19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

İstiklâl Caddesi

İstanbul’un Beyoğlu İlçesi deyince, sizde hangi semt çağrışım yapar? Her halde Kasımpaşa veya Cihangir diyenler çok çıkmaz, ama yüzde yüze yakın çağrışımın, Taksim Meydanı ve onun devamı olan İstiklâl Caddesi olacağından eminim. Zaten pek çok kişi, ‘İstiklâl Caddesi’ne gidiyorum’ demez, ‘Beyoğlu’na çıkıyorum’ der.

Taksim Meydanı, ismini suların kente taksim edildiği yerden almış. Sultan I’inci Mahmut’un 1731’de getirttiği sular, Tophane, Galata, Kasımpaşa gibi Beyoğlu semtlerine bu noktadan dağıtılırdı. Arapça kısm (kısım), bölüm; taksim, bölümlere ayırma; maksim (maksem), bölünen yer anlamında oluyor.

Caddemizin ismi ise, Batılılara ve Levantenlere göre ‘Grand Rue de Pera’, Osmanlı’da ‘Cadde-i Kebir’ (Büyük Cadde), Cumhuriyet’te İstiklâl Caddesi (Bağımsızlık Caddesi) olmuş.

Şimdi, caddenin oluşumuna kısa bir göz atalım:

XVII’nci, XVIII’inci, XIX’uncu yüzyıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomi ve ticaret sektöründe önemli yerleri olan Levantenlere ve bir kısım yerli gayrimüslimlere ait bankerlik, ithalat, ihracat, denizcilik iş yerleri, Galata’da toplanmıştı. Bu gibi zevat, yaşam kalite ve kültürlerindeki farklılıklar nedeni ile, her halde Haliç’in karşı kıyısındaki Müslüman mahallelerinde oturamazlardı. O zamanın kısıtlı ulaşım olanakları da iş yerleri ile konutların birbirine yakın olmalarını gerektiriyordu. Onun içindir ki, dönemin Hünkâr’ından aldıkları izinle, Galata’nın üst tepelerinde yer alan Pera bağlarında yaptırdıkları villâ ve malikânelerde yaşadılar. Osmanlı’nın gelişen dış ilişkileri ile yabancı elçilikler de kançılarya ve rezidanslarını, yakın ilişkiler içinde oldukları bu çevrede, özellikle gelişmeye başlayan bu ana cadde üzerinde kurdular.

İstiklâl Caddesi’nin başlangıç noktası, bu günün Tünel Meydanı idi. Meydan, ismini Galata’dan buraya çıkan, aslı İngilizce olup şimdi Türkçeleşen tünel sözcüğünden alır. Bir Fransız mühendis, Henri Gavand, Galata ile Tünel Meydanı’nı bağlayan, merdivenli Yüksekkaldırım yolundan bir günde inip çıkan insan ve hayvanları saymış. 40 bin rakamını bulunca, aldığı izinle 1871 yılında tüneli kazmaya başlamış ve 1876’da işletmeye açmış. İlk zamanlarda insanlarla beraber, ama ayrı vagonlarda hayvanlar da taşınırmış. Bu, dünyada yapılan üçüncü tünel; ne yazık ki devamı gelmemiş. Tünel Meydanı’nda bulunan Osmanlı eseri, 1491 kuruluşlu Galata Mevlevihanesi, sonradan yapılan binalarla bu gün de ayakta.

