22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

İstanbul'un İmar Öyküsü-M. Yılmaz Ergüvenç

Doğu Roma’nın Byzantion, Stinpolis, Constantinopolis’i, Osmanlı’nın Kontstantiniyye, Âsitâne, Deraliyye, Dersaadet, Şehr-i Sıtanbul’u, Cumhuriyetin İstanbul’u, günümüzde de dünyanın en güzel kentlerinden biri olma niteliğini sürdürüyor.

Nedim:
“Bu Şehr-i Sıtanbûl ki bî misl-ü behâdır,
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.”

demekte hiç te haksız değil.

Bir çok kimsenin ağzında olan bir söz vardır. “Ne yaparsak yapalım, şu İstanbul’u bir türlü çirkinleştiremedik” derler. Doğrudur. Tanrı öyle bir doğa vermiş ki; kent imâr uğruna yaptıklarımıza karşın hâlâ direniyor.

Tevfik Fikret’in deyişiyle:

“Bin kocadan arta kalmış bîve-i bâkir”

bu gün de gözdemiz.

İstanbul’un imarında acaba niçin, kentlinin sosyal, kültürel, sanatsal ve estetik gereksinimlerine yanıt veren, ama bunları eski değerleri yıkmadan yapabilen çözümler üretemedik?

İstanbul’un demografik durumu, aldığı göçler, mâlî yetersizlikler yapamadıklarımızın özürü müdür? Hayır. Özürümüz şu: Kültürümüz yeterli değildi. İstanbul imarında yetkili olabilmek için İstanbul’un tarih-kültür-sanat yaşamını gelmişi-geçmişi ile özümsemek ve onu içinde hissedebilmek, kendine özgü güzelliklerini görebilmek gerekirdi.

Peki, biz ne yaptık? Batı kültür ve sanatını hatmettik; Avrupa kentlerini gezdik, inceledik. Oralardaki bulvarlar, meydanlar, köprüler, heykeller, parklar, havuzlar, binalar bizleri büyüledi. Biz de kentlerimizi onlar gibi yapalım dedik. Ama kendi değerlerimizi göz ardı ettik. Bu özlem son Osmanlılarda da vardı.

Ziya Paşa:

“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm,
Dolaştım mülk-ü İslâm’ı, bütün virâneler gördüm.

diyordu.

Halbuki Avrupa kentleri yüz yılların bilim, kültür ve sanat birikimi sonucu oluşmuştu. Onlar, mimarî ve şehircilikte roman-gotik-rönesans-barok-ampir-rokoko safhalarından sonra sanayi devrimini yaşamış ve neoklasizm-modernizm ve postmodernizmi yaratmışlardı. Kentler, ekonomik üstünlüklerini ve halkın yaşam biçimini yansıtıyordu. Yani; müzeler, resim-heykel sergileri, kütüphaneler, konser-tiyatro-opera salonları, parklar-meydanlar, spor-eğitim tesisleri ve de restoran-kafeler, bu insanlar tarafından cıvıl cıvıl kullanılıyordu.

Bizim dinsel inançlarımız ve yaşam felsefemiz dışa dönük değildir. Bizim evlerimiz tertemizdir, ama dışarıya önem vermeyiz. O halde yaşanmayan meydanlar-bulvarlar Osmanlı’da yoktu diye niçin hayıflanalım? Kentimize saygı duyalım, ama bu günkü modern yaşamımızın gereklerini de yerine getirelim.

Eski İstanbul sur içi bizim yaşam ve kültürümüzü yansıtıyordu. Bizans’ın muhteşem Ayasofya’sı, mozaikleri, sarnıçları, kiliseleri ile beraber Osmanlı’nın selâtin camileri, medreseleri, hamamları, sarayları ile bunların çevresinde tevekkül ve tevazu içinde sivil mimarî eseri mescitler, kahvehaneler, mahalle mektepleri, çarşı-arastalar, köşkler, konaklar, meyve bahçeli ahşap evler ve de bostanlarla şekillenen, bu gün “organik mimarî” dediğimiz mahalleler yer alıyordu.

Rum-Ermeni-Yahudi mahalleleri de çok farklı değildi. Onlar da Doğu kültürü ürünü
idiler. Biraz Avrupa’yı andıran Galata ve Pera’da bizden değişik kültürlü Levanten’ler yaşar, bunlara argoda “Tatlısu Frenkleri” denirdi.

Bizler, uzun zaman bu güzelliklerin farkına varamadık. Hatta, ortadan kaldırılması gereken pislik gibi gördük. Sur içini çok hor kullandık.

