22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Kent Meydanları (II)


Önceki yazımda kent meydanlarının tarihsel gelişimini ve Batı kentlerinde bulunan bazı kent meydanlarını anlatmaya çalışmıştım. Bu defa, İstanbul’un ve diğer iki önemli kentimizin bazı meydanlarına değineceğim.

Osmanlı yaşam biçiminde semt ve mahallelilik kavramı çok önemli idi. Mahalleler, âdeta kendi aralarında örgütlenmişlerdi. Mahallenin bekçisi, imamı, hocası, ileri gelenleri, bıçkın delikanlıların oluşturduğu ve âdeta bir spor kulübü gibi görülen tulumbacıları (yangın söndürme ekibi), kendilerini mahallenin namusundan ve sorunlarından sorumlu addederlerdi. Erkekler, genelde yürüyüş mesafesindeki ev–çarşı (işyeri)–cami-kahvehane dörtgeni içinde yaşarlardı. Ancak ekâbir takımının, refah derecelerine göre eşekleri, atları, kupa arabaları vardı. Kadınlar pek sokağa çıkmaz, nadiren Kapalıçarşı’ya üst baş almaya giderlerdi. Konaklarda harem–selâmlık hacimleri kesin çizgilerle ayrılmıştı.

18. yüzyıldan evvelki dönemlerde, Dîvan-ı Hümayun kapsamı dışındaki işler, vâli, vezir ve sadrazamların, kendi konaklarında görülürdü. Bâb-ı Âlî, ancak 19. yüzyıl başlarından sonra yüksek ricâlin resmî dairesi olmuştu.

İşte bu yaşam biçiminin oluşturduğu mahalle meydanları, büklüm sokaklar kavşağında ve cami, hazîre, tekke, sıbyân mektebi, kahvehâne, çeşme ve çınar altı peykelerinin çevrelediği alanlardı. Peykelerde ezan beklenir, kahvehanelerde cerîde kıraat edilir, özel günlerde meddahlar çeşitli lûbiyyâtla yaşamın renklerini yansıtır, kuklacılar, karagözcüler, tombalacılar Ramazan gecelerini şenlendirirlerdi.

Selâtin Cami külliyeleri içindeki, medrese, kütüphane, hamam, dar-üş şifa, tabhane, imaret, arasta gibi tesislerin yer aldığı merkezleri, Osmanlı’nın kent meydanları olarak kabul edebiliriz. Bu yapıtlarda geometrik düzen, klâsik mimari ile yerli yerine oturmuştur. Osmanlı uygarlığının simgesi olan bu gibi yapıtların en önemlisi Süleymaniye Külliyesi’dir. Fatih Külliyesi’nde, cami başat (dominant) yapıt olmak üzere meydanı çevreleyen medreseler, dinsel bir mekân oluşturur. Âdetâ, Roma’nın San Pietro Meydanı işlevinde bir meydandır.

Ancak Osmanlı’da bu yapıtlar dışında, Batılı anlamda, kadın-erkek beraberliğinde, dışa açık sosyal aktivitelere hizmet eden, geometrik düzenli kent ve kent meydanlarından söz edemeyiz.

Bizans forumları, Osmanlı döneminde, kavşak özelliklerini korusa da, geometrik düzenini kaybetti. Zaman içinde üzerlerinde mahalleler oluştu. Buna şaşmamak gerek. Çünkü yukarıda da söylediğim gibi Osmanlı’nın kapalı yaşam geleneğinde böylesine büyük meydanlara ihtiyaç yoktu.

Bizans ana yolları, Osmanlı’da da kullanıldı. Bizans’ın ‘Mese’si, Osmanlı’da ‘Dîvan Yolu’ adı ile protokol yolu niteliğini korumuş, iki yanına önemli binalar inşa edilmiştir. Beyazıt’tan Sultanahmet yönüne yürürsek, Çorlulu Ali Paşa Külliyesi (1709), Sinan Paşa Medresesi (1593), Atik Ali Paşa Cami ve Medresesi (1509), Köprülü Mehmet Paşa Cami ve Kütüphanesi (1661), Sultan 2. Mahmud Türbe ve Sebili (1840), yol boyunca dizilen önemli yapıtlardır.