Tünel Meydanı’ından ilerlersek, o zaman için önemli bir dört yol ağzına geliyoruz. Burası Rumca adı Stravrodromion olan Asmalımesçit – Humbaracı Yokuşu kavşağı. Asmalımesçit, adı üzerinde mesçitin bulunduğu sokak. Humbaracı, Humbaracı Ahmed Paşa’nın (Kont de Bonneval) oturduğu sokak. Galatasaray’a devam ediyoruz. Bu günkü lisenin yerinde Osmanlı’nın Galata Sarayı Ocağı (Acemi Oğlanlar Kışlası) var. Tünel – Galatasaray arası, o zamanlar dar ve toprak bir yol. 1830 yangınından sonra, yol genişletiliyor. Yola ilk kaplamanın yapılması, bir Fransız mühendisinin proje ve denetimi ile 1855 yılında. Aynı proje kapsamında, 1856 yılında evlere havagazı, su veriliyor, cadde havagazı fenerleri ile aydınlatılıyor. Cadde 1861’de Taksim’e kadar uzatılıyor; yol kenarındaki mezarlık kaldırılarak park haline getiriliyor. Yolun iki yanında katlı konutlar yapılıyor; giyim, moda, mefruşat mağazaları, tiyatro, kafe ve gazinolar açılıyor. Cadde, böylece şık matmazel, madam ve mösyölerin promenat yeri haline geliyor. Casino de Pera, Flam, Konkordia, Afroditi gazino ve kafeleri, Apollon Restoran ile üç büyük tiyatroda oynanan klasik eserler ve Avrupa’dan gelen trupların opera temsilleri büyük rağbet görüyor.

1870’te caddeye tramvay rayları döşeniyor ve Taksim-Tünel arasında dört atın çektiği atlı tramvaylar çalışmaya başlıyor. 1913’te ilk elektrikli tramvay işletmeye açılıyor; tâ ki Adnan Menderes imarı (!) ile 1959 da ortadan kalkıncaya kadar aynı tramvaylar çalışıyor.

XX’nci yüzyıla giriş arifesinde, artık Osmanlı’nın kalem efendileri, edipleri, paşaları da bu caddeye dadanıyorlar. Tokatlıyan’da sohbet ediliyor, Novotni, Nektar’larda içiliyor, Cafe Flamme, Lebon, Markiz’lerde koketlerle buluşuluyor. Jön Türkler de pastaneleri mesken tutuyorlar.

Bir caddenin güzelliği, oraya insanları çeken güzel yapıları ile doğru orantılıdır. Caddenin kendi estetiği, ikinci planda kalır. Aslında İstiklâl Caddesi, yan sokakları ile beraber bir bütündür. Caddeye ve yan sokaklara hayat veren unsur da, çeşitli işlevleri içeren güzel ve orijinal binalardır. XIX’uncu yüzyılda konut olarak yapılmış ‘Art Nouveau’ stilli binalar, konut özelliklerini kaybetmiş olsalar da, ofis, galeri, kafe, mağaza gibi çeşitli tesislerle, bu gün de varlıklarını sürdürmekteler.

Konsolosluk işlevi gören yabancı elçilik binalarından, Nur-u Ziya Sokağındaki 1838 tarihli Fransız Sarayı, Tomtom Sokaktaki 1695 tarihli Venedik, Galatasaray’daki 1850 tarihli İngiliz, Cadde üzerindeki 1870 tarihli İsveç, 1854 tarihli Hollanda, 1845 tarihli ve Levanten Mimar Fossati’nin inşa ettiği Rus Elçilikleri ilk akla gelenlerden. Taksim Maksemi yanındaki Fransız Konsolosluğu ise, 1760’ta Veba Hastanesi olarak yapılmış, 1894’te konsolosluk olmuş.

Cadde ve çevresinde, bir çok tarihî kilise bulunmakla beraber, en büyük ve ünlüleri, Galatasaray’da Mimar Mongieri’nin 1908’de yaptığı St. Antoine Katolik Kilisesi, Taksim’de Mimar Vasiliakis İoannidis’in 1882’de yaptığı Ayia Triada Rum Ortodoks Kilisesi, Balıkpazarı’nda Mimar Garabet Balyan’ın 1838’de yaptığı Surp Yerrortutyun (Üç Horan) Ermeni Kilisesi’dir. Taksim Meydanındaki Ayia Triada Kilisesi çevresinde, İstiklâl ve Sıraselviler Caddelerine cepheli, Mimar Perikles Fotiadis’in yapıtı köşe binanın meydana bakan cephesine son yıllarda yerleşmiş dönerciler, açıkta yaptıkları dönerleri ve etrafa yaydıkları kokuları ve çöpleri ile çirkinlik sergilemekte, eski Eftalopos Kahvesinin bulunduğu üst kat terası kaçak eklentilerle kapatan birahane ve üstündeki kocaman reklam panosu, kilisenin meydandan görünümünü örtmektedir. Her halde bu bloktaki en güzel tesis, Hacı Baba lokantasıdır.

