28
Mayıs
2024
Salı
ANASAYFA

Kent Parkları

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sn. Topbaş’ın, kentin yeşil alanları konusundaki bir demeci, bazı gazetelerde yer aldı. Sn. Başkan, İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alanın 3,5 m2 olduğunu, bunun 7 m2 olması gerektiğini, bu lâzimeyi yerine getirebilmek için yeni parklar yapılacağını ve bu parklara yeteri kadar çiçek ve fidan dikileceğini müjdeliyordu. Bu sözleri ile sanki, başka bir yer bulunamazmış gibi, Göztepe Parkı’nın bir kısmını bölerek cami yapılmasına -bir mimar olarak istemeyerek te olsa- verdiği onayın kefaretini öder gibi idi.

Sn. Başkan, mimarlık okulundaki hocalarının ders notlarını unutmamış. Evet, bu rakam kentlerde kişi başına düşmesi gereken aktif yeşil alanın ortalamasını verir. Bu rakam, İmar Yasası eki yönetmeliklerde de yerini bulmuş bir rakamdır. Kentlerde, çocuk parkları için ayrılması gereken 2,4 m2/kişi, açık ve kapalı sporlar için ayrılması gereken 2,1 m2/kişi ve parklar için ayrılması gereken 2,5 m2/kişi alanları toplamı, 7 m2/kişi rakamını vermektedir. Rakamlarla canınızı sıkmak istemezdim ama, bu kadarını bilmekte fayda vardır diye düşünüyorum.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ‘aktif yeşil alan’ deyimi, kent halkının fiilen yararlanabileceği yeşil alanları, yani parkları, çocuk bahçelerini, oyun ve spor alanlarını, piknik yerlerini içermektedir.
Parklar, Batıdaki sanayi devriminden sonra, elverişsiz şartlarda barınan proleterlerin ve ailelerinin, bir nebze olsun pastoral bir ortamda yaşayabilmelerini teminen, kent planlarında yer almıştır. Parklar, bu gün de, yeşil ve güneş görmeyen evlerden, ağaçsız, gürültülü cadde ve sokaklardan, araçların egzost gazlarından bunalan insanların, temiz havalı ve yeşil bir ortamda, yollarında yürüyüş yapabilecekleri, çocuklarını veya köpeklerini gezdirebilecekleri, banklarında oturup dinlenebilecekleri, kitap ve gazetelerini okuyabilecekleri rahatlama alanları olarak işlevini sürdürmektedir. Dinsel öğretilerde de, cennette yemyeşil çayırlar, çağlayan sular gibi pastoral ortamlar vaad edildiğine göre, insanoğlunun huzura kavuşma hayalinde yeşilin önemli bir yeri olduğu görülmektedir.

İstanbul, doğal güzelliği yanında, parkları ile de anılan bir kent değildir. İstanbul’u genel panorama içinde yeşil gösteren alanlar, halkın yararlanamadığı alanlardır. Bunlar; mezarlıklar, yabancı elçiliklere, saraylara, birkaç malikâneye ait korular ve de askerî alanlardır. Şükredelim ki kent içindeki bu askerî alanlar olmasa idi, bu Hazine arazileri üzerinde de gecekondu mahallelerini görecektik. Diğer önemli yeşil, Karadeniz’e bakan Kuzey yönündeki ormanlardır. Ormanlar, kentlerin akciğerleridir. Ama biz, bu ormanların da değerini bilmiyor, yapılan ve yapılacak Boğaz köprülerinin teşviki ile, kent yerleşimini Kuzeye, ormanların üzerine doğru ilerletiyoruz. Rio de Janeiro’nun kurulduğu coğrafya harikası bölge, 150 yıl evveline kadar çırılçıplak bir arazi imiş. Bu gün tüm çevre, insan eli ile dikilmiş, kilometre karelerce alanı içeren ormanlarla kaplı. Sn. Dışişleri Bakanımıza yaptırdıkları helikopterli Rio gezisinde inşallah bunu da anlatmışlardır. Biz ise mevcut ormanlarımızı genişletmek bir yana, mevcutlarının dahî değerini bilmiyor, kent varoşlarında yaptığımız ve yapacağımız küçük küçük parklarla kendimize öğünme payı çıkarıyoruz.

