O, içimizden biri; yurdum insanı. Ege’nin Milâs yöresinde, Tuzla’da yaşayan bir mübadil.
‘Mübadele’, Arapça bir sözcük. Türkçe’si ‘değiş tokuş’. ‘Mübadil’, değiş tokuş edilen. Bir de İtalyanca’dan dilimize geçmiş ‘trampa’ ve Arapça kass’tan türetilmiş ‘takas’ sözcükleri var. Şu var ki, değiş tokuş sözcüğü, insanların değişiminde mübadelenin içerdiği anlamı veremiyor. Trampa ve takas sözcükleri ise daha ziyade mal ve meta alış verişinde kullanılan sözcükler. Mübadele ve mübadil sözcükleri, Cumhuriyet tarihimizde önemli bir yeri olan insan değişimi eylemi ile çok anılır iki sözcük olmuştur. 30. Ocak. 1923 tarihinde, TBMM Hükûmeti ile Yunanistan Hükûmeti arasında akdedilen protokol ve anlaşma gereği olarak, Yunan uyruklu Müslümanlarla, Türk uyruklu Hıristiyan Ortodokslar (Rumlar) değişime tâbî tutulmuşlardı. Batı Trakya Müslümanları ile İstanbul Rumları bu işlemden muaftılar. Göç edenlerin taşınmaz malları her iki taraftaki komisyonlarca takas ve tasfiye ve edildi. Gelenler, gidenlerin boşalttıkları yerlere yerleştirildi. Bu işlemin Frenkçesi ‘exchange obligatoire’dır.
Tabiidir ki, insanların doğup büyüdüğü ata yurdunu terk ederek yeni bir yurda yerleşmesi, yeni bir çevreye intibak edebilmesi çok güç. Ama bu mübadeleye her iki devletin de ihtiyacı vardı.
Onların ‘Küçük Asya Felâketi’, bizim ‘Kurtuluş Savaşı’ diye adlandırdığımız olaylar zinciri, her iki ülkeyi de fakir ve perişan duruma düşürmüştü.
Anlaşma gereği, Türk uyruklu 1 milyon 250 bin Ortodoks Rum Yunanistan’a, Yunan uyruklu 500 bin Müslüman Türkiye’ye göç ettirildi. Bu sözleşmede, dikkatimizi çeken önemli nokta, yapılan değişimin Türk – Rum değişimi değil, Müslüman – Hıristiyan Ortodoks değişimi olmasıdır. Nitekim, Karaman’lı Ortodoks Türkler (ki İncilleri bile Türkçe idi.) Rumlarla beraber Yunanistan’a gitti. Yurdumuza ise, Türklerle beraber Müslüman Arnavut ve Makedonlar geldi.
Yunanistan’a gidenler, genellikle tüccar ve zanaat erbabı idi. (Çünkü Türkler yıllarca askerlik yapıp cephelerde savaşırken, gayrimüslimler askerlikten muaf olarak serbestçe üretim ve ticaret yapabiliyorlardı. Bu imtiyaz, onlara Gülhane Hattı Humayun’u ile verilmişti.)
Göç sonucu, İzmir Limanı’ndan yapılan ticari faaliyet durgunlaştı; Pire Limanı önem kazandı. Hatta o zamanlar, musluk tamir edecek adam dahî bulunamıyordu. Yurdumuza gelenler, genellikle çiftçi ve hayvancı idi. Ama bu insanların gelmesi, ve de özellikle diğerlerinin gitmesi, genç Cumhuriyet için, ulus – devlet olma yolunda önemli bir adımdı.
Mübadiller, yeni ülkelerine değişik âdetler, değişik fikirler, değişik eylemler, velhasıl dinamizm getirirler. Bu, hastaya taze kan verilmesi gibi bir şeydir.
Yazımın başında bahsettiğim mübadil aile, ata yurdu Kuzey Yunanistan’ın Yanya kentinin Koniçe beldesinden gelmiş, topluca Milâs’a yerleştirilmişler. Gelmişler ama, soğuk iklimden gelen dağlı aile, sıcak iklimi ve dümdüz ovayı yadırgamış. Ana yurtlarında, dağlarda hayvancılık yapar, ava çıkarlarmış. ‘At martini Debre’li Recep, dağlar inlesin!’.
Ailenin oğlu Mâlik Dayı, yeni yurtlarında doğmuş. Başka zanaatları yok ki, delikanlılık çağına gelirken Milâs dağlarında çobanlık yapmaya başlamış; azimle, 4 yılda 30 koyun sahibi olmuş.
Bu arada, bir takım adamlar: ‘Dağları dolaşıyorsun, bulduğun çalı çırpıyı topla, kuru ağacı kes, hayvana yükle, ovada mangal kömürü yap, sonra bize satarsın.’ ‘İyi ama, kömürü nasıl yapacağım?’ ‘Biz sana öğretiriz. Çalı, çırpı, odunu yığacaksın, üzerine çamur sıvayacaksın, buna torak derler. Alttan yak, tepe üstündeki delikten de dumanı çıksın.’ Ama kömürcülük zor zanaat. Gece gündüz nöbetleşe, başını bekleyeceksin, odun alev almayacak, ama ateş de sönmeyecek. Yine de çobanlıktan iyi. Böylece cepleri para görüyor.
Yine bir gün, Tuzla’da (Bodrum – Milâs arasındaki lâgün) deniz kenarında torak’ını yakmışken, koya bir piyade kayık giriyor. Bizimki, sanki son model Ferrari görmüş gibi heyecanlanıyor. Adamlar ağ çeviriyorlar, yarım saat geçmeden ağı kaldırıyorlar ki koca koca levrekler, çipuralar, lagoslarla tekne silme balık doluyor. Sahile göz hakkı olarak 2 -3 balık atıp gidiyorlar.