İstiklâl Caddesi üzerinde ve Sakızağacı Sokağı köşesinde bulunan Ağa Camii’ni 1594’te Galatasaray Ağası Hüseyin Ağa yaptırmış, Sultan II’nci Mahmut, 1834’te yenilemiştir. Sonradan yapıldığı anlaşılan tarak mozaikli çimento cephe sıvaları, yapının orijinalliğini ve antik özelliğini bozmuş durumda. Vakıfların dikkatine sunulur.

Tokatlıyan Oteli, 1897’de yapılmış olup, bir Ermeni vakfına aittir. Bir zamanlar, cadde üzerindeki salonda (lobby’de) oturanlar, geleni geçeni seyreder ve sohbet ederlerdi. Bu otel, daha merkezî olduğundan, Pera Palas’a tercih edilirdi. Öğrenciliğimizde, önünden geçerken göz ucu ile baktığımız camlarda Yahya Kemal’i, Falih Rıfkı’yı,Yakup Kadri’yi görür, ‘haddimiz değil’ diyerek içeriye giremezdik. Bina, klâs otellerin caddede barınamadığı 1960’lı yıllarda iş hanı olmuştu. Ne yazık ki, bu gün boş ve harap durumda. Her halde azınlık hukuku açısından bir takıntı var. Ama her ne ise konunun halledilmesi ve tekrar otel olarak açılmasını diliyorum.

Abraham Paşa’nın yaptırdığı, şimdi Emekli Sandığı mülkiyetinde bulunan, 1882 tarihli, Mimar Vallaury yapıtı, eski Cecle d’Orient’ın bulunduğu bina da bakımsız ve harap durumda. İpek ve Rüya Sinemaları kapalı; pasaj kapkaranlık, korsan kitaplara mekân olmuş. 1970’lerde Cihat Burak ve galeri müdürü Muzaffer Tema ile beraber, bu binanın asma katında İstanbul Şehir Galerisi’ni gerçekleştirmiştik. O zaman bile zor bir onarım olmuş, ahşap döşemeler kendini bırakmıştı.

XV’inci yüzyılda yapılan eski binanın yerine, 1831’de inşa edilen, 1849’da yanan ve onarılan ‘Galata Sarayı Ocağı’ndan sonra, aynı binada 1868’de açılan ‘Galata Sarayı Mekteb-i Sultânîsi’ (Galatasaray Lisesi), Tevfik Fikret’in deyimi ile Osmanlı’nın Batıya açılan ilk penceresi olmuştur. U harfi bir plana sahip bina, 1908 yılında yapılan büyük onarım, plan değişimi, ek binalar ve istinat duvarları ile bu günkü şeklini almıştır.

İstiklâl Caddesi, pasajları ile de meşhurdur. Narmanlı, Aznavur, Hacopulo, Halep, Anadolu, Rumeli, Afrika ve de herkesin bildiği Çiçek Pasajı gibi. Çiçek Pasajı, yanan Naum Tiyatrosu yerine, 1876’da banker Zografos tarafından ‘Cite de Pera’ adı ile yaptırıldı. Mimarı Cleanthe Zanno’dur. Pasaj, daha sonraki ismini, içindeki çiçekçilerden aldı. 1930’lardan sonra, pasajın tümü meyhaneye dönüştü, ama ismi değişmedi. Bizim görerek kanıksadığımız pasajı, yabancı bir mimar gözü bakın nasıl görüyor: Birkaç yıl evvel İstanbul’a gelen Mimar Steven Holl, Domus dergisindeki bir röportajında, aklımda kaldığı kadarı ile: ‘Bence Çiçek Pasajı İstanbul’un en güzel yapılarından biri. Yere bakarsanız dışarıdasınız, tavana bakarsanız içeridesiniz. İç sokaktan cephelere bakarsanız eski bir kenttesiniz. Yeni bir mimar, bu pasajı yapmaya kalkışsa, işin özünü kaçırır, yanlış malzeme kullanır, parlak bir bina olur, bu da bir değer ifade etmezdi.’ diyor.

