyu’ya iniyoruz. Artık güzelim Ege iklimine kavuştuk. Altınoluk, Akçay, Edremit, Gömeç’i bir çırpıda geçtikten sonra Ayvalık’a giriyoruz. Burada bir otel bulalım ve dinlenelim. Akşam yemeğini Alibey (Cunda) Adası’nda yiyeceğiz. Cunda sokaklarında dolaştıktan ve harap Aya Nikola kilisesini gezdikten sonra, deniz kıyısındaki lokantalarda Ege yemeklerine kavuşacak, ama kesinkes papalina balığı ile kafayı çekeceğiz.

Sabah, kahvaltıdan sonra çıkacağımız yer, Şeytan Sofrası’dır. Gazetelerden okuduğumuza göre, hain eller buradaki güzel ormana da kıymış ve yakmış. Yine de, Çetin Altan’ın yazı başlığı gibi ‘Şeytanın gör dediği’ nefis manzaradan etkilenip ve de ‘şeytana uyup’ bir bira içebiliriz. Güneye devam edelim ve Dikili kavşağından Doğuya dönerek Bergama’ya girelim. Meşhur Bergama tulum peynirini almaya gerek yok, nasıl olsa Ege’nin her yöresinde bu nefis peynirden tadabileceğiz. Esas amacımız, kentten 800 metre yukarıdaki ‘Pergamon Akropolü’nü görmek. Terasmanlar üzerine kurulu antik kentte, tiyatro, odeon, stadium, Traian tapınağı kalıntılarını görecek, ancak dünyaca meşhur ‘Bergama Altarı’nın temelleri ile yetineceğiz. Çünkü muhteşem altar, ‘Padişah Efendimiz’in yüksek müsaadeleri ile Alman arkeologlarca taşları tek tek sökülerek ve numaralanarak Berlin’e ‘hicret etmiş’ ve orada yeniden kurulmuş bulunmaktadır. İnişte Asklepion’a uğrayacağız. Burası, tanrıça Asklepios adına yapılan bir sağlık sitesidir. Küçük amfi ve yukarıda çalınan müziği dinleyerek şifa bulmaya çalışan aklı evvellerin bulunduğu söylenen tonozlar dikkatimizi çekecek, yine sağlıklı olduğuna inanılan sudan içeceğiz. Buradan tekrar deniz yönüne dönelim ve Foça’ya sapalım. Foça (Phokaia), arkeolojik değerleri ve eski Rum evleri ile SİT alanı kapsamına alınmış bir balıkçı limanıdır. Sahilde balığımızı yiyip yola revan olalım. İzmir’e girersek kent bizi büyüler ve kolay ayrılamayız. En iyisi biz ‘Güzel İzmir’imize ‘Gâvur İzmir’ diyenleri şükranla (!) anarak İzmir – Aydın otoyolundan Selçuk sapağına kadar gidelim ve Selçuk yoluna sapalım. Selçuk (Ayasuluk), arkeolojik açıdan çok zengin bir bölgedir. Burada bir gece kalmak gerek. Güzel otellerde veya güzel pansiyonlarda kalabiliriz. Merhum mimar Alpaslan Koyunlu sağ olsa idi Amazon Pansiyon’a gidecek, sohbetinden ve derin bilgisinden yararlanacaktık. Akşam yemeğimizi, sokak aralarındaki çöp şişçilerde yiyelim ve erken yatalım.