‘Allah Allah; biz bu suyu görüyoruz da içindeki nimeti bilmiyoruz. Acaba biz de mi yapsak bu işi? Güllük’te (ki o zamanki adı Küllük) Kritikos (Girit mübadili) Daviko’nun kahvesine gidelim, 10 kâğıdı (10 TL) denkleştirelim, bir kayık edinelim. Onlardan ağ nasıl atılırmış, ağın bakımı nasıl yapılırmış öğrenelim.’
Kayığı aldılar ama, kürekler iskarmoza nasıl geçirilir, nasıl kürek çekilir bilmiyorlar. Güç belâ kayığı denizin ortasında bir noktaya getiriyorlar. Kerteriz nasıl yapılır, bilmiyorlar ama; haydi rast gele. ‘Allahım, bu nasıl nimet?’ O zaman, deniz balık kaynıyor; şimdi ara da bul bakalım.
Balıkları karakaçana yükler, köylere satmaya götürürler. Milâs’ın, Bodrum’un, Mumcular’ın dağ köylerine. Köylerde, erkekler kahvehanelere toplanmış, tavla; iskambille pişti, prafa, pastra; domino ile aznif oynuyorlar. Daha okey kahvelere girmemiş. O kadar fakirler ki, cıgarasını yakmak için kibrit çakanın yanına, aynı kibritten yararlanmak isteyen 2 – 3 kişi geliyor. Paraları yok ki balık alsınlar. ‘En iyisi, biz sana zeytinyağı verelim; sen bize balıkları ver’. Tereyağı varken zeytinyağı yenmez ama, ne yapalım; ona da alışacağız.
Tamam da, bu böyle başa çıkmaz. Karadeveci Otobüsleri, Bodrum – İzmir seferine başladı. İzmir’e gidelim; Kritikos Ciro Hasan’ı bulalım. Balıklarımızı İzmir Hali’ne sevk edelim. Her seferinde yarım ton balığı kilo hesabı iyi paraya veriyoruz. Allah bereket versin.
Bu arada oğlan büyüyüp serpiliyor; ona da Tuzla’da bir kahvehane açalım.
O da ne? Kahvehaneye iki kalantor bey geldi. ‘Bize balık pişirir misiniz?’.’Ne demek efendim, derhal.’ Livardan çipuralar çıkar, mangal yanar; zaten kömür işi de bırakılmış değil. Bakkaldan rakı alınır, buzcudan buz. Yemeğin sonunda bol bahşiş. ‘Sahi biz niye restorancılık yapmıyoruz?’
Ama bir nokta var. ‘Bu adamların bizim köyde ne işi var?’ Sonradan iş ortaya çıkıyor. Bizim Tuzla’da balık çiftliği kuracaklarmış. Nitekim çiftlikleri kurdular. Sonunda, balıkçılık işimiz kesat gitti. Arkadaşlarla özene bezene kurduğumuz ‘Tuzla Balıkçılar Kooperatifi’ olarak Aktur’da tatil yapan Özal’a gidelim, şikâyet edelim.’ Ama öğrendiler ki, bu balık çiftliklerinin kurulmasını teşvik eden, onlara kredi çıkarttıran Özal’ın kendisi imiş.
Bu arada, şikâyetleri yerli basına da yansır.
Milâs Kaymakamı, Kooperatif yönetimini çağırır. ‘Size balık tutmayın diyen mi var? Ama ben size akıl vereyim. Sizin köyünüzün körfezinin dibi alüvyonlardan oluşan çamurdur. Burada yüksek oranda plânkton vardır. Siz de burada yavru balık yetiştirin. Yavruları büyütür, çiftliklere devredersiniz.’ ‘Peki nasıl yapacağız bu işi?’ ‘Çiftlik sahipleri size şamandra, ağ, çerçeve verecek. Kurması sizden. Üstelik 5 bin yavruyu da ilk partide bedava alacaksınız. Yavruları semirtip onların havuzlarına nakledeceksiniz. Yani siz onların taşeronu olacaksınız. Daha ne istiyorsunuz?’ ‘Tamam Kaymakam Bey.’
‘Çobanlık, kömürcülük, balıkçılık derken, balık çiftliği sahibi de olduk. Zaten büyük şirketler, sonarlı, radarlı teknelerle gelmişler, denizi kurutmuşlardı. Onun için çiftlik balığı iyi satıyor. Üstelik ihracat kapısı da açıldı. Ama bu sefer de başımıza çevreciler çıktı, bu işin sonu ne olur bilemem. Ben de artık yaşlandım. Çocuklar çiftlikleri çeviriyor; torunlar restoran ve plâjları işletiyor. Allah devlete millete zeval vermesin.’
İşte böyle… Dağlı, berrî bir aile, yurt değiştirdi, Ege’de bahrî oldu.
yerguvenc@superonline.com
Yayın Tarihi :
8 Ağustos 2006 Salı 13:24:49
Güncelleme :8 Ağustos 2006 Salı 14:28:21
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 212.253.176.xxx Tarih : 9.08.2006 12:21:33
Bir yurt parçasının hem toplumsal hem ekonomik bir öyküsünün olgun ve nefis bir edebî gusto ile anlatımının en başarılı örneği. Halikarnas Balıkçısının ruhunu şadediyorsun. Çok yaşa Yılmaz.