İstanbul, Taksim, Taşkışla’nın yanında ve 2 numaralı park alanı içinde, çeşitli imar oyunları sonucu gerçekleşen ‘Gökkafes’ inşaatının ardından, Haydarpaşa’ya yapılmak istenen ‘yedi adet ve de lâle motifi tepelikli’ (!) gökdelen projesi, son günlerde basının ve mimarlık toplumunun ilgi odağı ve eleştiri konusu oldu. Ben de bu konuda bir yazı yazmıştım.
Acaba, bu gökdelen yapıları neden bu kadar ilgimizi çekti dersiniz? Aslında ilgimizi çeken ve eleştiri konusu olan, gökdelenin kendisi değil, İstanbul’umuzun tarihsel geçmişini, kendine özgü özelliklerini, güzelliklerini ve değerlerini dikkate almadan, yapılmaması gereken alanlara, gökdelen kondurma çabaları… Yoksa şehircilik açısından uygun yerlere yapılan gökdelenlere bir itirazımız yok. Ekonomimiz geliştikçe, gökdelenler elbette ki yapılacaktır.
İsterseniz, konu açılmışken, meraklısı için, gökdelen mimarisine genel bir bakışla Dünyada nerelerde neler yapıldığına bir göz atalım. Göz atalım ama, bu yazının çok az kişinin ilgisini çekeceğinin de bilincindeyim. Mimarlık ve arkeoloji konularına Batının gösterdiği büyük ilgiye karşın, yurdum insanının bu gibi konulara ilgisi o kadar fazla değil. Acaba genlerimizde hâlâ göçebeliğimizin izleri mi var dersiniz? Her neyse, biz konumuza dönelim.
Yüksek yapı özlemi, insanoğlunun hayalinde hep var olagelmiştir. Babil Kulesi’nin sarmal merdivenli silindirik gövdesi içine çeşitli ırkları doldurma hayali, millerce uzaklardan ışığı seçilebilecek İskenderiye Feneri, insan şeklinde tanrının iki bacağı arasından, gemilerin geçerek limana girecekleri Rodos Heykeli, koskoca taşların nasıl üst üste konduğu hâlâ tartışılan Mısır Piramitleri, Karia prensesinin çok sevdiği hem eşi hem de kardeşi Satrap Maussollos anısına yaptırdığı Bodrum’daki Mausoleum,… hep bu hayalin eski çağlardaki maddeleşmiş şekilleri olmuştur.
Yakın çağda, sanayi devriminden sonra gelişen çelik ve betonarme inşaat teknolojisi, elektrik üretimi sonucu gelişen asansör ve diğer tesisat teknolojilerinin verdiği olanaklarla üst üste istiflenmiş katların gökyüzüne doğru yüzlerce metre yükseldiğine tanık olduk. Bu yapılara, İngilizce ‘sky scrapers’ (gök tırmalayan) denmiş, Türkçemiz ise ‘gökdelen’ terimini benimsemiş.
Büyük mimar Le Corbusier’nin: ‘Bina, ilkel çağda olduğu gibi insanların barındığı bir mağara değil, manzarası olan geniş bir mekândır’ mealindeki bir sözünü okumuştum. Mimarın daha 1922 yılında düşündüğü ‘3 milyonluk kent’ projesinde, manzaraya, temiz havaya, geniş yeşil alanlara olanak veren gökdelen kitleleri yer alıyordu.