Bizans’ın Hippodrom’u, Osmanlı’nın At Meydanı, sonraki yılların Sultanahmet Meydanı, Aya Sofya Camisi ve Topkapı Sarayı dolayısıyla resmî meydan vasfını korumuş, özel günlerde padişahın huzurunda resmi geçitler, şehzadelerin sünnet, sultanların (padişah kızları) düğün törenleri gibi vesilelerle günlerce süren eğlencelere sahne olmuştur. Bu meydanda bulunan Burmalı Sütun, İmparator Theodosius’un Mısır’dan getirttiği 3. Thutmosis Obeliski ve Porfirogenetos dikili taşları aynen muhafaza edilmiş, meydan zaman içinde Sultanahmet Külliyesi ve Arasta (1619), İbrahim Paşa Sarayı (1500?), Haseki Hürrem Hamamı (1556), çeşme ve türbelerle imar edilmiştir. Meydan, bu gün de havuz ve yeşil alan dekoru içinde eski değerleri korumakta ve turizme katkı sağlamaktadır.

Beyazıt Meydanı’na, Bayezid Külliyesi ve Patrona ile özdeşleştirilen Hamam (1505), Simkeşhane (Menderes döneminde yarısı yıktırıldı) (1463), Bab-ı Seraskerî (Osmanlı Harbiye Nezareti, şimdi İstanbul Üniversitesi girişi) (1827) ve Yangın Kulesi (1828) önemli karakter kazandırmaktadır. Sultan 2. Abdülhamit, Batılılaşma hevesi ile Fransız mimarı Antoine Bouvard’a meydan ve çevre yapılar projesi çizdirmiş. Perspektifini gördüm. Fransız stilinde binalar, şimdikinden iki kat daha geniş alanlı, heykel ve parklarla bezeli meydanı çevreliyordu. Cami, başat eleman olarak bırakılmasına karşın, külliyenin diğer yapıları dikkate alınmamıştı. Zaten mimar, projeyi İstanbul’u görmeden ve yörenin topoğrafik durumunu dikkate almadan Paris’te çizmiş. O zamanın İstanbul’u için ütopik sayılabilecek ve çok istimlâk gerektirecek bir plan olduğu için midir nedir, uygulanmamış.

İttihat Terakki iktidarı zamanında Mekteb-i Hukuk talebesi olan babamın anılarına göre, meydan ucuz alışveriş yapılan ahşap baraka dükkânlarla dolu imiş. Harbiye Nezareti’nin bahçesi de şimdiki gibi ağaçlık değil, kıraç bir talim alanı imiş. Alman İmparatoru Kaiser Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti sırasında bu barakaları kaldırmışlar. Alamanvâri (burma) bıyıklı İmparator, meydandan kır at üzerinde geçerken yol kenarına toplanan maşlahlı kadınların ‘Maaşallah, pek de yakışıklıymış; Allah Müslümanlık nasip etsin’ nidâları arasında Harbiye Nezaretine girmiş ve Enver Paşayı ziyaret etmiş. Ama iki gün sonra ahşap barakalar tekrar eski yerlerini almış.

Cumhuriyet döneminde mimar Âsım Kömürcüoğlu’nun düzenlediği planla barakalar kaldırılmış, ortasında yuvarlak ve fıskiyeli havuzu olan, tramvayların dairesel dönüş yaptığı güzel bir meydan kazanılmıştı. Caminin yanına düşen ve meydana nâzır, çınar ağaçlarının gölgesindeki Küllük, edebiyat ustalarımızın devam ettiği bir kahve idi. 1960 öncesi, Menderes imarı sırasında, ne kapristir bilinmez, meydan hallaç pamuğu gibi atıldı. 1960 sonrasında meydan, mimar Turgut Cansever’in projesine göre trafikten arındırıldı. Ana caddeden itibaren setler halinde Üniversite kapısına kadar uzanan meydan, gençliğin yaşam alanı olarak düşünülse de amacına ulaşamadı. Halbuki Beyazıt meydan ve bölgesi, yurdumuzun bu en eski üniversitesinin önemli fakülteleri, üç kütüphane, Sahaflar Çarşısı, öğrenci yurtları, diğer sosyal ve kültür merkezleri ile bütünleşen bir kent içi yerleşkesi (kampus) haline gelebilirdi. Yani, projeyi çevresi ile beraber etüt etmek gerekirken, sadece meydan düzenlemesi sonucu,
çevreye üniversite atmosferi kazandırılamadı.