1936’da İstanbul’a gelen Fransız şehircilik uzmanı Henri Prost İstanbul’u ve İstanbulluyu tanımıyordu. Yaptığı planlarla, “sıhhîleştirme” adı altında yollar genişletiliyor, çıkmaz, sokaklar çıkar hale getiriliyor, büklüm sokaklara düz cetvelle çizgiler çiziliyordu. Bu şekilde yerleşik düzen, yerini modern çizgilere bırakıyordu. Bu arada motorlu araç trafiği, yaya ve atlı trafiğine göre oluşmuş yollara rahatça girmek, ev sahipleri de yap-satçılar eliyle betonarme apartmanlarda kat sahibi olmak, üstelik rant elde etmek ve otolarını kapılarının önüne çekmek istiyorlardı.

Beyazıt-Topkapı-Edirnekapı üçgenindeki boş yangın yerleri de dama tahtası gibi planlandı. Buralarda bitişik nizamda, çirkin ve sağlıksız apartmanlar oluştu. Parklara ve sosyal donatıya da fazla yer ayrılmadı. Yine, Haliç Prost plânı ile sanayiye açıldı ve “Altın Boynuz”un Ceneviz-Bizans-Osmanlı kimliği darbe aldı.

Bütün bunlara karşın, biz mimarlar Prost’a çok kızamıyoruz.

Nedeni şu: Prost,

- Bizans’tan günümüze kalan ana yollara dokunmadı.

- Taksim-Maçka-Dolmabahçe, üçgenini yeşil alan olarak bıraktı (2 Nolu park) ve bu parklarda yapı yasağı koydu.

- İstanbul yarımadasında (sur içinde) 40 rakımın üzerindeki yapılar 3 katı aşamaz
kararı aldı.

- Sultanahmet SİT bölgesini planladı.

Gerçi daha sonra bu plan delindi. 2 Nolu parkta Hilton oteli, İnönü Stadı, Dolmabahçe Sarayı’nın sırtına abanmış Swiss Otel son olarak Gökkafes yapımı, 40 rakımın üzerindeki yapılara kat eklenmesi, Sultanahmet Hipodromu, İmparator Sarayı üzerine Adliye Sarayı yapımı gerçekleşti. Ama yine de Topkapı Sarayı, Ayasofya ve camileri içeren muhteşem siluet fazla zarar görmedi.

* * *

Prost, ileri görüşlü değildi. Kenti, bölge ve çevreyi dikkate alarak değil, sadece yerleşik merkez olarak planladı. Çünkü İstanbul nüfusunu maksimum 800 bin düşünüyordu. 15 milyon olacak deseler her halde aklını oynatırdı.

* * *

1955-60 yılları sur içindeki yanlışların şiddetle devam ettiği yıllardır. Bu yıllarda tüm yollar oto trafiğinin emrine verildi. Yeni yollar açıldı. Buldozer, önüne gelen her şeyi yıktı, devirdi; önüne çıkan eski eserler (türbeler, hamamlar, medreseler, çeşmeler) ve doğa varlıkları yok edildi. Eminönü-Balıkpazarı semti tarihe karıştı, tramvaylar kaldırıldı, güzelim granit parke yollar söküldü, İstanbul asfalt yollar, alt-üst geçitler-köprüler cenneti (!) oldu.

Sadece İstanbul yarımadası değil, diğer bölgeler de bu imardan nasibini aldı. Örneğin Sinan’ın Beşiktaş Hamamı, Tophane Kışlası yıkıldı. (Top döküm atölyeleri yolun gerisinde kaldığı için kurtuldu) Karaköy’de Raimondo D’Aranco’nun biblo gibi camisi yok edildi.

Boğaziçi üst yolları üzerine oto sanayi ve başka sanayi siteleri getirildi. Bunun doğal sonucu olarak Kuştepe, Gültepe, Çeliktepe, Sanayi gecekonduları oluştu.

* * *

1958 de getirilen İtalyan şehircilik uzmanı Luigi Piccinato, bizleri “nazım plan”la tanıştırdı. Kentin, Marmara Denizi paralelinde ve Lineer sistemde Silivri-Gebze hattı üzerinde gelişmesini, bu aks üzerinde sosyal donatıları kendi içinde karşılanan uydu kentler kurulmasını önerdi. Plan akılcı idi, ama detay planları yapılamadığı için bu bölgeler de karmaşadan kurtulamadı.