Kızılderilinin elinden yok pahasına alınan New York, Manhatten Adası üzerinde yaratılan ‘down town’ iş merkezi, bir gökdelenler meşheri oldu. Adada arazinin kısıtlı oluşu ve oluşan büyük talep sonucunda arsa fiyatlarının astronomik bedellere ulaşması, sahip olunan alandan en yüksek rantın elde edilebilmesi amacını, dolayısıyla da gökdelenleri yarattı. Buradaki zeminin çok sağlam granit kaya özelliği, düşey yükler ve yatay titreşimler açısından da avantaj oluşturmuştu. Gökdelenler, elde edilecek rantı katlaması yanında, sahip olan şirkete prestij sağlayan bir simge oluyordu. Empire State Building, ilk gökdelenlerin en meşhuru idi. Hâlâ da herkesin tanıdığı ve sevdiği bir gökdelendir. Bunu, Chrysler, Seagram, AT&T ve World Trade Center (Twin Towers) ve yüzlercesi izledi. Bilindiği gibi World Trade Center, 11 Eylûl 2001 ‘de saldırıya uğrayan ikiz kulelerdir. Kulelerin yüksekliği 417 metre idi. Saldırganlar, bu kuleleri, ABD’nin ve küresel ekonominin simgesi olarak gördükleri için hedef olarak seçmişlerdi. Bizler, uçak darbesi ile sadece çarptığı bölgedeki 5-6 katın tahrip olacağını düşünürken, statik sistemin iflâs ederek iki kulenin de bodrum katlarına kadar tamamen çöküşünü televizyondan hayret ve dehşetle izlemiştik. Enkazın yerine yeni bir gökdelenin yapılması gündeme geldiğinde, teklif edilen yüzlerce projeden, ilgiye dikkatinizi çekerim, 60 milyon kişinin internetteki oyu ile mimar Libeskind’in projesi seçildi. Bu proje, çöken iki gökdelenin yerini bir anı olarak muhafaza edecek ve kitlesi sarmal kare prizma olan, 541 metre yüksekliğindeki tek kuleden oluşacak. ABD’nin güçlü ekonomisi olan diğer ticaret ve sanayi kentlerinde de yüzlerce gökdelen yükseldi. Örneğin, Chicago’daki Sears Tower, 110 katı ve 443 metre yüksekliği ile bu gün için ABD’nin en yükseği… Ancak, yeni yapımına başlanan, mimar Calatra’nın projesi olan Fordham Spire binası, 115 katı ve 615 metre yüksekliği ile bu rekoru egale edecek.
Uzakdoğu’da elektronik sanayiinin beslediği ‘Asya Kaplanları’ da ülkelerinde gökdelenler yükselttiler. Zaten Hong Kong, politik statüsü ve gelişmiş ekonomisi ile bu konuda başı çekiyordu. Kuala Lumpur’daki Petronas Towers, bölgesel mimari öğeleri içeren bir plastikle dikkatleri üzerine toplayan ve ülkenin simgesi haline gelen bir gökdelen oldu. Çin’deki sol rejim, kendisini kapitalist dünyadan izole etmeksizin ekonomik başarılar elde ediyor. Son zamanlarda Çin’in önemli kentlerinde, ekonomik gelişmeler paralelinde inşa edilen yeni gökdelenler, kentlerin silüetini değiştiriyor. Shanghai’da inşa edilen World Finans Center en büyükleri… Çin’deki gelişmelere bakılırsa, torunlarımız İngilizcenin yanında Çince de öğrenmek zorunluluğunda kalacaklar.
Rahatça kazandıkları ‘Petro-Dolar’ larla Arap ülkeleri de bu prestij yapıları hevesine kapıldılar. Ortadoğu’nun önemli bir transit merkezi ve de uluslar arası sermayenin pazar yeri durumuna gelen Dubai’de de büyük yatırımlarla gökdelenler yükseliyor. Cidde, Riyad, Kuveyt de gökdelen sayısında iddialı kentler.
