3
Haziran
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Halûk Yusuf Şehsuvaroğlu

Son günlerde gündeme gelen ‘vicdani red’ konusu bende bir çağrışım yaptı. Çocukluk çağlarında askeri okullara verilen, ama yaradılışları itibariyle askerliği benimseyemeyen, ilk fırsatta meslekten ayrılıp kendisini bilimsel araştırma veya sanata veren pek çok isim vardır. Şeker Ahmet Paşa’dan başlayıp günümüze kadar resim sanatına gönül verenler, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairler, A. Kadir, Aziz Nesin gibi değerler, ilk akla gelenler oluyor. Bu yazıda, saydığım isimler kadar popüler olmasa da tanımakla gönendiğim, yine askerlik mesleğinin muharip sınıfı ile bağdaşamamış bir müzeci ve tarih araştırmacısından söz edeceğim. Halûk Yusuf Şehsuvaroğlu’ndan.

Halûk Yusuf Şehsuvaroğlu, 1912 yılında İstanbul, Çamlıca, Altunizade’de, Yusuf Paşa köşkünde doğdu. Aile, III’üncü Selim dönemi sadrazamlarından Koca Yusuf Paşa ahfadından geliyor. Ne var ki paşa ahfadı ailede, manevi zenginlik var ama maddi zenginlik kalmamış. Halûk Yusuf’un babası az maaşlı bir memurken erkenden terk-i dünya etmiş. Dönemin görgülü aileleri, yetim kalan çocuklarını ne yapıp edip okutmak için didinir, çalmadık kapı bırakmazlardı. O zaman parasız yatılı belli başlı iki okul var. Biri sivil lise, Darüşşafaka, diğeri askeri lise, Kuleli. Halûk Yusuf, Altunizade İlkokulundan sonra kapağı Kuleli’ye atabilen talihlilerden. Daha sonra Deniz Harp Okulundan mezun oluyor. Sağlık nedeniyle muharip sınıftan ayrılıyor, İstanbul Hukuk Fakültesini bitiriyor. 1937’de Hâkim Deniz Teğmen oluyor. Okul sıralarında şiirlerini gizli gizli okuduğu ve hayran olduğu Nazım Hikmet, bu kere karşısına sanık olarak çıkıyor. Devlet, büyük şairin başını ezmeye kararlı. Yargılanacağı kruvazörün alaturka abdesthanesine kapatılmış bir Nazım. Kendisi kamarada yatağında; ama bir türlü uyku tutmuyor. Her türlü riski göze alıyor ve Nazım’ı helâdan kurtarıyor. Nazım’a hayranlığını belirterek onunla konuşmaya teşebbüs ediyor; ama şüpheci şairle diyalog kuramıyor. Bu ve bunun gibi olaylar sonucunda anlıyor ki adaletin ön planda olmadığı askeri hâkimlik, ona göre bir meslek değil. Askeri hâkimlikten askeri öğretmenliğe geçiyor. Bu arada tarihe ve müzeciliğe merak sarıyor. Deniz Harp Okulunda ‘Hukuk Bilgisi’ öğretmeni iken 1947’de Deniz Müzesi’ni açmakla görevlendiriliyor ve 1948’de müzeyi açıyor. Oh! Nihayet idealine kavuşabildi. 1950’de İngiltere’de müzecilik ihtisası yapıyor. 1952’de Topkapı Sarayı Müzesi’ne müdür oluyor.