Sabah, güzel bir güne uyanıyor ve Efes Müzesi’ni geziyoruz. Müzede, Efes Artemisi’nin, tanrıça Artemis’in kült heykeli önünde büyüleniyor, önünden zor ayrılıyoruz. Diğer Grek ve Roma heykellerini görüyor, bir çok heykel ve frizlerin de yine Padişah Efendimizin izni ile Avusturya’ya götürüldüğünü ilgililerden öğreniyoruz. Kimseye söylemeden, içimizden itiraf ediyoruz ki bütün bu güzellikleri gün yüzüne çıkaranlar, bizler değil, onlar. (Çünkü o zamanlar antik yapıtların bizim için hiç bir değeri yok, zaten Türk arkeolog da yok. Bu yokluğu hisseden Atatürk, Avrupa’ya öğrenci göndertiyor, arkeolog olarak dönenlerin hocalığı ile ve de yabancı hocalarla arkeologlarımız yetişiyor.) Daha sonra İsa Bey Camisi’ni, St. Jean Kilisesi’ni ve mezarını, kale kapısını, Yedi Uyurlar Mağarası’nı (bu mübarek de her ne hikmetse, bir çok yerde var) görüyor ve antik kente gidiyoruz. Efes’te şimdi denizden çok gerilerde kalmış Liman Caddesi’nden, çok uygun perspektif verecek şekilde, dâhiyane yerleştirilmiş tiyatroyu uzun uzun seyrediyor, tiyatronun içini, Agora çevresindeki Mitridat Kapısı ve Celsus Kitaplığı’nı gezdikten sonra Kuretler (yönetimde etkili rahipler) Caddesi üzerindeki Hadrianus Tapınağı, Traian Çeşmesi, aşk evi olduğu sanılan yapı ve sonunda Belediye ve Odeon’u dolaşıyor, ve de ‘Yamaçevler’e tırmanıyoruz. Evlerdeki atriumlara, duvar fresklerine, yer mozaiklerine hayran oluyor, evlere kadar giren su dağıtım ve kanalizasyon sistemine hayret ediyoruz. Bir çok kent ve tatil yörelerimizde, hâlâ daha kanalizasyon sisteminin bulunmayışını, pisliklerin fosseptik adı altında çukurlarda biriktiğini düşününce, 2000 yıl evvelki uygarlığa bile erişemediğimizi utanarak itiraf ediyoruz. Antik kentten çıkışta çam ormanı içinden araba ile Bülbül Dağı’na çıkıyor, Meryemana mevkiine ulaşıyoruz. Kutsal şapeli gezdikten sonra, tankerlerle taşındığını öğrendiğimiz, ama turistik amaçlarla kutsal olduğu söylenen su ile yüzümüzü yıkıyor ve bâtıl inançlarla ağaçlara bağlanan adak bezlerini hayretle seyrediyoruz.

Biz, yine yolumuza devam edelim. Önümüzde Kuşadası var. Ama Kuşadası, artık eski Kuşadası değil, betonlaştı. Ama mimarîye olan merakımızla 5 yıldızlı otelleri dışarıdan görüp çıkalım. Osmanlı hanedan mensuplarından bir aileye ait Kısmet Oteli’ne bizim gibi tişortlu ve de blucinli adamları kabul etmezler; onun için biz Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı’nda yiyeceğimiz dondurma ile yetinelim. Artık Magnesia öreni yanından Güneye inip dümdüz ve de sıkıcı Söke Ovası’nı kat ederek Bafa Gölü’ne ulaşalım. Ama gölü görmeden evvel, mutlaka Didim’e sapmalıyız. Didim’in içine girmeye gerek yok. Orası da betonlaşmış ve de İngilizlerin çok rağbet ettiği bir yer olmuş. Güle güle otursunlar. Bizim ,için önemli olan yapıt Didyma Apollon Tapınağı’dır. Genelde iyi durumda sayılabilecek, sütunları ayağa kaldırılmış tapınağı ve de ekseri sanat tarihi kitaplarında çok rastlanan medüz başını görelim ve Bafa yoluna girelim. Bafa Gölü kenarındaki Kapıkırı (Heraklia), antik çağda Ege Denizi’ne açılan bir limanmış. Ama zaman içinde, Büyük Menderes (Meandros) Nehri’nin getirdiği alüvyonlarla büyük ve verimli Söke Ovası oluşmuş, Bafa da böylece denize veda etmiş. Ama güzel peyzajı ile halinden hiç şikâyetçi olmasa gerek. Artık göl kenarındaki kampingde bir kahve içebiliriz. Eğer acıktı isek, gölden çıkan nefis kefal balığından da yiyebiliriz. Göle kanalizasyon akıntısı söz konusu olmadığı için, kentlerde yiyemediğimiz kefalı burada rahatlıkla yiyebiliyoruz. Yolumuz üzerindeki Euromos örenini de gördükten sonra Milâs’a ulaşıyoruz. Milâs (Mylasa), ilginç ev mimarisi ile başlı başına ve uzun uzun gezilecek bir kent. Keşke vaktimiz olsa idi, ama geç olmadan Bodrum’u bulalım. Daha sonra, bir vakit bulup gezersek hiç de fena olmaz. Bir de pazarına rastlarsak daha ilginç olur.