Demek ki içimizdeki yükseklik hayali, bu günün koşullarında, kapitalist ekonominin güç gösterisi olması yanında, teknolojik olanakları sonuna kadar kullanarak maksimum rantı elde etme gayreti içine girmiş oluyor. Çağımızda, sanayi devrimi ürünlerinin üretimi, yavaş yavaş geri kalmış ülkelere bırakılıyor. İleri ülkeler ise bilgi çağını açıyor. Yeni iletişim teknolojisi, yeni evren bilim, genetikteki yeni buluşlar, insanlığın ufkunu alabildiğine genişletiyor. Ancak, çağdaş bilimin karşısında organize olan doğmaların, uluslar arası terörle insanlığın başına belâ olacağı anlaşılıyor. Batı ülkelerinde, çağdaş müziği MP3’lerde dinleyen, film ve olayları TV’de izleyen, bilgiyi internetten alan, bilgisayarda ‘chat’ le dünya dostlukları kuran, yemeği ayaküstü ‘fast food’larda yiyen, rahat ve serbest giysiler giyen, serbest seks anlayışlı bir gençlik yetişiyor. Geri kalmış ülkelerin bir kısım gençliği de, iletişim araçları ile günü gününe haberdar oldukları bu yaşam biçimini taklit etmeye çalışırken, diğer bir kısmında da Batı karşıtı fikirler gelişiyor.
Bunları niçin yazıyorum ? Çünkü, mimarlık toplumun aynasıdır. Mimarlığın tasarım amaçlarından belki de en önemlisi, insanların yaşam biçimini kolaylaştırmak ve onları mutlu kılacak binalar yapmaktır. Onun içindir ki, insanların, rahat ve verimli çalışacakları iş merkezlerini, hiç kimseye hesap vermeden, diledikleri gibi yaşayacakları ve bütün aradıklarını içinde bulacakları konutları içeren ‘akıllı gökdelenler’ projelendi.
Kentlerde problem haline gelen güvenlik sorunları, konut mimarisinde yeni çözümler yarattı. Ekonomik durumları elverişli çekirdek aileler, bekâr yaşayanlar, yabancıya kapalı, bünyesinde her türlü gereksinimi karşılayacak tesisler bulunan gökdelenlerdeki daire ve stüdyolarda oturmayı tercih ediyor. ‘Recidance’ olarak reklamı yapılan bu binalarda her türlü teknolojik konfor ve lüks otellerdeki gibi hizmet olanakları müşteriye sunuluyor. Yine ekonomik durumları elverişli daha geniş aileler için de, banliyölerde, dışa kapalı sitelerde aynı konfor olanaklarını sunan villâlarda oturmak önem kazanıyor.
Gökdelen mimarisinde, havanın üst katmanlarında şiddetini arttıran rüzgâr ve fırtınalara, diğer hava olaylarına ve kirliliğe karşı binayı koruyan, içeriden ve dışarıdan hava sızdırmayan giydirme cephe kaplamaları yapıldı. Bina içinde gölgeleme, ısıtma, soğutma, havalandırma ve aydınlanma yüzeyini, düşey sirkülasyonu bilgisayar ortamında, tek merkezden otomatik olarak ayarlayan sistemlerle çalışan ‘akıllı gökdelenler’ inşa edildi. Ancak bu sistemler, insanları adeta bir akvaryum içine hapsetti. Sonuçta ‘hasta bina sendromu’ oluştu. Otomasyonun yarattığı psikolojik sorunlar yanında, klimatizasyonun ekonomik ve de zorunlu kullanım gereği olarak, içeride mevcut olan havanın (dışarıdan belli oranda taze hava karıştırmak suretiyle) sistem içinde ısıtılarak veya soğutularak, bina içinde defalarca devretmesi sonucunda oluşan bazı bakteriler, çalışan insanlarda kronik baş ağrıları, gözlerde kızarıklık, çeşitli allerjiler, burun akması ve konsantrasyon eksiklikleri yarattı. Onun içindir ki bu gibi Amerikan tipi, geçirimsiz kabuklu gökdelenlerin modası yavaş yavaş geçiyor. Son zamanlarda, yapıyı bir fanus gibi saran giydirme cepheler yerine dış hava ile ilişkiyi akıllı kullanan, doğal havalandırmalı, ısıtmanın, soğutmanın, güneş kontrolunun aynı mekânda kişisel ayarlarla yapılabildiği çözümlere gidiliyor. Yükseklikten dolayı oluşan rüzgâr basınçlarını ve baca etkili hava akımlarını tek satıhlı cephelerde önlemek olanaksız olduğundan, aralarında bir metre kadar açıklık bulunan iki ayrı satıhlı cam cepheler oluşturuluyor. İç satıhtaki cephe üzerinde doğal havalandırma yapabilen özel detaylı pencereler bulunuyor. Böylece doğal havalandırma ve doğal aydınlanma, alçak yapılarda uygulananlar gibi rahatlıkla sağlanmış oluyor.
