18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Kilise ve Câmi Mimarilerinde İşlev Açısından Farklılıklar ve Etkileşimler

Bu kısa makale içinde, ilk çağdan bu yana süregelen inançların uygulama alanı olan dinsel yapıları inceleme olanağımız yok. Ancak bir genelleme yaparsak, her bir inancın töresel ve törensel işlevlerinin, inanç yapılarını şekillendirdiğini söyleyebiliriz. M.Ö. 1300’lü yıllarda tek tanrıya inanmış Firavun Akhenaton’dan sonra, tek tanrıya inanan ve semâvî olarak adlandırılan ilk din Mûsevîlik olmuştur. Mûsevîlik ortamı içinden çıkan Îsevîlik, ilk kiliselerini, Roma baskısıyla yer altında, katakomplarda yaratmıştı. Hıristiyanlık, zaman içinde geçirdiği evrelerle büyük bir din hâlini almış, kilise ve katedral yapılarıyla büyük bir mimarî ekol yaratabilmiştir. Son semâvî din olan ve geniş bir alana yayılan Müslümanlık, ilk yıllarda yapılan mütevazı mescitlerden sonra, görkemli câmi yapılarına yönelmiştir. Her iki dînin farklı işlevleri, dinsel yapılarında, gerek planlama, gerekse mimari üslûp açısından farklı çözümler yaratmıştır.

Ana temaya geçmeden evvel, uygar dünyamız insanlarının ister teist, ister deist, ister ateist, ister agnostist olsun, inançlarının veya inançsızlıklarının tartışılamaz ve eleştirilemez olduğunu peşinen kabul edelim.

Erken Hıristiyanlık döneminden sonra, 325 yılında toplanan İznik Konsülü, ruhban sınıfının işlevi ile töre ve tören esasları belirlemiş, 431 yılındaki Efes Konsülü ve 451 yılındaki Khalkedon Konsülü ile su yüzüne çıkan ayrımla Ortodoksluk, Doğu ülkelerinde etkili olmuş ve kabul edilmiş bulunuyordu. XI’inci yüzyılda Doğu Roma (Bizans) Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesi birbirinden ayrılıyor, Papalık makamı Avrupa’da siyasal ve sosyal düzene hâkim oluyor, XVI’ncı yüzyıldaki Reform hareketiyle Protestan ve diğer ulusal kiliseler ortaya çıkıyordu. Bu oluşumlar paralelinde, Katolik Batının Romanesk, Gotik, Rönesans stildeki katedralleri ve Ortodoks Doğunun kilise mimarileri, aralarında oluşan nüans farkları ile dönemin Hristiyan yorumuna hizmet ediyordu.

Câmi, Arapça “cem”, toplamak anlamında olup “mescid-i câmî” sözcüğünden kısaltılmıştır. Câmi sözcüğü sadece Türkçede vardır; Arapçada bizdeki câmi anlamında “mescîd” (secde edilen yer) kullanılır. Hâlbuki bizde mescid, hutbe okunmayan, Cuma namazı kılınmayan, minberi olmayan, küçük câmi anlamındadır. Hıristiyanlıkta görkemli kilise anlamındaki “Katedral” karşılığı, bizde “Câmi-i Kebîr”dir. “Selâtin Camii” ise iki ve daha çok minareli olan ve Osmanlı hanedanı üyeleri tarafından yaptırılmış câmi anlamındadır.

Dinsel yapı mimarisine yön veren işlev farklılıkları

Hıristiyanlıkta, dîni ve dinsel törenleri yöneten bir “ruhban” sınıfı vardır. Papazlar, metropolitler, piskoposlar ve daha pek çok unvanı olan râhipler, kendilerini dine vakfetmiş, yaşam biçimi olarak bu mesleği seçmiş kişilerdir. Sen Sinod Meclisi, eşit piskoposlar arasından başpiskoposu, yani Katolikler Papa’yı, Ortodokslar Patrik’i seçerler. Kilise ve katedraller içinde vaftiz, nikâh ve cenaze törenleri ile vaaz verilir, büyük katedrallerde kralların taç giyme törenleri yapılır. Pazar günü ve diğer dinsel ve bayram günlerinde özel ritüelleri olan âyinler icra edilir. Teatral bir eylemi andıran bu âyinler, mihrabın geniş hacimli olmasını gerektirir. Ayrıca rahip odaları da burada bulunur. Mihrabın iki yanındaki koro ve orgla icra edilen müzik, dinsel âyinin etkisini arttırma amaçlıdır. Cemaat, yapılan seremoniyi oturduğu sıralardan izler ve duasını yapar. Ruhban sınıfı olmadan ibadet yapılamaz; zaten caiz de sayılmaz. Burada rahipler aktif, cemaat pasif durumdadır.