Eski İstanbul halkı, Çırpıcı, Mama, Kuşdili, İbrahim Ağa, Papazın Çayırı gibi alanlarda piknik yapar, tiyatro kumpanyaları ‘şano’larını zaman zaman bu çayırlara kurarlardı. Büyük ve Küçük Çamlıca’lar, Beykoz’un Tokat ve Akbaba çayırları, Sarıyer’in Sular’ı, ulaşım zorlukları nedeniyle her zaman ve günübirlik gidilebilecek mesire yerleri değildi. Çocuklar için bayramlarda kurulan ‘bayram yerleri’ vardı. Çocuklar, mahallelerdeki boş alanlara kurulan bu yerlerde, kayık salıncaklarda, tahtıravallilerde, kaydıraklarda eğlenirler, macun ve horoz şekerleri yerlerdi. Toz-toprak içindeki bu alanların en büyüğü Kadırga’daki Cinci meydanında kurulanı idi.

İstanbul’da halka açılan ilk park, Gülhane Parkı’dır. Gülhane Parkı, aslen Topkapı Sarayı’nın dış bahçesidir. Osmanlı’nın son dönemlerinde, Şehremini (Belediye Başkanı) Cemil Paşa (Topuzlu) tarafından parka dönüştürülmüş, halka açılmıştır. Aşağı yukarı 10 hektar (100 bin m2) büyüklüğünde bir parktır. Alay Köşkü de bu parkın bünyesindedir. Parkta büyük boylara ulaşmış çınar, ceviz, çitlembik, atkestanesi, akçaağaç, çam, ıhlamur, akasya, gülibrişim, erguvan gibi İstanbul ağaçları vardır. (Bu güzel ağaçlar varken, kentimizin iklimine ve çevresine uymayan palmiye, hurma, föniks gibi yeni ve zorlama dikimler, her halde sizleri de yadırgatıyordur. Bu gibi ağaçlar ancak İzmir, Antalya gibi Akdeniz kentlerimize yakışan ağaçlardır.)

İstanbul’un bu ilk parkı, o zamanlar büyük rağbet görmüş, özellikle genç çiftlerin randevularına ve masumane flörtlerine tanık olmuş. Ama gericiler, bu kadarına dahi tahammül edememişler, parka ‘Cemil Paşa Kerhanesi’ demekte hiç beis görmemişler. Neyse ki, ‘it ürümüş, kervan yürümüş’, İstanbul daha sonra yeni parklar kazanmıştır. Bu gün de önemini koruyan Gülhane Parkı’nın, Sarayburnu ile birleşmesi ve denize ulaşabilmesi için, aradaki sahil yolunun bir alt tünele alınmasını Sn. Başkan’dan bekliyoruz. (Tren yolu, zaten Marmaray projesinin bitimi ile kalkacaktır.)

Gülhane Parkı’ndan bahsederken Nazım Hikmet’i anmamak olası değil…

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,

Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

………

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u,

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Sayın Başkan, Nazım’ın ceviz ağacını denizle buluştur.

Geçenlerde, İstanbul’da yapılan bir park inşaatını gözlemledim. Park, Ulus’tan Ortaköy’e inen vâdînin yamaçlarında yapılıyor. Arazide, düzlük elde etmek için yüksek istinat duvarları, taş duvarlar inşa ediliyor. Nerede ise kendinizi Troya öreninde zannedeceksiniz. Her halde inşaat ödeneğinin yarısından fazlasını bu hafriyat, imlâ ve istinat duvarları yemiş bitirmiştir. Parkın bitiminde bu sapa parktan kimler yararlanacak, Çin’den ithal granit kaplamalı yokuşlara kimler tırmanacak merak ediyorum.

Eski bir başkanın zamanında da Maçka-Dolmabahçe vâdîsinde, büyük paralarla inşa edilmiş, ‘Demokrasi Parkı’ diye adlandırılmış bulunan, yine böyle inişli yokuşlu parktan, bu gün acaba kaç kişi yaralanabiliyor? Halk, parka rağbet etmediği için işlemeyen restoran, kafe gibi tesisler nikâh dairesine, oto galerilerine dönüştürülmedi mi? Bu paralara yazık değil mi? Bu gibi apik arazilerde sadece ağaçlandırma yaparak korular yaratmak daha uygun değil mi idi?