Bize gelince:
İmar planında merkezi iş alanı (MİA) seçilen İstanbul, Maslak’ta ve Şişli-Zincirlikuyu-Levent üçgeninde kısa zamanda gökdelenler yükseldi. Tabii, bizimkiler ‘ne ka köfte, o ka ekmek’ misali, Amerika ve Uzakdoğu’dakilere oranla çok cüce kalıyor. Avrupa da bu konuda bizden çok farklı değil. Maslak’ta inşasına yeni başlanan bir alış-veriş ve turizm merkezi, bodrum hariç 200 metre yüksekliği ve zeminden itibaren 50 katı ile Türkiye’nin, hatta galiba Avrupa’nın en yüksek gökdeleni olacak. Bu güne kadar Türkiye’de yapılan gökdelenlerde henüz çift satıhlı cephe uygulamasına tanık olmadık. Şu da var ki, inşa edilen gökdelenlerimizin yükseklikleri, değil başa güreşenler, sıradan gökdelenlerin dahi üçte biri kadar yükseklikte olduğuna göre üst irtifalarda önemli hava olayları ile karşılaşmıyoruz; giydirme cephelerde birkaç pencereyi açılabilir yaparak durumu idare ediyoruz. Yeni yapımına başlanan gökdelende ise, yüksekliği dikkate alınarak çift cephe sistemi uygulanacak.
Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Son zamanlarda, büyük şirket ve kuruluşlarımız, gökdelen projelerini yabancı mimarlara yaptırma yarışı içine girdiler. Ancak seçtikleri yabancı mimarlar, önemli yapıtları olan büyük mimarlar değil. Projelerini, Amerika’nın çoğulcu stilini ve pop mimarlık kültürünü bize sunan sıradan piyasa mimarlarına yaptırıyorlar. Zincirlikuyu, Levent ve Maslak’ta yapılan bu gibi binaları, Türk mimarının yapıtı Metro City, hayretle seyrediyor. Halbuki, Türk mimarları onlardan aşağı değil; hatta bir çok mimarımızın artı değerleri var.
Şöyle veya böyle; gökdelenler, elbette ki bizde de yapılacaktır. Sadece, burada önemli olan husus, gökdelenlerin gelişigüzel yerlere değil, nazım planın ön gördüğü bölgelere yapılmasını sağlamak olmalıdır. Çünkü, yazımızın başında da söylediğimiz gibi, İstanbul’un tarihsel geçmişini, kendine özgü özelliklerini, güzelliklerini ve değerlerini önemsemeyenler, büyük bir hevesle, ama bilinçsizce, güzel kentimizi Dubai’ye benzetme gayreti içine girdiler.
Bir de gökdelen fıkrası anlatalım:
Temel, Amerika’da gökdelen inşaatında çalışıyor. Fakat 100’ üncü katta çalışırken dengesini kaybediyor ve aşağı düşmeye başlıyor. 60’ ıncı katta çalışan hemşerisi Dursun, önünden geçen Temele sesleniyor:
-Uyy Temel, keyfin nasildur? Temelin yanıtı:
-Şimdilik eyidur.
İyimserliğin bu kadarına da pes doğrusu.