Aksaray Meydanı, betonarme hantal alt-üst geçitler ve köprülerle yoğun trafiğin kavşak noktası durumundadır. Güzelim Valide Camisi ve muhteşem kapısı (1872) çukurda kalarak eski perspektifini kaybetmiş, Pertevniyal Türbesi ve Muvakkithane, Menderes imarının kurbanı olmuş, yok edilmişlerdir.

Bizler, Avrupalı olmak hevesindeyiz ama, Avrupalı gibi düşünemediğimiz için olsa gerek, kent düzenlenmesinde baz alınması gereken önemli yapıtları trafik uğruna ortadan kaldırıyor, kalan yapıtları da yükseltilmiş yollar, köprüler yanında eziyoruz. Bu uygulamalarla sanki şehirlerarası kavşak inşa ediyoruz. Böyle şehircilik, böyle imar olmaz olsun.

Bizans döneminde Çemberlitaş (Constantinus Sütunu, 328) eliptik bir forumun ortasında idi. Sütun üzerinde Constantinus’un Apollon Helios görünümünde olan heykeli vardı. Hem Bizans döneminde, hem de fetihten sonra çıkan yangınlarla kavrulan porfir taşları, anıtı ayakta tutabilmek için demir çemberlerle takviye edilmiş. Bu gün, meydandan söz etmek mümkün olmamakla beraber, sütunun yanı başındaki Çemberlitaş Hamamı (1584), o dönemdeki yıkanma kültürümüzü gösteren önemli ve güzel bir yapıdır. Bu gün de işlevine devamla turizme hizmet ediyor.

Üsküdar Meydanı, artık orijinal hüviyetini kaybetti. Mimar Sinan yapıtı Mihrimah Sultan Külliyesi (1548) de olmasa, artık buraya İstanbul diyemeyeceğiz. Nitekim külliyenin bir parçası olan Kurşunlu Han, imar uğruna yok edilmiş. Artık Yahya Kemal’in, Cihangir’den (her halde Park Otel’den) gurup vakti saltanatını seyrettiği Üsküdar evleri de yok. İstanbul kumruları ‘Üsküdar’a gidelim’ diyerek karşı yakaya hasretlerini belirtirler, Üsküdar kumruları da ‘Âyet okuyarak’ Üsküdar’da olduklarına şükrederlermiş. Kuş deyip geçmeyin. Osmanlı kuşlara değer verir, anıtsal yapıtların dış yüzlerine ‘kuş evleri’ inşa ederdi.

Ben burada hikâye anlatmıyorum. Demek istediğim şu ki: Şehircilik sanatı, mevcudu bozarak yeni bir kent yaratmak değildir. Şehircilik sanatı, çevreyi ve onun kültür değerlerini incelemek, bu değerleri düzenleyerek ortaya çıkarma sanatıdır. Modern kentleri, ancak boş alanlarda, kırsal kesimlerde yaratabiliriz. Ama bizimkiler, Üsküdar Meydanı’nı modern, Batılı bir meydan yapıyoruz diye öğünüyorlar. Kısmen de olsa hâlâ güzelliğini koruyan çarşı yetmezmiş gibi, yeraltında yapılacak tren istasyonu ile beraber, bir de yer altı çarşısı planlanıyormuş. Bu çarşıdan kimlerin nasıl faydalanacaklarını bilemiyorum.

Ne yazık ki, camisi, tekkesi, hamamı, medresesi, çarşısı, ahşap evleri ve servi ağaçları ile bütünleşen tipik Üsküdar yerleşimi, imar uğruna ortadan kaldırılmış bulunuyor. Bereket ki ‘Beyaz İstanbullular’ca makbul sayılmayan, bu nedenle imar girmemiş olan Zeyrek, Süleymaniye, Balat gibi yerleşimlerde, kısmen de olsa eski izler duruyor. Ama bu gibi semtlerde de yaşam standartları çok düşük. Genellikle köylü göçmenlerin oturduğu, konakların bekâr amele odaları haline getirildiği yerler. İstanbul dışında ise, Safranbolu, Mudurnu, Beypazarı gibi değeri yeni yeni anlaşılan birkaç belde kaldı. Bu gibi tipik Osmanlı yerleşimlerinde uygulanan bilinçli imar çalışmalarını görebilmeniz için Türkiye dışına, Bosna Hersek’in Müslüman beldelerine gitmemiz gerekiyor.