Halkın yararına sunulacak parklar, olabildiğince düz ve geniş arazilere yapılmalıdır. Yaşlı adamlar, düz yolda yürüyüş yapabilirler ama yokuş, onlar için caydırıcı olur. Yokuşlu parklar koşu yapacak gençler için de uygun değildir. Dikkat ederseniz İstanbul halkının yararlandığı parklar, Göztepe, Bebek gibi düz ve Çubuklu Hıdiv, Çamlıca, Emirgân, Beykoz Abraham Paşa gibi ulaşıldıktan sonra düzlüğe çıkılan parklardır.

Günümüzde planlanacak parkları iki ayrı nitelikte düşünmek gerekir: Semt parkları ve ana kent parkları.

Semt parkları, bulunduğu çevreye hizmet veren, hepimizin bildiği küçük parklar ve çocuk bahçeleridir. Bu parklara ve çocuk bahçelerine, kapsadıkları semtin en uzak noktasından en fazla 500 metrelik yürüme mesafesinde ulaşılabilmelidir.

Ana kent parkları, o kentin yüz akıdır. Bu gibi büyük parklar da, kent dokusu içinde veya çok yakınında olmalıdır. Parklara, kentin her noktasından tramvay, otobüs, metro gibi toplu taşım araçları ile ulaşılabilmelidir. Ana kent parkı, 50 - 200 hektar büyüklüğünde ve olabildiğince düz bir arazi üzerinde kurulmalıdır. Bu parklar, pastoral ortamları içinde kültür merkezlerini içerirler. Kentli, büyük çoğunlukla hafta sonu tatillerinde bu parktan yararlanır. Rahat ve spor kıyafetler içinde dostları ile buluşur, spor yapar, bisiklete biner, yapay veya doğal gölde kürek çeker, havuza girer, çimlerde güneşlenir, akvaryumu, botanik ve zooloji bahçelerini dolaşır, jeoloji, doğa tarihi, modern sanatlar müze ve galerilerini gezer, odeonda konser dinler, kafelerde dinlenir, kitabını okur, sağlıklı restoranlarda yemeğini yer, ağaç altlarında piknik yapar. (Ama et-mangal partileri yapmaz.)

Şimdi Batının önemli kentlerindeki ana kent parklarından bahsedelim:

İnsan eli ile oluşturulmuş en büyük park, New York, Manhatten’daki ‘Central Park’tır. Manhatten adası gibi, beher metre karesi binlerce Dolar değerindeki arazide, Dünyanın en pahalı caddeleri arasında, gökdelenler meşherinin ortasında yer alan bir vâhadır. Meşhur 5’inci cadde ile 8’inci cadde arasında kalan 890 metre eni ve 4270 metre boyu ile 380 hektarlık dik dörtgen arazi üzerine kurulmuştur. İçinde antik ağaçlar, halkın yararlandığı geniş çim alanlar, 5 adet gölde su sporları, tiyatro, odeon ve meşhur ‘Metropolitan Museum of Art’ bulunmaktadır. Yine yanı başındaki 5’inci cadde üzerinde New York Kent, Fotoğraf, Coder Hewitt, Yahudi ve Guggenheim müzeleri, 8’inci cadde üzerindeki Doğa Tarihi Müzesi ile komşudur. Manhatten halkı, yürüme mesafesi içinde parka ulaşır.

Londra, Hyde Park, herkesin her türlü söylevi yapabileceği kürsü ve alanı ile meşhurdur. XVI’ncı yüzyılda, VIII’inci Henry’nin avlanma alanı idi. 140 hektar büyüklüğündeki bu parkta uzun bir göl ve de Wellington Museum yer almaktadır. Yine Londra’da, Regents ve St. James parkları da ana kent dokusu içinde bulunan büyük parklardır.

Berlin’de Tiergarten, 170 hektarlık arazisi ile kentin tam merkezinde, XIX’uncu yüzyıldan beri halka hizmet vermektedir.

Gördüğünüz gibi, New York’taki 380, Berlin’deki 170, Londra’daki 140 hektar büyüklüğündeki ana kent parkları ile İstanbul’umuzun medar-ı iftiharı, 10 hektarlık Gülhane Parkı’nı kıyaslarsak, bu konuda da ne kadar yaya kaldığımız ortaya çıkıyor. Yine Batılıların, böylesine büyük park boşluklarının bir köşesine, niçin kilise yapmadıklarını, bunca değerli arazileri niçin gökdelen inşaatlarına tahsis etmediklerini, her halde yöneticilerimizin aklı almaması gerek.