Deniz Müzesinin bu günkü mükemmel hâle gelmesinde Halûk Bey’in büyük dahli ve büyük emeği olduğu söylenir. İnternet sayfalarında bu konuda epey makale bulabilirsiniz. Yalnız, internet sayfalarında Topkapı Sarayı Müdürlüğü dönemine ait belli başlı bir yazıya rastlayamadım. Bu boşluğu, gözlemlerim doğrultusunda, karınca kararınca burada doldurmaya çalışacağım. Ben, 1957 yılında Topkapı Sarayı restorasyonlarında ‘müteahhit firma’ adına şantiye şefi olarak iki yıl süre ile çalıştım. Halûk Bey, çalışmalarımı beğenmiş olmalı ki, allem etti kallem etti, beni Topkapı Sarayı Müzesi kadrosuna aldı. Ne var ki şantiye şefliğinden aldığım yüksek ücreti Devletten alamayacaktım. Bu nedenle Halûk Bey, normal görevim dışında yaptığım Topkapı Sarayı’na ait rölöveleri, Müze adına satın alarak maaşımı eski ücretimle eşitlemiş oldu. Demek istediğim şu ki, Devlet katında sözü çok geçen, dediği dedik bir müdürdü. Ne kadar olsa asker kökenli olduğundan olsa gerek, müthiş otoriterdi; maiyeti ondan Allahtan korkar gibi korkar, çekinir, yine de çok severlerdi. Topkapı Sarayındaki lojmanında, İstanbul terbiyesi almış, kibar ve görgülü bir hanımefendi olan annesiyle beraber yaşardı. Kendisi de vakur görünümü yanında mütevazı ve iltifatkâr bir insandı. Hayatımda ilk viskiyi onun evinde içtiğimi de itiraf etmeliyim. Üç mimar, Macit Rüştü Kural, Muallâ Eyüboğlu ve ben, maiyetindeki seksiyon şefleri, asistanlar ve diğer memurlara nazaran ayrıcalıklı durumda ve de çalışmalarımızda inisiyatif sahibi idik. Anıtlar Kurulunu falan takmaz, kimseyi bizim işlerimize karıştırtmazdı. Bu çalışmalarımızla, Sarayın Kiler Koğuşu, İdare (müdürlük) binası olarak restore edildi. Mimar Sinan eseri Mutfaklar onarıldı ve ‘Çini Seksiyonu’ oldu. İkinci Avlu revakları arkasındaki harap yapılar onarılarak ‘Kütüphane’ olarak değerlendirildi. Harap durumdaki ‘Meşkhane’ restore edildi. Babüsselâm’ın çatısı ve tavan kaplamaları yenilendi. Mecidiye Köşkü terası ve alt kattaki hacimler restore edildi; ‘Konyalı’ restorana kiralandı. Harem Dairesinde büyük çapta onarım ve restorasyon başlatıldı. Sultan III’üncü Osman Köşkü ve taşlığı, Hünkâr Sofası ve Hünkâr Hamamı restore edildi. Bütün bu onarım ve restorasyonlarda hatalı işlerimiz yok mu idi? Elbette ki bazı hatalarımız vardı; bunları ‘Topkapı Sarayı ve Bir Öneri’ yazımda (kenthaber.com, 12 Nisan 2008) belirtmiştim.

Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Rumelihisarı restorasyon işini de Halûk Beye verdi. Albert Gabriel, evvelce yaptığı Rumelihisarı çalışmalarında kale burçları üzerine orijinalindeki gibi konik ve kurşun kaplamalı çatıların yapılmasını ön görmüştü. O zamanlar Hisarın içinde ahşap evlerden oluşan bir mahalle ve de 1917’de yandığı söylenen bir cami ve minare kalıntısı bulunuyordu. Bu mahalle ve cami kalıntısının aynen kalması veya tamamen yıkılması konusunda eski eser uzmanları arasında ihtilâf vardı. Celal Bayar, mahallenin ve bakiye kâgir duvarların kaldırılması emrini vererek tartışmalara son vermiş oldu. Daha sonra mimari proje yarışması açıldı. Yarışmayı Doğan Tekeli, Sami Sisa, Metin Hepgüler grubu kazandı. İnşaat, Topkapı Sarayı Müzesi Müdür Yardımcısı Elif Naci başkanlığında kurulan Emanet Komisyonu tarafından yürütüldü. Çevre düzeni mimari projeye göre, Hisar onarım ve restorasyonu Mimar Mualla Eyüboğlu denetiminde gerçekleştirildi. Fatih Sultan Mehmed ve maiyetinin yeniçerilerle birlikte namaz kıldığı rivayet edilen caminin orijinaline ait bir vesika bulunamadığından, sahte bir cami yapmaktansa hiç yapılmaması tercih edildi. Temelleri örtüldü. Bizans döneminden kaldığı rivayet edilen büyük su sarnıcının üzeri, sarnıcın ortasına konan betonarme kolonun taşıdığı beton plakla örtüldü; gösteri alanı haline geldi. Kale burçlarının üzerinin konik çatı ile kaplanması ise hiç gündeme gelmedi. Cumhurbaşkanı Bayar’ın Hisarı devamlı olarak ziyaretinde Halûk Şehsuvaroğlu Cumhurbaşkanına refakat eder, bilgi verir, Bayar’ın verdiği emirleri not ederdi. Restorasyonun bitiminde Devlet ricalinin iştirakiyle muhteşem bir açılış töreni yapıldı.

