20
Nisan
2024
Cumartesi
ANASAYFA

İki şair, bir film

Bir yaprağın üzerine tutunmuş kelebek yumurtaları olgunlaşır ve çatlar. Çıkan tırtıllar, 10-15 gün içinde epeyce gelişirler, üzerlerindeki zarı atarlar, kelebek olurlar. Yarım saat içinde toparlanır ve doğanın en güzel şekil ve renklerini içeren kanatlarını gererler. Artık ergin birer kelebektirler. Uçacaklar, hayatın tadına varacaklar, çiçekten çiçeğe konacak ve âşık olacaklar. Ne var ki ömür dediğin 7 ilâ 10 gün içinde tükenecek, o güzellikler toprağa karışacaktır.

Şiir dünyamızda kelebek gibi doğup, kelebek gibi uçan, daldan dala konan, kelebek gibi âşık olan, ne var ki kelebek gibi çok kısa ömürlü olacak iki şairimiz vardı. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu.

Rüştü Onur, 1920 yılında Zonguldak, Devrek’te doğdu. İlkokuldan beri kendini şiire vermiş, devamlı şiir yazardı. Delikanlı olduğunda şiir artık onun için vazgeçilemez hayatı olmuştu. Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesinde kendi gibi şair Muzaffer Tayyip Uslu ile tanıştı. Muzaffer Tayyip, 1922 İstanbul doğumluydu. Babasının işi nedeniyle Zonguldak’ta yaşıyordu. Onun da bütün hayatı şiirdi. Kader iki şairi lisede buluşturdu. Artık iki sanatçı birbirinden ayrılmaz iki dosttu. Behçet Necatigil, o sıralar lise edebiyat öğretmeni idi. Bu iki gence elinden geldiğince destek verdi, onları yüreklendirdi, sanatta ilerlemelerini sağladı. Artık iki şairin de ideali, şiirlerini hocasının şiirleri gibi Varlık dergisinde yayınlatabilmekti. Emellerine Değirmen dergisinde ulaştılar.

Ne var ki iki kader ortağı da, iki kanka da verem illeti ile boğuşuyordu. Rüştü Onur, Heybeliada Sanatoryumunda Mediha’ya âşık oldu. Mediha hastaneden taburcu oldu ama Rüştü peşini bırakmadı; hastaneden kaçtı, İstanbul’a geldi onu buldu; evlendiler. Beşiktaş, Şair Leylâ Sokaktaki kayınpederin evine yerleştiler. Ne var ki bu mutluluğun devamına Mediha’nın ömrü yetmedi; 3 ay kadar sonra dünyaya gözlerini yumdu. Rüştü kahroldu; Muzaffer Tayyip’ten başka hiç kimseyle görüşmez oldu. Aşkının ardından o da 22 yaşında, 1942 yılında bu yalan dünyaya veda etti.

Muzaffer Tayyip Uslu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne devam ediyordu. Yoksulluk ve hastalık peşini bırakmadı; okula devam edemedi, Zonguldak’a döndü. O da akranı bir kıza körkütük âşıktı. Ama onun aşkı, Zonguldak toplumunun üst sınıfına mensup bir eşraf kızıydı. Yani erişilemez bir aşktı. Kankasını yalnıza bırakmadı, o da İstanbul’a geldi, Rüştü’nün ardından per-perişan bir 4 yıl daha yaşadı. 1946 yılında, 24 yaşında vefat etti.

Necati Cumalı, Rüştü Onur’un ‘’Şimdilik’’ şiir kitabını 1946’da yayınlattı. Salâh Birsel de Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiirlerini topladı ve yayınladı. Edebiyat dünyası iki şairi böylece daha iyi tanımış oldu. Tayyip’in ‘’Elveda’’ şiirini Süreyya Akkaş 1985’te besteledi.

Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu! Ne şanssız insanlarmışsınız; ülkenin ne kadar da kötü bir zamanında dünyaya gelmiş ve yetişmişsiniz be kardeşim. Evet arkadaşlar, her iki şairin de gençliklerine doyamadan yaşadıkları dönem, ülkemizin en muhataralı dönemiydi.

2. Dünya Savaşına katılmamıştık ama savaşın kötü etkilerini ülkemizde hissediyorduk. Kurtuluş Savaşı biteli 15-20 yıl kadar olmuştu ama henüz ekonomik yönden tam anlamıyla toparlanamamıştık. Devlet var gücüyle bez, kâğıt, şeker gibi ana ihtiyaçların üretimini yapıyor, yeni kurulan demir-çelik sanayii için var gücüyle kömür çıkarıyor, Almanya’ya bor ve krom satıyordu. 18 milyonluk nüfusun ancak yüzde 17’si kentlerde yaşıyordu. Türkiye henüz ilkel araçlarla çalışan bir tarım ülkesiydi. Köylerde de şehirlerde de fakirlik diz boyu, yaşam şartları çok kötüydü.

