8 Temmuz – 25 Aralık 2008 tarihleri arasında ‘İslâm Mimarlık Sanatına Genel Bir Bakış’ başlığı altında 20 seri makale yayınlamıştım. Bu defa mimarlık eserlerinin tamamlayıcı elemanı olan İslâm süsleme sanatları üzerinde durarak seriyi tamamlamak istiyorum.
Arap Yarımadası’nda doğan ve gelişen, 600 yıl içinde Ortadoğu, Horasan, İran, Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika, İspanya’dan Uzakdoğu’da Hindistan, Endonezya, Çin’e kadar yayılan, günümüzde Avrupa içlerine ulaşmış Müslüman toplumları, zaman içinde İslâm’a özel süsleme sanatlarını geliştirmiş, dini ve sosyal yapılara damgasını vurmuştur.
İslâm mimarlık sanatını incelerken İslâm ibadetinin gerektirdiği ezan, abdest, namaz, vaaz, hutbe, bayramlaşma gibi işlevleri karşılayan; minare, şerefe, şadırvan, mescit, mihrap, minber, son cemaat yeri, avlu gibi mimarlık elemanlarının geliştiğini ve yapılara özellik kazandırdığını izah etmiştim. İslâm’ın bu asgari müştereklerinin, yerel çevre kültürü ve İslâm öncesi sanatları ile ülkelerden ülkelere değişik yorumlarla şekillendiğini, bu nedenle de tek bir İslâm mimarlık üsûbundan bahsedilemeyeceğine değinmiştim. Keza, cami, mescit, türbe, imaret, hamam, çeşme, tabhane, han, kervansaray, darüşşifa, medrese, kütüphane, darülhadis, darülkura gibi din ve sosyal donatı mimarlıklarının, cemaat kültüründen devlet kimliğine geçişle geliştiğini ve önem kazandığını görmüştük.
İslâm’ın doğuş (vahiy) günlerinde İslâm mimarlığından bahsedilemeyeceği gibi, süsleme sanatlarından da örnekler aramamız beyhude bir çaba olacaktır. Elimizdeki tasvirlerden anlaşıldığı kadarı ile Hz. Muhammed’in Medine’de oturduğu ev dahi, mimarlık açısından ilkel bir yapı sayılır.
Büyük kısmı göçebe olan Arapların kendilerine özel bir mimarlık üsluplarının bulunmayışını doğal karşılamak gerekir. Ancak İslâm öncesi Arap kültürünü de yok farz edemeyiz. Her şeyin başında gerek gramer kurallarında, gerekse soyut ve fikrî kavramlardaki zenginliği ile Arapça büyük bir dil, Arap elifbası güzel ve gelişmiş bir yazıdır. Bu zengin dilin getirdiği şiir ve hitabet sanatının da, hatt (yazı) sanatının da değerini yadsıyamayız.
İslâm’ın yayılması, devlet olması ve de yeni İslâm devletlerinin ortaya çıkması ile mimarlık eserlerinde ve paralelindeki süsleme sanatlarında büyük aşamalar görüldü. İslâm sanatları, sonradan Müslüman olan diğer halkların eski dönem kültür ve sanatlarının bileşimi ile değişik özellikler ve güzellikler kazandı.
İslâm inancında resim ve heykelin din dışı uğraşlar olarak algılanması, sanatçıları süsleme sanatlarında yeni mecralar arayışına yöneltmiş, Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemlerinden sonra, Emeviler dönemi ile süsleme sanatları ön plana çıkmıştır. Ne var ki İslâm’ın felsefesinde gösterişten ve debdebeden uzak bir sadelik vardır. İslâm’ın Allah ve kul arasında cereyan eden ibadetinde, Hıristiyan kiliselerinde olduğu gibi insanları etkileyecek tasvir ve süslemelere gereksinimi bulunmuyordu. Camiler, aşırı süslemeden arınmış, orantıları ile güzellikler sunan mimarlık eserleri olmalı idi. Ancak zaman içinde cami ve diğer dini yapılardaki abartılı süslemeler, mimarlığın getirdiği huzur ve safiyeti adeta boğmuştur.
Bunu görebilen bir gayrimüslim mimara, ünlü mimar Le Corbusier’nin sözlerine kulak verelim: ‘’Camiler: Yüzü Mekke’ye dönük sessiz bir yer gerekir. Burasının, insanın yüreğinin rahat edebileceği kadar geniş, duaların soluk alabileceği kadar yüksek olması gerekir. Bol ama yaygın bir ışık gerekir ki gölge düşmesin hiçbir yere, ayrıca bir bütün olarak da kusursuz bir basitlik gerekir; biçimlere bir tür uçsuz bucaksızlık sinmiş olmalı… Girişin tam karşısına düşen mihrap, Kâbe’ye açılan kapıdan başka bir şey değil. Ne bir çıkıntısı, ne bir derinliği var. Bütün bunlar beyaz kireç badanasının ihtişamı içinde idi. Açık seçikti biçimler; inşaat da kusursuzdu, güvenle gösteriyordu kendini… Bursa Camii dışında, Osmanlı ülkesindeki bütün camiler iğrenç, tiksinti veren ve isyan ettiren boyalı bir bezeme tarzının darbesini yemiş gibiydiler (Sayfa 76-77’den)… Türkleri ayrı tutmak gerekir. Terbiyeli, ağır başlıydılar, olup bitenlere saygılıydılar. Ortaya çıkardıkları eserler de müthiş, güzel ve de haşmetli (Sayfa 175)…’’ (Le Corbusier, Şark Seyahati, İstanbul 1911; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, Alp Tümertekin çevirisi) Genç yaşında doğuyu gezen mimar, çelişki gibi görünen sözleriyle, pür mimarlıktan nasıl etkilenmiş, kötü süslemelerden nasıl nefret etmiş, gördünüz. Genç mimarın gereksiz süslemelerden arınmış işlevci ve akılcı mimari anlayışı, ünlü olduğu ilerleyen yıllarda, modern mimarlığın şaheserlerini yaratacaktır.
Ünlü mimarın anlatmak istediği mimar – süslemeci çatışması hemen her dönemde olmuştur. Günümüzde de vardır. Bir dekoratör, bir mimarlık eserini yozlaştırabilir. Bunun örneğini çok yakın zamanda, İstanbul, Üsküdar, Karacaahmet Mezarlığı’nda yapılan Şakirin Camii’nde gördük. Buradaki hata, dekoratörün İslâm felsefesini bilmemesi yanında, mimar – süslemeci işbirliğinin gerçekleşmemesinden kaynaklanıyordu. Süslemeci, mimarın yanında, mimarın direktifleri dâhilinde çalışırsa ancak güzel sonuç alınabilir, iyi bir eser ortaya çıkabilir. Çünkü önemli olan mimari efeyi kaybetmemek, onu gereksiz süslemelerle boğmamaktır.
Mimar Sinan, bu konuda hiç ödün vermemiş, hattatların yazısına dahi müdahale etmiş bir büyük mimardı. Büyüklüğü mimarlık oranlarını daima ön planda tutmasından, gereksiz ayrıntılara tâviz vermemesinden gelmiştir. Le Corbusier’nin camilerdeki süslemelerden yakınması, sonradan ve bilinçsizce kemer ve kubbelere uygulanan ve hâlâ daha yapıla gelen kötü kalem işi nakışlardan ileri gelmiş olsa gerektir.
yerguvenc@gmail.com