Halûk Bey, bütün onarım ve restorasyon işlerini yakından takip eder, bu arada tarih araştırmaları yapar, bilimsel makaleler yayınlardı. Sultan Aziz (1949), Tarihi Odalar (1954), İstanbul Sarayları (1954), Asırlar Boyunca İstanbul (1957), Tarihçi Gözüyle Atatürk (1959), Eski Türk Sanatları (1960) yayınlanmış eserleri olup bunların dışında birçok makale ve yazıları gazete ve dergilerde yer almıştır.

Şimdi size hiçbir yerde rastlayamayacağınız komik bir anekdot sunmak istiyorum: O tarihlerde şimdi en basit müdürlüklerin bile kapısında oturan sekreterler yoktu. Halûk Beyin makam odasının dışında bir odacı bulunurdu. Arnavut asıllı bu odacı, çay ocağını işletir, gelene gidene göz kulak olurdu. Bir gün üdebadan, tarihçi İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Halûk Beyi ziyaret gelmiş. Odacıya ‘’İbnülemin geldi dersin’’ demiş. Odacı adamı içeriye sokmuyor. Israr karşısında odacı kapıdan içeriye kafasını sokup ‘’Müdürüm, ‘İbne Emin’ diye bir adam geldi, ısrar ediyor ne yapayım?’’ demiş. Zeki Halûk Bey, hemen durumu anlamış, üstadı kapıdan karşılamış. Bu olay bizlere epeyce gırgır yaptırmıştı.

27 Mayıs 1960 darbesini takip eden günlerde, Demokrat Partiye yakın addedilen Halûk Bey, Müdürlükten azledildi ve Deniz Albayı rütbesi ile emekli edildi. Emekli ikramiyesiyle Ortaköy, Işık Apartmanında mütevazı bir daire aldı. Yerine vekil olarak atanan bir tarih öğretmeni, gül meraklısı idi. Sarayın içinde, bütün gün bahçıvanların başında durur, olur olmaz her yeri gülistana çevirmeye uğraşır, herkesin istihzasına hedef olurdu.

Bu arada Milli Birlik Komitesi’ne yakın olduğu söylenen bir mimar, müfettiş sıfatıyla Saraya geldi. Adam, doldurulmuş; öküz altında buzağı arıyor, olur olmaz sorular soruyor, bu arada çapkınlıktan da geri kalmıyordu. Bütün bunlara karşın ön yargısız ve dürüst bir insandı. Bütün dosyaları önüne açtık; yapılan işleri gezdirdik; sonunda hiçbir şey bulamadı, müspet bir rapor yazdı, çekti gitti.

Bir süre sonra ben de istifa ettim, soluğu Yedek Subay Okulunda aldım. Halûk Bey, bu arada sağ tarafından ağır bir felç geçirmişti. Onu son ziyaretim Kasımpaşa Deniz Hastanesinde oldu.

1963 yılında vefat etti. Cenazesinde bulunmak bile nasip olmadı. Tanrı rahmetini esirgemesin.

yerguvenc@gmail.com

Yayın Tarihi : 12 Aralık 2011 Pazartesi 14:26:48
Güncelleme :12 Aralık 2011 Pazartesi 14:27:35


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Yılmaz Ergüvenç IP: 88.251.124.xxx Tarih : 14.12.2011 14:17:16

Saygıdeğer Erdem. Halûk Şehsuvaroğlu ile Tahsin Öz arasındaki çatışmayı sizden öğrenmiş bulunuyorum. Rahmetlinin zaman zaman fevrî hareketleri olurdu; ama bu kadarını beklemiyordum. Şehsuvaroğlu'nun sanat tarihi, arkeoloji ve müzecilik eğitimi almadığı halde Dünya çapında önemli bir müzeye müdür olabilmesini, müzede çalışan birçok uzmanın yadırgadığını ve arkasından lâf ettiklerini biliyordum. Buna karşın Halûk Bey, başarılı ve eser bırakabilen bir müdür oldu. Rahmetli Demokrat Partiye ve Cumhurbaşkanına yakındı. Politika, her zaman önem verilen mevkilere yandaşlarını getirmiştir; bu gün de getirmektedir. Makamı işgal edenin işin uzmanı olup olmadığı ikinci planda kalmıştır. Nitekim Halûk Beyden evvvelki müdür de eski Maarif müdürlerinden ve edebiyat öğretmeni bir üstamızdı. Topkapı Sarayı'nın ilk müdürü Tahsin Öz Beyin uzmanlığı da sonradan ve şahsî gayretiyle oluşmuştur. O dönemin Ayasofya Müzesi Müdürü Feridun Dirimtekin de yanılmıyorsam asker kökenli idi. (Ayasofya'da bilimsel çalışma yapan ve yerini dolduran, uzmanlığı meslekten gelen kişi sizdiniz). Afyonkarahisar müzesi açılırken kimseyi bulamamışlar, sonunda ilkokul öğretmeni Süleyman Gönçer'i yalvar yakar müdür yapmışlardı.  Rahmetli müzecilikte çok başarılı oldu, ölümünden sonra evinin bulunduğu caddeye ismi verildi. Demek istediğim şu ki, o dönemlerde yeterli uzman arkeologun bulunmadığı da bir gerçektir. Dönemin en kültürlü geçinen insanları bile antik eserleri alelade birer taş olarak algılıyordu. Arkeolog noksanımızı farkeden ve Avrupaya arkeolog olmaları için öğrenci gönderen, ulu önderimiz ATATÜRK olmuştur. Bu öğrenciler, döndükten sonra sizlerin hocaları oldular. Arkeolojinin değeri çok sonraları anlaşılabildi.  