Ülkede verem, sıtma, tifüs, frengi kol geziyordu. Sıtma savaşı için köylerden toplanan amele taburları, ellerinde kazma-kürek, jandarma nezaretinde bataklık kurutmaya gidiyorlardı. Kinin yok, Sıtma Mücadele örgütü, sadece insanın suratını sapsarı yapan atebrin dağıtabiliyor. Buna rağmen tüm Anadolu halkı akşam gelen nöbetle ateşler içinde yanıyor ve tir tir titriyor. ‘’Tig-i cellâd-ı verem canlara âteş bırakıyor’’, veremden ölümler doğal karşılanıyor. Sanatoryumlara girmek için senelerce sıra bekleniyor; sıra gelmeden öteki dünyaya boylanıyor. Sanatoryumlarda da tedavi adına yapılabilen fazla bir şey yok; ne penisilin, ne de streptomisin, henüz bulunmamış.

Yataklarda yatmak cehennem azabından beter; sabahlara kadar pire ve tahtakurusu kanınızı emiyor. Nihayet DDT çıkıyor ve köylü dua ediyor: ‘’Şu dede tozunu icat eden gâvura Allah Müslümanlık nasip etsin’’. Sabun yok; başlar ve vücutlar bit kaynıyor. Herkes birbirinin başındaki bitleri kırıyor.

Tarımda üretici güç askere alınmış; buğday üretilemiyor. Nüfus cüzdanlarında ‘’Ekmek karnesi verildi’’, ‘’Amerikan bezi verildi’’ damgalarından boş sayfa kalmıyor. Bu arada stokçular, karaborsacılar, fırsatçılar faaliyette. Yeni bir ‘’harp zengini’’ sınıfı doğuyor. Vurguncular için çıkarılan Milli Korunma Kanunu, kodamanlara dokunamıyor. Kentin tek eczacısında bir küçük torba şeker yakalanıyor ve adam hapsi boyluyor; onunla öksürük şurubu yapacaktım savunması fayda etmiyor. ‘’Söyle, şekeri nereden ve kimden buldun?’’ Varlık Vergisi azınlıkları tasfiye ediyor, yok pahasına satılan mülkler fırsatçıların eline geçiyor. Şairlerimizin ülkesi Zonguldak ilindeki 15-65 yaş arası erkek köylüler ‘’Mükellefiyet Kanunu’’ uyarınca toplanıyor, jandarma nezaretinde zorla kömür madenlerinde çalıştırılıyor.

Hakkını yemeyelim. Bu arada kültür alanında çok başarılı işler yapılıyordu. Köy Enstitüleri, kırsal kesim çocuklarını eğitecek öğretmen, köylüye uygarlık yolunu açacak rehber yetiştiriyordu. Dünya klâsik eserleri Türkçeye kazandırılıyordu. Halkevlerinde gençler, amatör tiyatro yapıyor, resim kurslarına devam ediyor, müzik eğitimi alıyor, konferans dinliyordu.

Bir köylü çocuğu İsmet İnönü’ye kafa tutuyor, ‘’Bizi aç bıraktın’’ diye bağırıyor; ne var ki Milli Şef’ten çok mânidar bir cevap alıyor: ‘’Evet bir süre aç kaldın ama seni babasız bırakmadım’’. (Doğru mu, tevatür mü, bilmiyorum)

Şimdi durup dururken bu konu da nereden çıktı diyebilirsiniz. Konuyu açmama çok başarılı bir film izlemem sebep oldu. Film, başarılı sanatçı Yılmaz Erdoğan ürünü Kelebeğin Rüyası. Bu iki şairi ve o günlerin Zonguldak ilini gözler önüne seriyor. Filmde Behçet Necatigil’i Yılmaz Erdoğan, Rüştü Onur’u Mert Fırat, Muzaffer Tayyip Uslu’yu Kıvanç Tatlıtuğ canlandırıyor. Eşraf kızı Belçin Bilgin, zavallı Mediha da Farah Zeynep Abdullah. Ben çok etkilendim, sizler de mutlaka görmelisiniz.

Yazıyı bitirirken bu iki talihsiz şairden birer şiir takdim etmek istiyorum:

Rüştü Onur’dan bir şiir:

Neyim varsa
Sana bırakmalıyım deniz
Sende geçmeli mevsimlerim
Sende çiçek açmalı ağaçlarım

Sende yaşamalıyım deniz
Asi ve hür
Sende ölmeliyim
Bulutlara bakarak
.

Muzaffer Tayyip Uslu’dan bir şiir:

Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi.
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan.

 

yerguvenc@gmail.com  
 

Yayın Tarihi : 5 Mart 2013 Salı 11:30:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Füsun Ergüvenç IP: 176.240.97.xxx Tarih : 7.03.2013 19:53:41

 Babacığım ne güzel yazmışsın..Çok çok güzel bir flimdi iki gün etkisinden kurtulamadım..