Taksim Meydanı, yakın tarihte oluşmuş bir meydandır. İlk meydan, Cumhuriyet Anıtı merkezli ve daire planlı idi. Atatürk ve Kurtuluş Savaşının önemli isimlerini simgeleyen bronz heykeller 1928’de Pietro Canonica, taş kaide ve kemerler mimar Guilio Mongeri tarafından yapılmıştır.

İstiklâl Caddesinden meydana çıkışta solda, meydana adını veren Maksem (1731), sağda Ayia Trias Rum Ortodoks Kilisesi (1882) vardır. Kilise köşesindeki meydana nâzır Eftalopos Kahvesi eski çapkınların uğrak yeri idi. Dairesel meydanın yay parçasında Kristal Gazinosu vardı. Kübizm döneminde yapılmasına rağmen, güzel ve orantılı bir bina olduğu söylenemezdi. Şimdi üzerinden Tarlabaşı Bulvarı geçiyor. Safiye’ler, Hamiyet’ler, Müzeyyen’ler hep bu sahnede icra-i sanat ile tegannî eylediler. Alaturka mûsikîyi seven orta sınıfa hitap eden gazinoda halk, paşa paşa içkisini içer, sadece gazoz ısmarlayanlara dahî hoş görü ile bakılırdı. Daha o zamanlar magandalar ortaya çıkmamışlardı. Sadece ara sıra, ‘hacıağa’ denen Anadolu tüccar takımı düşerdi.

Sıraselviler istikametinde, yine meydanda Majik Sineması olarak yapılmış, daha sonra Taksim Sineması adıyla Arap filmleri göstermiş, şimdi Devlet Tiyatrosu olan binanın altında açılan Maksim Gazinosu, Zeki Müren, Bülent Ersoy gibi bir sonraki nesil alaturkacıları sahneye çıkarmış, ama artık ateş pahası gazinoya orta sınıf halk girememiştir.

Meydan, Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar döneminde Atatürk Kültür Merkezi’ne kadar büyüdü. 1940’larda Henry Prost planına göre yapılan uygulama ile, ancak yanlış bir kararla güzelim Topçu Kışlası (1806) yıktırıldı. Yerine ‘İnönü Gezisi’ (şimdi Taksim Parkı) yapıldı. İşte bu meydan, Reisicumhur İsmet İnönü’nün, 1950 seçimlerine takaddüm eden günlerde nutuk söylediği ve Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın halk kalabalığını göstererek: ‘İşte Paşam İstanbul!’ dediği yerdir.

1960 ihtilâlinden sonra meydana kocaman bir kasatura diktiler. Halkın bağrına saplanmış bıçak diye tefsir edilen ucubeyi yıllarca kimse kaldırmaya cesaret edemedi.

Meydan, 1 Mayıs 1977 günü yapılan mitingde halkın üzerine açılan ateşle acı günler yaşadı.

1980’li yıllarda açılan yarışmayı kazanan mimar Vedat Dalokay, Taksim’i deniz manzarasına açmak üzere birçok binanın yıkımını, meydanın trafikten arındırılmasını, taşıt ve durakların zemin altına alınmasını önermiş, ama öneriler kâğıt üzerinde kalmıştır. Bu öneri uygulansa idi, üst yüzeyde heykelleri ve havuzu ile yaya halka ayrılan, çeşitli etkinliklerin yapılabileceği bir meydan yaratılabilecekti. Çünkü günümüz gençliği, bir Batılı gibi özel günlerde meydanda eğlence ve etkinlikler yapmak istiyor. Artık, tek hat da olsa meydana metro geldi. Meydan, bu günkü zevksiz görünümü ve karmakarışık trafiğine rağmen, Cumhuriyet Bayramlarında ve Yılbaşı gecelerinde gençlerle doluyor; havai fişek gösterileri, dev TV ekranları, canlı müzikle Batı modeli eğlence ve etkinliklere sahne oluyor. Ama, genç kızlara tâciz, hattâ tasallut girişimleri ve de sıkılan maganda kurşunları ile takke düşüyor, kel meydana çıkıyor.