Teoman Törünt IP: 78.176.226.xxx Tarih : 13.12.2011 15:13:50

O tatlı anekdotu ile renk katan harikulâde bir anı-biografi. Rahmetli ile ben ne yazık ki o ağır rahatsızlığı sırasında karşılaşmıştım. Ama okuduğum nice yazıları ile minnet borcum olan mübarek bie büyüğümüz. Nur içinde yatsın.Bu yazıyı hemen kaydettim.


erdem yücel IP: 82.222.216.xxx Tarih : 14.12.2011 18:33:56

 Değerli sütun arkadaşım Yılmaz Ergüvenç. Öncelikle hakkımdaki duygularınızı içeren yorumunuz için teşekkür ederim. Sizin belirttiğiniz gibi Ayasofya Müzesinde belirli aralıklarla 10 yıl görev yaptım. Ancak bu süre   bilimsel çalışma yapmaktan çok öğretmen kökenli, siyasi kadroların getirdiği,  peşin hükümlü müfettişlerle yapılan mücadelerle geçti. Oysa batı müzelerindeki müzeciler gibi biliimsel çalışmalara  tam olarak ağırlık  veremedim. Yine de karınca kaderince bir şeyler yapmaya çalıştım. Bu konudan  yalnızca ben değil pek çok müzeci  ya küstü ya da üniversitelere geçti. Veya emekliliğini istedi. İçlerinden kahrından ölen arkadaşlarımız da oldu.  Ayasofya'dan ayrıldıktan sonra Kültür Bakanlığı "Türk arkeolojisi ve müzeciliğine yaptığım hizmetlerden"  ötürü vermek istediği plaketi hak etmediğim için  kabul etmedim. Bu olayı o zamanlar rahmetli Deniz Som sütununda dile getirmişti.

Müzecilik eğitimi almamış müze müdürlerine gelince...Bu konudaki görüşünüz yerden göğe kadar haklı. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Büyük Atatürk müze ve arkeolojiye önem vermiş, ancak elde yeterli arkeolog bulunmuyordu. Bu nedenle o zamanki ismiyle Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü,  Müsteşarlık olarak Milli Eğitim Bakanlığına bağlıydı. Konuya meraklı öğretmenler veya benzer meslekten kişiler bu görevi tstlendiler. Sizin de belirttiğiniz gibi Feridun Dirimtekin bunların başında gelir. Ayasofya Müzesi Yıllığını periyoduk olarak çıkarmış, Marmara Surları kitabı ise bugün  ana kaynak durumundadır. Ayrıca  Kemal Çığ, Hayrullah Örs, Ali Sami Boyar, Vahit Armağan, Tahsin Öz,  Muzaffer Ramazanoğlu, bunların başında gelir. Sizin de belirttiğiniz gibi Süleyman Göncüoglu'nun iki ciltlik Afyan Tarihi de yine ana kaynak durumunda eserdir.  Onlar elleri öpülecek insanlardır. 

Günümüze bakacak  olursak;  Türkiye'nin bir çok üniversitesinde arkeoloji, sanat tarihi ve filoloji bölümleri var. Buradan çıkan gençler bürokratik engellerden,  bir alay adı olan sınavlardan ötürü müzelerde görev alamıyor, meslek dışında iş bulmaya çalışıyorlar. Kaldı ki, bugün Bakanlığa bağlı müzeler yönetici ve uzman sıkıntısı çekiyor. Emekliye ayrılanların yeri dolmadığı gibi halen görevde olan müze müdürlerinin hemen hemen hepsi vekil olarak görev yapıyor. Uzman ve yöneticiler arasında açılan müdürlük sınavında yüzde yetmişin üzerinde müzeciler   başarısız olmuşlar!... Kısacası kültürümüz adına içler acısı bir durum. Kaldı ki, siz mecliste liderler sultasını aşarak milletvekili listesine giren bir  müzeci, arkeolog, sanat tarihçi, mimar gördünüz mü? Sayğılarımla