Birer günlük ve birer ikişer saatlik geziler bizi epeyce yordu. Kalan günlerimizi Bodrum’da geçirelim ve dillere destan, magazin gazetelerine manşet bu diyardan biz de kâm almaya bakalım. Bodrum’da konaklama seçenekleri çok fazla. Lüks otellerden tatil köylerine, veya kesemize göre mütevazi pansiyonlara kadar yüzlerce tesis var. Yine yüzlerce restoran ve de mönülerinde onlarca Ege yemek ve mezeleri. Örneğin yaprak ve kabak çiçeği dolmaları, kalamar tava ve ızgaraları, otlu börekler, köpoğlu, fava, deniz börülcesi, turp otu, radika, patlıcan ve de ahtapot salataları ile tekir, barbun (barbunya), çipura, levrek, mercan, karagöz, fangri, sinarit balıkları ve üzerine ev baklavaları emrimizde. İstersek Çin, İtalyan, Meksika lokantalarına, veya kebapçılara da gidebiliriz. Geceleri sayısız bar, disko, gece kulüpleri de bizi bekliyor. Kesemiz el veriyorsa Türkbükü’nde deniz üzerine inşa edilmiş iskelelerde, ‘beach clup’ larda gündüz deniz ve güneşin tadını çıkarıp, ayni mekânda akşamüstü oluşuveren ‘happy hour’ partilerine de katılabilir, burada magazin basınına konu olan bir avuç manken ve yıldızları da ‘temaşa’ edebiliriz. Sakın kimse ile dostluk kurmaya kalkmayalım. Çünkü biz, ayrı dünya insanıyız. Yatlarımız, botlarımız yok. Buralara uçakla da gelmedik.

En iyisi biz yine eski yapıtları gezmeye devam edelim. XV’inci yüzyılda St. Jean şövalyelerinin inşa ettiği Bodrum (Halikarnassos) Kalesi ve Su Altı Arkeoloji Müzesi’ni gezmemiz gerek. Bir de mutlaka Mozole (Mausollos)’yi göreceğiz. Antik çağın yedi harikasından biri olan Mozole’nin temellerini ve frizlerin kopyalarını görecek, esas yapının maket ve fotoğrafları ile yetineceğiz. Orijinal frizleri görmek için Londra’ya, British Museum’a gitmemiz gerekecek.

Merhum hocam Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat’ın Türk turizmine armağanı ‘mavi yolculuk’u yapmasak dahi, yarımadada teknelerle ve arabamızla gezilecek ve denize girilebilecek çok yer var. Bodrum içindeki Paşatarlası, Kumbahçe, Bardakçı, Gümbet plajlarından başka Aktur, Adaboğazı, Akvaryum, Bitez, Ortakent, Yahşi, Kargı, Bağla, Aspat, Karaincir, Kadıkalesi, Gümüşlük, Yalıkavak, Gündoğan, biraz daha uzakta Mazı, Çökertme, Selimiye,… ve daha onlarca koy.

Başka bir gün de şair Can Yücel’i anarak Datça’ya ve de Knidos ören yerine gidebiliriz. Günübirlik çalışan feribotlarla sabah gidip akşam dönmek, olanaklı.

Dönüş için, İzmir – Manisa – Bandırma yolunu kullanıyoruz. Türkiye’nin yüz karası berbat karayolundan sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin rahat feribotu ile iki saat sonra İstanbul, Yenikapı’dayız.

Çok hızlı bir gezi oldu. Epeyce yorulduk, ama değdi.

yerguvenc@superonline.com

Yayın Tarihi : 24 Temmuz 2006 Pazartesi 15:54:53


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?