Barselona’da, ‘Parc de la Ciutadella’, ismiyle müsemma, eski bir kalenin çevresinde yer alır. XIX’uncu yüzyılda, bir uluslar arası fuar için düzenlenen alan, daha sonra park olarak işlevine devam etmiştir. Yer yer gotik yapıların da bulunduğu parkta, yapay göl, çeşitli anıtlar, Jeoloji, Doğa Tarihi ve Modern Sanatlar Müzeleri bulunmaktadır. Yine Barselona’da, mimar Antonio Gaudi’nin planladığı ‘Parc Guell’ de, mimarın özelliğini yansıtan, sürrealizm ve empresyonizmi çağrıştıran galeri ve alanlara, yine parkın bünyesindeki ‘Miro Müzesi’ne hayran olmamak elde değil.

Görüyoruz ki, ana kent parkları, gezme, dinlenme, spor işlevleri yanında, anıt, tiyatro, müze, galeri gibi kültür yapıları ve bunların etkinlikleri ile de halkın ilgisini çekiyor. Bundan nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz? Kanımca sonuç şu: Bu parklar, kentlerin ve de kentlinin kültür düzeyini yansıtıyor. ‘Mârifet iltifata tâbîdir’ diye bir söz var. Eğer kentlinin kültür düzeyi yüksekse, bu gibi tesislere gereksinme duyuluyor, yapılıyor ve tesisler yaşayabiliyor. Zaten ‘kentli’ sıfatını hak edebilmek için de kültür gerekmiyor mu? Geri kalmış ülkelerde, bu gibi kültür kurumlarını tepeden inme yapar; ama halkın iltifatına mahzar olamazsanız, o tesisler sadece göstermelik ve kupkuru yapı olarak kalırlar. Kültür-parklarda yer alan yapıların, işlevlerini sürdürebilmesi, ancak eğitimli kentlilerin rağbeti ile gerçekleşebilir. Her şeyde olduğu gibi, burada da eğitimin önemi karşımıza çıkıyor.

Roma’nın ‘Villa Borghes’, Paris’in ‘Boulogne’ orman parkları, kentin yanı başında olduğu için yürüyerek gidilebilen, halkın gece gündüz rağbet ettiği parklardır.

Gerek Roma’da, Venedik’te, Floransa’da, gerekse Paris’te, kentlerin bizatihî kendileri müze ve kültür meşheri oldukları için olsa gerek, özellikle kültür tesisleri içeren parklar aranmıyor. Parklar, dinlenme, eğlenme ve spor aktiviteleri ile işlevlerini sürdürüyor. Zaten, bu kentlerin yeşil ve geniş bulvarlarının sağında solunda, devamlı kültür ve yaşam tesisleri ile iç içe bulunuyorsunuz.

Her halde bu nedenledir ki, Paris’te Mimar Bernard Tschumi, düzenlediği ‘Le Vilette’ parkında, klasik kültürün dışında, daha çok gençlere seslenen bir ‘aktivite alanı’ yarattı. 35 hektara yayılan, ızgara sisteminde planlanan parkta bulunan konteynerler, değişik aktivitelere mekân oluyor. Kentin bünyesinde bol bol bulunan klasik müzeler, opera ve konser salonları, resim ve heykel galerileri dışında kalan çeşitli sanat yapıtları, devasa bilgisayar ekranları, çeşitli spor aktiviteleri, özel tatlar sunan restoranlar, hatta alış-veriş standları burada, pastoral bir ortam içinde yer alıyor.