yasar ertas IP: 94.135.148.xxx Tarih : 13.12.2011 14:28:22

Vicdani red konusunu kalbur üstü insanlari örnek vererek ve bu kisileri örnek alarak Vicdani red  varliginin insanlarda var oldugunu anliyor bu yolda ki izah edisinize tesekkür ediyorum insanlarda ve  icinde  var olan vicdanin  gelismis memleketlerde de yasalarca var oldugu bilinmekte ve uygulanmaktadir biz memleketimizde bu yasanin neden ele alinmadigi neden bir yasal kural ve cercevede islenmegi bir noksanliktir saniyorum. Avrupa mahkemelerinde bu davalar icin verilen üc kurusumuza aciyorum bu parayida verenlere soruyorum sizin hic kalbiniz cizlamiyormu! Örnek sözümüzden örnek Bu adam tavuk bile kesemez. Kani gördü isi bitti vs. vs.


erdem yücel IP: 92.45.200.xxx Tarih : 13.12.2011 16:13:21

 Haluk Şehsuvaroğlu konusunda  verdiğiniz bilgiler oldukça doyurucu; aynı zamanda Onunla ilgili  bazı ilginç noktalara  ışık tutuyor. Bazı boşlukları da dolduruyor. Nedense,  bazılarının yaşamlarıyla ilgili bilgilerimizin kısıtlı olduğunu bir kez daha bu örnekte  görüyoruz.

Şehsuvaroğlu ile hiç karşılaşmadım  ama onun tarih dergilerinde yayınlanan yazılarına  ve kitaplarına gerektiğinde  bakarım. Özellikle Cumhuriyet Gazetesinin eki olarak yayınladığı Asırlar Boyu İstanbul çoğu zaman bana ana kaynak olmuş  ve hala da yeri geldiğinde olmaktadır.

Nedense müzeciler,  arkeoloji ve sanat tarihi  eğitimi almadığından ötürü    Topkapı Sarayı gibi bir müzenin başına getirilmesinden  rahatsız olmuşlardır. Yeri gelmişken yazınıza  katkıda bulunmak isterim. Bizde adettir; halef ile selef hiç bir zaman geçinemezler. Şehsuvaroğlu ile kendisinden önceki müdür Tahsin Öz arasında bir çekişme yaşanmış ve konu yargıya intikal etmişti.  Tahsin Öz emekliye ayrıldıktan sonra önceden topladığı bilgi ve resimleri içeren "Kutsal Emanetler" isimli kitabı yayınlamıştı. Bunun üzerine Şehsuvaroğlu, henüz ziyarete açılmayan bölümü yayınladı diyerek kitabı toplatttırmış, ardından da Öz'ü mahkemeye vermişti. Sonuçta T.Öz beraat etmiş kitabın satış yasağı da kaldırılmıştı. Tahsin Öz ile birlikte iki yıl Vakıflarda çalıştım. Bu olayı anlattığında her zaman çok üzüldüğünü görmüştüm. Aradan yıllar geçti kendisinin bana verdiği notlardan ve kendi izlenimlerimle "Anılarıyla Tahsin Öz" isimli kitabım geçtiğimiz yıl Arkeoloji Sanat Yayınlarında yayınlandı. Bu çekişmeyi  bildiğim kadariyla detaylarıyla yazmıştım.

Ne gariptir ki, Tahsin Öz ile Haluk Şehsuvaroğlu'nu mahkemeye düşüren Kutsal Emanetleri, Topkapı Sarayında görev yapmamama rağmen 1980 yılında Yapı Kredi Bankası yayınları arasında  yayınlandı. Teklifi bana banka getirmişti.  Benim yazdığım kitabın ne  satışı engellendi ne de ben mahkemeye verildim. Yalnızca sevgili dostum o zamanki müze müdürü Sabahattin Türkoğlu uzmanlarını toplamış;"Bakın siz yazmassanız dışarıdan yazarlar" diyerek  onlara kinayede bulunmuştu.

Her şey bir yana Şehsuvaroğlu müzecilik tarihinde iz bırakan  ender kişilerden birisidir. O zamanlar onun Saraya müdür oluşunu yadırgayanlar sonradan o makamdan kimlerin gelip geçtiğini gördüklerinde acaba na düşünmüşlerdir!..