* * *

Türkiye’deki ekonomik ve sosyal değişimler ve de sanayi hamleleri sonucu oluşan göç dalgaları ile kentleşme oranları hızla yükselmeye başladı. İstanbul da bu olaylardan fazlası ile nasibini aldı. Fakat ne hükümetler, ne de belediyeler imar açısından önlem alabildiler. Halk, hazine arazileri üzerine yaptıkları “gecekondu” lar ile barınma gereksinimini sağladı. Bu plansız olgu kentin tüm çevresini sardı. Zamanla gecekondu ağaları ortaya çıktı; ilçe bazında köy-kentler oluştu.

* * *

1970’lerden sonra Boğaz köprüsünün, daha sonra da FSM köprüsünün yapılması ile nazım plan ilke ve dengeleri alt-üst oldu. İstanbul-Kadıköy nüfus dengesi Anadolu yakası lehine değişti. Kent kuzey yönünde gelişme gösterdi. Bu defa ki gelişme, rant baskısı ile planlı oluyordu. Sonuçta Boğaz tepelerinde yeni yerleşimler ve iş merkezleri doğdu. Boğaziçi ön görünümünde de araları yeşillerle ayrılmış küçük boğaz köyleri, yerini kesintisiz devam eden kent görünümüne bıraktı. Sonradan, ön görünümde yapı yasağı getiren “Boğaziçi Yasası” çıkarıldı ama, atı alan Üsküdar’ı geçmişti.

* * *

Gelelim 1984 ten sonraki imar afetine. 1980 onay tarihli 1/50.000 ölçekli nazım plan, Boğaziçi SİT planı, suriçi SİT planı, Kadıköy imar planı ve bunları yapan Büyük İstanbul Nazım Plan bürosu fesh edildi. “Bize plân değil, pilav gerekli” sloganı tekrar geçerlik kazandı. 2-3 sene aralarla imar afları çıkarıldı. Kaçak yapılar ve gecekondular yapanın yanına kâr kaldı. Zaman zaman çıkarılan ek kat kararları ile yoğunluk artırıldı; sosyal donatılar yetersiz kaldı. Bu arada sur içindeki 40 rakım üzerindeki yapılara da sessiz sedasız birer kat eklendi. Boğaziçi kazıklı yolları, Park otel ve Gökkafes te o günlerin bize armağanıdır. Bu işlerin güzel ve başarılı olduğunu savunanlar düşünmüyor ki Floransa’nın ortasından niçin otoyol geçmez? Venedik kanallarını San Marko meydanına bağlayacak kazıklı yollar niçin yapılmaz? Londra Hyde-parkın ortasında niçin bir Gökkafes yok?

Halbuki Avrupa konseyi 1965 te, UNESCO 1979 da İstanbul’u Avrupa’nın özellikle korunması gerekli tarihsel kenti ilan etmiş, 1975 tarihli Dünya mirası sözleşmesinde İstanbul, ulusal SİT içinde yer almıştı. Ama “varak-ı mihr-i vefayı kim okur, kim dinler”

* * *

1995 onay tarihli nazım plan, genel hatları ile 1980-1981 nazım plân ilkelerini benimsedi; ancak geçen süre içerisindeki emr-i vâkîleri de dikkate aldı. Ama şunu bilmeliyiz ki, 20 milyona giden nüfusu ile İstanbul’un imar sorunları, artık yapılıverecek bir nazım planın çözümleyebileceği boyutu çoktan aşmıştır. Modern şehircilikte mega-kentler, bir çok bilim dallarının ortak çalışmaları sonucu şekillenecek olan ve evvelâ ülke çapında, sonra bölge çapında ve daha sonra metropolitan çapında fiziksel plânlama ile çözüme ulaşabilmektedir.

Daha sonra sıra kompozisyona gelir. Yoğunluk çalışmaları, insan-doğa ilişkileri, halkın yaşam ve kültür gereksinimleri dikkate alınarak bu gereksinimlerin düzeyini yükseltici yönde planlama yapılır. Kültür ve doğa varlıkları ön plâna alınır ve değerlendirilir.

Bu arada belediyelere başka işler de düşüyor. Şöyle ki: Varoşlardaki kırsal kesimden göçmüş yeni İstanbullulara ve özellikle çocuklara kentli olabilme bilinci verilmeli, yeni kentleri benimsetilmeli, kültür merkezleri bu yolda etkinlik sağlamalıdır.

Yayın Tarihi : 5 Mart 2005 Cumartesi 15:09:00
Güncelleme :17 Ekim 2005 Pazartesi 14:40:51


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
sibel IP: 85.104.205.xxx Tarih : 25.03.2008 19:13:36

dönem ödevimi bulamıyorum nolur yardm edin.türkiyede şehirleşme  ve şehirlerimizin bölgesel veya dünyasal etkileri