Türkiye’nin Avrupalı yüzü İzmir’in Konak Meydanı, Başkan Ahmet Piriştina’nın gayreti ile modern bir hüviyet kazandı. Ancak İzmir’in ulaşım planları sona ermeden yapıldığı, çeşitli mimari öğelerin kullanımı ile bütünlüğün sağlanamadığı gibi eleştiriler var. Ne olursa olsun, 15 Mayıs 1919’daki o kara günümüzde, Smryna Metropoliti Hrisostomos’un bu meydanda karaya çıkan Yunan askerini tek tek takdis ettiği günler çok gerilerde kaldı.

Alsancak, Atatürk Meydan ve Anıtı, meşum yangının izlerini silerek yeni bir kent yaratan ve Danger-Prost planı uyarınca imar hamlesini başaran, İzmir’in unutulmaz Vâlisi Kâzım Dirik Paşa ve Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz’un kente armağanıdır.

Ankara Ulus Meydanı, ulusal egemenliğimizle özdeşleşmiş bir meydanımızdır. Tozlu İstasyon Caddesinin, Kale’ye doğru Karaoğlan Caddesi olarak devam ettiği yol ile Bentderesinden Hergele Meydanına giden yolun kesiştiği ve ilk TBMM binası ve Taş Hanın çevrelediği kutsal meydan, artık ‘Beyaz Ankaralılar’ın (!) rağbet etmediği bir kenarda kaldı.

Ulus Meydanı denince ilk akla gelen, at üzerindeki Atatürk ile kaide altında biri dikkatle çevreyi gözleyen, diğeri zaferi tatmış, elini göğe kaldırmış askerin simgelediği anıttır. Anıt, meydanın ortasında idi. 1950’lerde modern mimari akımına göre yapılan L planlı Emek İş Hanının oluşturduğu meydanın köşesinde yerini aldı. Meydan, yine de orta sınıf halkın ucuz alışveriş yaptığı, cıvıl cıvıl yaşadığı güzel bir mekân.

Ankara deyince aklımıza gelen semt, bir çoğumuzun kaldırımlarını arşınladığı Kızılay Meydanı’dır. Şimdi, içine sokulan otoparkla ve sağından solundan kırpıla kırpıla kuşa dönen Güven Parkı, boynu bükük bir kenarda kaldı. Eski Kızılay binası yıkılalı çok oldu. Artık Orhan Veli’nin şiirindeki, Kızılay bahçesinde akşamları kibar çocukları gibi kumda oynayan, Şenyuva Apartmanı Bodrum Kat sakini küçük Yılmaz da yok. Ne var? Yıkılan binanın yerine yapılan, rant yapısı kocaman bir bina var. Karşısındaki bir zamanların gökdeleni, mimar Enver Tokay’ın Emek İş Hanı, tüm asaleti ile çevresinde olanlara bakıp gülümsüyor. Zaten artık kentlinin yaşadığı meydan falan yok; yer altındaki camili metro üzerinde geniş bir trafik kavşağı var.

Ankara’lı mimar Mükremin Barut, önce Löhler’in, sonra Jansen’in yaptığı imar planlarındaki 11 adet meydanın, 1980’lerden sonra, varoş oyları ile seçilen yöneticilerdeki varoş kültürü ile birer birer yok olduğunu, hızlandırılmış araç trafiğine feda edildiğini ifade ile kente göçen köylüler kentli olana kadar, yeni göçlerin devam ettiği sürece çarpık kentleşmenin de devam edeceğinden yakınıyor. Aydın ve bilinçli meslekdaşımın acı feryâdı, sadece Ankara’da değil, diğer büyük kentlerimizdeki oluşumu haykırıyor.

Meydan anlatıları bu kadarla bitmez. Ama makale hacmini aştığımı, sizin de sabrınızı zorladığımı hissediyor, müsaadenizle konuyu sonluyorum.
Yayın Tarihi : 17 Ocak 2007 Çarşamba 13:38:16


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?