Teoman Törün IP: 88.240.36.xxx Tarih : 8.03.2013 15:13:49

Nefis bir kompozisyonda, Dünyamızdam koşar adımlarla uzaklaşan iki üstün duyarlı canın bir zamanlar var olduğunu öğendik.Onlaı bizlere tanıtan gayretli kişilerden Tanrı razı olsun.  


Nazmi Öner IP: 178.233.80.xxx Tarih : 9.03.2013 14:36:28

 Çok genç yaşta bu dünyayı terk etmiş ve unutulup gitmiş bu iki güzel insanı, bir filmde yeniden yaşama döndüren sinema sanatına ve olayı duygusal ve insani özellikleriyle, döneminin koşulları içinde kaleme alıp duyuran şahsınıza teşekkür ederim. 


erdem yücel IP: 88.244.104.xxx Tarih : 8.03.2013 17:06:55

İki şansız şairden yola çıkıp bir dönemin adete kronolojisini çok güzel, anlamlı ve duygusal bir dille yazmışsınız. Tek kelime ile kutlarım. Piyasada tepeden inme, hatır gönül, çıkar ilişkileri içerisinde köşe yazarı olmuş öyle kişiler var ki; bu yazıdan ders almalılar derim. Tabi dönek yazar takımını da bunun içine katmalı.  Şiirden yola çıkıp bugün tu kaka edilen bir dönemi yansıtmışsınız.

Eskiyi bilmeden veya bilmek istemeyen savaş sırası ve sonrası dönemi kötüleyenler acaba gerçeği ne kadar anımsıyorlar? Anımsadıklarını hiç sanmam, çünkü yaşamamışlar, okumamışlar bilmiyorlar ki...

Öyle yazarlar veya şairler var ki, yok olup gitmişler. Basın bir şans işidir. Benimde elimden tutan Reşat Ekrem Koçu, Cemal Kutay gibi ustalar, Mehmet Emin Alpkan gibi bir gazete patronum, Arkitekt'i çıkaran Zeki  Sayar olmasaydı bende şimdi yazabilirmiydim;. bilemem. Yıllar öncesi ilk kitabımı yayınlayan rahmetli dostum Çelik Gülersoy'u onlara katmak isterim..  

Ahmet Kabaklı bir gün bana "Ne yazık ki, basının tartacak doğru terazisi yok" demişti. Rahmetli ne kadar da doğru söylemiş.

Herşey bir yana çok güzel bir yazı, kuşkusuz okuyup, düşünen ve anlayana....


yasar ertas IP: 5.61.150.xxx Tarih : 7.03.2013 20:03:39

 bazen bir sarki dinliyorum cok güzel hosuma gidiyor ne cabuk bitti diyorum bazende hosumami ne gitmiyor uzuyorda uzuyor urgan gibi uzuyor ne bitmez sarki imis bu diyorum (bir sarkinin süresi  3-5 dakikadir)

yaziniza ilk bakista  uzunmu uzun dedim buda simdi okunurmu dedim  yaziniza bir basladim   yav ne cabuk bitti dedim daha yokmu dedim valla sag olun ben buna  tesekkür ediyorum iste uzun gibi görünen ama hosa giden olunca  ne güzellikler oluyor

 su paragrafiniza YORUM YAPMAK GELDI ICIMDEN

yeni bir harp zengini sinifi doguyor vurgunculara milli koruma kanunu cikariliyor kodamanlara dokunamiliyor  burada sistemin temeli atilmis  zenginin olmadigi yerde fakirin karni doymaz fakirin olmadigi yerde zenginin farki olmaz zengin bu sistemde olmali fakirin karni doymali ama yine bize has o zamanlar bu temel yasa atilmis her halde yanlis atilmis asalak vurguncu zenginler cogalmis asalak zenginler hep hesap derdine  düsmüs nufuslari hep azalmis  fakirinde her gece evde hesap derdi olmamis muamele yapmaya (cin isi japon isi bunu yapan iki kisi misali )baslamis  her muhamelede fakir sinifinin fertleri artmis  memleket hep fakirlesmis o zamandan bu zamana gele gelmisik asalak zenginlikten kurtulamasik ufacik bir kahve haneye veya isletmeye gidin masa tel saltanat  patronluk vardir kocaman kocaman fabrikalarda hala sigortasiz insan vardir calisanin ne sigortasini ne hakkini  öderler  azicik bir düzelme varsada zengin artik mesuliyetini bilse hakkinla zengin olsa  ben o siz biz   fakir böyle zeginleri sevmezmi iste böyle zenginlere sistemde ihtiyac var ben simdi 3 -5 kisilik aileme bakarken zorlaniyorum zenginde 1000 kisi calisiyor bu zengin onlara hak sigorta vs.  ile bakiyor iste bu zengini  ben seviyor


Yılmaz Ergüvenç IP: 88.251.74.xxx Tarih : 9.03.2013 10:46:35

Şair Rüştü Onur hakkında internette bir yorum okudum. Bir eleştirmen ''Rüştü Onur yaşasaydı Mayakovsky, hatta Rimbaud olabilirdi'' diyor. İlginç blduğum için yazıma eklemek istedim.