Şimdi tekrar kendimize dönelim; Batı kültür parklarının ışığı altında kendimizle hesaplaşalım:

İstanbul’da, sur içi tarihî yarımadanın bir müze-kent olması gerektiği, aklı başında herkesin kabul ettiği bir husus. Bu bölgede, Gülhane Parkı’nı denize kavuşturmak, Sarayburnu’ndaki salaş çayhane ve gazinoları uygar bir ortama getirmek, Topkapı Sarayı’nın Marmara Denizi’ne bakan yamaçlarını saray bahçesine katmaktan başka yapılacak yeşil çalışması yok. Prost planında, Fatih- Çapa arasında, surlara kadar dayanan vâdî tabanı düzlükte, o zamanlar boş bulunan yangın yerlerinde yapılması önerilen kültür-park alanı, çıkar çevrelerinin baskısı ile uygulanmamış. Bu bölge, düzenlenen mevzii imar planları ile günümüzde yeşile yer vermeyen, niteliksiz ve beton yapılarla doldurulmuş durumda. Yani, artık yapacak bir şey kalmamış.

Kentin diğer bölgelerinde de bu iş için ayrılması gereken, ortalama 80 - 100 hektarlık, uygun arazi göremiyorum. Uygun arazi var ama, gecekonduların işgali altında. Hazine arazilerine yayılmış gecekondu sakinlerini başka bir yere naklederek ve de gecekonduları yıkarak bir kültür park kurmak akla gelebilir. Ama bu kudrette, babayiğit bir belediyeyi, -başları üzerinde ‘Demokles’in kılıcı’ gibi duran seçmenler ortamında- düşünmek bile bu gün için bir ütopya. Aslında yapılamayacak bir iş değil. Haussmann, koskoca Paris’i yıkmış dümdüz etmiş, bu günkü Paris öyle yaratılmış. Ne var ki, onun arkasında III’üncü Napoleon gibi bir diktatör bulunuyordu.

Kanımca, İstanbul’un yeşil alanlar konusunda yapacağı çok önemli diğer bir iş, orman alanlarını korumak ve değerlendirmek, bunun yanında yeni orman alanları yaratmak olmalıdır. (Rio örneğinden yukarıda bahsetmiştim.) İstanbul’u Kuzeye çeken Boğaz’a köprü sevdalarından vazgeçmek, Gerek Anadolu, gerekse Rumeli yakasında, Karadeniz kıyılarına kadar kilometre karelerce boş alanı ağaçlandırmak, bu arada Kilyos, Podima, Şile, Ağva gibi yerleşimlerin gelişme alanlarına hakim olmak gerektiği kanısındayım.

İzmir’deki ‘Kültürpark’, varlığını yangın yerlerine ve tek parti döneminin otoriter Valisi General Kâzım Dirik ile Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz’a borçludur. Yangın yeri arazisinin 42 hektarlık kısmını ‘Kültürpark’a ayırarak dirayet ve ileri görüşlülük sergilemişlerdir. Bu park, fuar işlevi dışında ana kent kültür parkı hizmetini gören tek parkımızdır. Yollar, yapay göl, havuzlar ve yapılar dışında 16 hektarlık net alan, yeşile ayrılmıştır. Parkın içinde açık ve kapalı yüzme havuzları, tenis kortları, koşu pistleri ve diğer açık ve kapalı spor tesisleri, tiyatro, açık hava tiyatrosu, zooloji parkı, restoran ve kafeler yer almaktadır. Günümüzde uluslar arası fuarlar, yerlerini periyodik ihtisas fuarlarına bırakıyor. Bu nedenle, kültür-park içinde işlevini yitirecek pavyon yapıları da müze gibi diğer kültür tesislerine dönüştürülebilecektir. İzmir, kültür yapılarını ve etkinliklerini boş bırakmayacak tek Avrupalı kentimizdir. Şunu da söylemekten kendimi alamıyorum: Böylesine bir boş arazi, bu günün yöneticilerinin elinde olsa idi, ‘Kültürpark’ alanının, İstanbul Çapa semtinde olduğu gibi, beton yapılarla doldurulmuş olacağına hiç şüphe etmiyorum.

Ankara, gerek topoğrafik yapısı, gerekse devletin sunduğu olanaklarla, kültür park inşası açısından şanslı başkentimizdir. 1980 yılında, 2302 sayılı yasa ile kurulmuş bulunan ‘Millî Komite’, yasa gereği olarak Atatürk Bulvarı’ndan Konya Asfaltı’na kadar, Gençlik Parkı, eski Meclis binaları, Stadyum da dahil olmak üzere, eski golf sahası, Hipodrom’un bulunduğu alanı, Atatürk Kültür Parkı olarak ilân etmiştir. İlk olarak Hipodrom alanı içinde müze, sergi, toplantı salonları, kitaplık, sanatçı çalışma atölyelerinin bulunduğu Atatürk Kültür Merkezi yapısı, 1988 yılında bitirilerek açılmıştır. Mimar Coşkun ve Filiz Erkal’ın projesi ile gerçekleşen yapı, eski Anadolu höyüklerini çağrıştıran kesik kare piramit formu ile dikkati çeker.