İstiklâl Caddesi, 1950’lere kadar tiyatro, sinema, kitapçı, restoran, pastane, meyhane ve büyük mağazaları ile anılan, İstanbul’un en şık caddesi idi. Saray Sineması, Dünya çapında sanatçıların konser verdiği bir mekândı. ‘Mîrim, biz Beyoğlu’na kravatsız, şapkasız çıkamazdık’ diyen beyler hâlâ aramızda. Ne yazık ki 1950’lerden sonra yan sokaklar düşük düzeyde insanların meskeni oldu. 6-7 Eylül 1955 tarihli yağma ve çapul olayında, en büyük kötülüğü bu cadde gördü. Mağaza ve tesislerin üçte ikisi yok oldu. Cadde, bir metreye yakın yükseklikte kilise çanı, eşya ve kumaş yığını içinde idi. Gördüğümde dehşet içinde kalmıştım. Sonuçta caddenin çok kültürlü yaşamı bitti. Cadde, yıllarca iflâh olmadı. 1960’lı, 1970’li, 1980’li yıllarda daha da kötüledi. Sinemalarda gösterime başlayan porno filmler, pavyon, bar adı altında çalışan fuhuş yuvaları ve onlara bağlı batakhane oteller, varoşlardaki ipten kazıktan kurtulmuş adamları İstiklâl Caddesi’ne çekti. Büyük mağazalar, alış veriş merkezleri, Halâskârgazi, Rumeli Caddelerine, Etiler’e kaçtılar. (Sadece Vakko Mağazası bu kötü günlere direndi, yerinde kaldı.) Kaliteli restoranlar, kapandı; yerlerini dönerciler, lâhmacuncular, içli köfteciler ve de ‘lumpen’lere mekân olan birahaneler aldı.

1990’larda caddenin düzelmesi için kurulan derneğin ve Vitali Hakko’nun gayretleri ile olumlu çabalar başladı. Eski mağazalar dönüşe geçti. Yeni kafe-restoranlar, kitap evleri, sanat galerileri açıldı. Belediye de bu arada, kaldırılan tramvayların anısına ‘nostalji tramvayı’nı sefere koydu. Cadde, motorlu trafiğe kapatıldı. Ama planlamada ve kent mobilyalarında başarılı sonuçlar alınamadı. Caddedeki parke taşlar söküldü, yerine dayanıksızlığı daha yapılırken belli taş ve tuğla taklidi betondan kalitesiz kaplamalar, Taksim Meydanı’ndaki Maksem’in önüne, sonradan çöp deposuna dönüşen, estetikten mahrum, uyduruk havuzlar yapıldı. İstiklâl Caddesi girişine, ancak nazi ve faşist rejimlerde görülen onlarca bayrak direğini yan yana diktiler. Bir ara ortaya, Cumhuriyet Anıtı’na nâzır bir umumi helâ bile koydular. Caddeye kişiliksiz fenerler ve de ağaçlar diktiler. Çevreye yavaş yavaş kültüre dönük tesislerin gelmesi ile magandalar azaldı ama, caddede bu gün de amaçsız, hattâ kötü amaçlı kuru kalabalık tipler yürümeye devam ediyor. Bağdat Caddesi’nde gördüğünüz, ‘trendy’ markalar içinde, şık ve güzel kızları, kibar, kültürlü ve yakışıklı delikanlıları bu caddede göremiyorsunuz. Caddede, önlüklü veya blucinli güzel öğrenciler yanında, rock’çı, rap’çi, bileklikli, döğmeli varoş çocukları, sevgilisi ile el ele gezen tesettürlü kızlar çoğunlukta. İçli köfte satan Güney-Doğulular, midye dolma satan Mardinliler, millî piyangocular yine işportalarının başında. 70 yıldır fındıklı çikolata satan büfe, kadim Hacı Bekir, Saray Muhallebicisi şükür ki yerlerinde duruyor. Balıkpazarı yine çok güzel. Eskiden sadece Lefter’in lâternalı meyhanesinin bulunduğu Nevizade Sokağı, tümü ile meyhane, ve de çok revaçta. Yıkılan Krepen Pasajı’ndaki ‘barba’ da orada. Çiçek Pasajı’nın pabucu dama atıldı galiba.