Yine bu yapının yanında, kültür kompleksini tamamlamak üzere Mimar Özgür Ecevit’in, Dünyaca ünlü danışmanlarla projelendirdiği sanat galerileri, oditoryum, tiyatro, opera ve kongre salonlarını içeren yapılar gurubu, 2001 yılından beri inşa edileceği günü beklemektedir. Ama anlaşıldığı kadarı ile bu iktidar, bu projeyi gerçekleştirmeyecektir. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, bütün bu projeleri yok sayarak ve yapılmış bulunan Atatürk Kültür Merkezi’nin de yıkılmasını teklif ederek, hiçbir kültür tesisi içermeyen bir peyzaj ve yapay göl projesini Millî Komite’ye teklif etmiş bulunmaktadır. Bu opera-bale düşmanlığını görünce, insan, İstanbul’daki Atatürk Kültür Merkezi’nin (yenisinin yapılması için sanki başka yer bulunamazmış gibi) yıkılmak istenmesi olayında da, iyi niyetten şüphe ediyor.

Ve de işin acı yanı, bütün bu olaylara, halktan hiç tepki gelmiyor. Sivil toplum örgütlerinden sadece Mimarlar Odası, tüm gücü ile bu olayın üzerine gidiyor. Ama bu çabaları, basına aksetmiyor. Yazılı basın için tiraj, TV’ler için reyting kazandırmayacak bu gibi olaylardan kimsenin haberi olmuyor. Bu gibi konularda söz sahibi olması gereken Anıtlar ve Koruma Kurulları, eski otoritelerini kaybettiler; değişen yasalarla ‘kapı kulu’ oldular. Muhalif kurul üyeleri, soluğu kurul dışında alıyor.

Halbuki, büyük kentlerimizin kültür parklar konusunda öncü olması, Anadolu kentlerine örnek olması gerekmez mi? Almanya’da, II’nci Dünya savaşı sırasında yıkılan kentlerde, halkın öncülüğü ile evvelâ opera-tiyatro binaları yapıldı. Prag’da, konuşulan Almancanın hakimiyetine reaksiyon olarak, Çekçe konuşan Millî Tiyatro, sivil toplum örgütlerinin öncülüğünde, halkın paraları ile geçekleşti. Tiyatro, bu gün de Prag’ın en muhteşem yapılarından biri.

Demek ki biz, bu güne kadar devletin tepeden inme yaptırımlarına alışmışız. Kültür konularında, halkın iradesi, ‘balık kavağa çıktığı zaman’ mı tecelli edecek, kestiremiyorum. Bütün umudumuz, düzeyini kaybetmiş eğitim sistemimizin küresel düzeye yükselebilmesinde…
Yayın Tarihi : 27 Ocak 2006 Cuma 12:55:53


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
fusun uzturk IP: 85.97.10.xxx Tarih : 6.02.2006 20:00:55
guzel yazilariniz icin tesekkurler

Yılmaz Ergüvenç IP: 212.253.24.xxx Tarih : 29.01.2006 14:58:37
Saygıdeğer kuzenim Y.Teoman Törün, bu yazıda geçen 'apik arazi' sözcüğünün anlamını sordu. Sizlerin de merak edebileceğiniz düşüncesi ile burada yanıtlıyorum.Evvelâ Türkçe sözlüklerde bulunmayan bir sözcüğü gayri ihtiyari kullandığım için özür dilerim.Apik arazi, mimarlar arasında zirveden aşağı inen çok dik yamaçlar için kullanılıyor.Her halde İngilizce 'apical' sözcüğünden türetilse gerek.Öz Türkçesi 'tepel arazi' olmalı. Bu arada, bundan böyle, kültür-sanat sayfasında, değerli yazılarını okuyacağınız Y.Teoman Törün'e 'Camiamıza hoş geldiniz' diyorum.