Beyoğlu Güzelleştirme ve Koruma Derneği bir anket yaptırmış: İstiklâl Caddesinde çalışan 10 kişiden 8’i erkek; Caddede dolaşan 10 kişiden 7’si erkek; dolaşanların % 46 sı 16-25 yaş grubunda olan gençlermiş. Bence hayret edilecek bir sonuç değil. İstiklâl Caddesi, daha Bağdat Caddesi, İzmir Kordonu olamadı ki. Bu rakamlar, kültür ve yaşam düzeyimiz açısından ve bu günün İstanbul’u için çok normal, çok olağan rakamlar. Hele Anadolu’daki bir çok kenti dikkate alırsanız, çıkan sonuç fevkalâde olumlu.

Gelelim yeni inşaat çalışmalarına:

Belediye yönetimi, işe Talimhane’yi adam etmekle başladı. Tâlî yolları oto trafiğine kapadı. Bölgede, turizm açısından bir gereksinme olan üç ve dört yıldızlı oteller açıldı. Zamanla, oto yedek parçacıların yerini, değişik ülkelerin tatlarını sunan küçük restoran ve kafeler alacaktır. Taksim Meydanı’ndaki estetikten yoksun havuzlar ve bayrak direkleri kaldırıldı. Şu anda perîşan meydan, her halde finüküler şantiyesi kalktıktan sonra ele alınacaktır.

İstiklâl Caddesindeki hiçbir stile uymayan fenerler kaldırıldı. Aydınlatma, binalar arasına gergi telleri çekilerek ve bu tellere aydınlatma elemanları asılarak sağlandı. Caddenin ışık seviyesi epeyce yükseldi. Ama Avrupa standartlarına göre yine de yeterli değil.

Cadde üzerinde iki sıra halinde dikilmiş bulunan ağaçlar kaldırıldı. İyi mi oldu, kötü mü oldu? Bilen bilmeyen lâf ediyor. Bence yapılan iş uygun. Şöyle: Bir kere cadde geniş bir bulvar değil. Zaten bu caddenin kuruluşundan beri, yani orijinal halinde hiç ağaç olmadı. Ağaçlar büyüdükçe XIX’uncu yüzyıl binalarının cephelerini görüşe kapattı. Bir de caddeye konulması çok gerekli olan güvenlik kameralarının görüşünü engelleyeceklerdi. En önemlisi, büyüyen ağaçların kökleri, zamanla yer altındaki su, gaz, elektrik, telefon hatlarını sarıyor, kanalizasyon galerilerini tıkıyor, tonozları tahrip ediyor. Çünkü bizde, Londra, Paris, Tokyo gibi kentlerde bulunan, tüm tesisatı içine alan, yağmur ve kanalizasyon pis sularını akıtan ve tüm kenti ağ gibi dolaşan büyük yer altı tünelleri yok. Bundan sonra da olmayacak. Çünkü, Amerika’nın 41, Japonya’nın 37, İngiltere’nin 34, Almanya’nın 30 biner Dolarlık kişi başına düşen millî gelirine karşın, bizimki 3,7…Onun içindir ki, kentlerimizin alt yapı problemleri hiç bitmeyecek. İstiklâl Caddesi de yılda 30-40 kere kazılırmış. Yeni alt yapı inşaatı ile bu sayı epey düşer; 10 yıl kadar sonra tekrar yükselir.

Caddede ağaç görmek isteyenler için de çözüm var. Son yıllarda Batı kentlerinde de uygulandığı gibi, belli meydancıklara (örneğin Galatasaray, Tünel Meydanlarına), münasip köşelere, büyük saksılar içinde ağaç, ağaççık ve çiçekler konması mümkün.

Zorunlu kazılar nedeni ile, cadde zemininin, kolay sökülüp tekrar yerine monte edilebilecek malzeme ile kaplanması gerekirdi. Bu malzeme de eskiden beri kullanılan küp şeklindeki doğal granit parke taşıdır. Bu taşlar, çimento harçları ile tesbit edilmez; kumla monte edilir. Taş aralarına hanımların sivri topuklarının girmemesi için aralar bitümle doldurulur. Taşların diziliminde çeşitli mozaik motifler yapılarak güzellik sağlanır. Bu malzeme, çevreye de uyum sağlar. Ama ‘benden sonra tûfan’ diyorsanız buna bir şey diyemem. Bu gün caddede kullanılan, ancak apartmanların giriş hollerine döşenebilecek malzemeyi hangi akıllı seçti, inanılır gibi değil. Bu beyler, hiç Avrupa kentlerinin kadim caddelerinde dolaşmıyorlar mı? Döşenen granitler Çin’den ithal ediliyormuş. 25 x 25 santimlik karolarmış. Bana, eskiden basit atölyelerde imal edilen, harcıalem karo mozaikleri çağrıştırıyor ve de caddenin antik yapılardan oluşan atmosferine hiç uymuyor. Renk deseniz, çeşitli tonlarda pis bir gri. Bu renk, caddenin bütün kirini, pasını, pisliğini gösterecek. Cadde, her gece arap sabunları ile yıkanacak derseniz, ona diyecek bir şeyim yok.

İşçiliğin kötü olduğunu görmek için mimar, mühendis olmaya gerek yok. Tesviye yok, dizilimde dik açı yok, uyum yok, daha şimdiden bir çok taş yerinden oynamış durumda. Bir de yağmur suyu drenajından şüpheliyim; hiç ızgara göremedim. Onu da şiddetli bir yağmurdan sonra öğreneceğiz. Yan sokaklar, çamuru, çukuru ile duruyor. Hiçbir yerde faaliyet yok. Koca yazı boşu boşuna geçirdiler, kış başında inşaata başladılar; görülmüş şey değil. Üstelik, caddenin kültürel ve ticarî yaşamı, kışın yaza göre daha hacimlidir. Anlaşıldığı kadarı ile, seçtikleri müteahhit firmada, teknoloji zafiyeti, ucuz işçi çalıştırma alışkanlığı ve organizasyon sorunları var.

Batıda kaldırımlar, bir kere yapılır, ama tam yapılır. Rio’nun meşhur palladien kaldırımları 50-60 yıl evvel yapıldı; hâlâ kullanılıyor; her halde en az 50-60 yıl daha kullanılacak. Sayın Başbakan’ımız, bir konuşmasında: ‘Yol ve kaldırımlar bozulmak için yapılır, böylece istihdam yaratılır’ demiş. Zaten bizde her siyasal partinin kendi kaldırım müteahhitleri vardır.

Büyükşehir olsun, Beyoğlu İlçesi olsun, Sayın Belediye Başkanlarının iyi niyetlerinden zerre kadar şüphem yok. Tanıdığım kadarı ile işlerini canla, başla, dürüstçe yapma çabasındalar. Yalnız Türkçemizde bir söz vardır. ‘Yandaşla ye iç, alış veriş etme’ demişler.

Yayın Tarihi : 17 Şubat 2006 Cuma 13:56:59


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?