İslâm’da, -Şii mezhebi dışında- ruhban sınıfı yoktur. Sünnî İslâm’da Allah’la kul arasına hiçbir aracı giremez. Mümin, Cuma namazları dışında, cami dışında ister tek başına evinde, ister kamu alanında dinsel inancını yerine getirebilir. Her bir cemaat, kıldığı namazı kendi başına ve aracısız kılar, imamın camideki görevi, sadece eşgüdümü sağlamaktır. Müslüman mümin, Hıristiyan cemaatin aksine, aktif durumdadır. (Arı Müslümanlıkta “imam” diye bir meslek, bir kadro yoktur. Cemaatten usul erkân bilen her bir kişi, imamlık yapabilir. (Devlet memuru imam garâbeti ise sadece bize mahsustur.)

Yukarıda başlıca özelliklerini saydığım her iki dindeki işlev farklılıkları, gerek kilise, gerekse câmi mimarilerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Kilise ve katedral mimarisinde, özellikle Gotik stili katedraller, ana nef olan orta hacim, iki yanında sütunlarla ayrılmış yan neflerden oluşur. Orta nefte, tiyatro salonlarında olduğu gibi cemaatin oturmasına mahsus sıra veya sandalyeler dizilidir. Yukarıda söylediğim gibi mihrap hacmi çok geniş tutulmuştur. Dekorasyon çok zengindir. Baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünü çağrıştıran, dinsel olayları canlandıran resim, heykel, vitraylarla, gölge-ışık oyunlarıyla mistik bir hacim yaratılmıştır. Ortaçağda, Luther’den evvel, İncil’i kendi dilinde okuyamayan, daha sonra okuma bilmeyen cemaate dinsel olaylar bu gibi resim, heykel ve vitraylarla anlatılmaya çalışılmıştır.

Rönesans mimarisindeki değişim ve gelişimler, kilise plan şemalarına da yansımıştır. Rönesans kiliselerinde, kare plan üzerine inşa edilen dairesel yarım küre kubbeden oluşan merkezi planın Tanrının kusursuzluğunu, kubbe ve kubbe kasnaklarının olabildiğince yüksek tutulmasının Hz. İsa’nın göğe yükselişini simgelediğini düşünüyorlardı. Cennet Bahçesi olarak nitelenen merkezi kubbe, haç şeklindeki planının merkezini teşkil ediyordu. Merkezin iki yanındaki haç kolları, genellikle özel ibadetler için ayrılmış şapelleri, merkezin üstündeki kol mihrabı, altındaki kol girişi ve oturma hacmini oluşturuyordu.

İslâm’da, Peygamberimiz döneminde müminler, güneş korunaklı revaklar altında toplanır, ibadet yanında sosyal konuları da burada konuşurlardı. Cemaat çoğaldıkça revaklar, enine ve boyuma büyüyerek yatık dikdörtgen planlı, sık direkli ve üzerleri kemer, kubbe veya tonozlarla örtülü bir hacim ortaya çıktı. Bu plan, aksları tekrarlayan modüler sistemde ve istenilen ölçüde genişleyebilen fleksibl bir plandı. Zaman içinde ezanı daha geniş alanlara yayan minare ve müezzinin ezanı okuyabileceği şerefeler oluştu. Bu mekânlar “put” çağrışımı yapacak elemanlar içermeyen, sade ve organik planlardı. Kıble yönünde, imamın durduğu sembolik bir mihrap bulunur; aslında mihraba değil, boydan boya uzanan duvar arkasında kalan Kıble yönünde ve saf halinde namaz kılınırdı. Bu sistemdeki câmilere mimarlık literatüründe “ulu câmi tipi” deniyor. Osmanlı’nın uyguladığı ulu câmi tipine son örnek, Bursa Ulu Camiidir.

Câmi mimarisinde kilise etkisi

Ulu câmi tipi niçin ve nasıl terk edildi? Evvelâ, İslâm’ın fethettiği Hıristiyan ülkelerindeki kiliseler, mihrabın Kıbleye yöneltilmesiyle câmi olarak kullanılmaya başladı. Kubbeli, direksiz ve geniş hacimli kiliseler hayranlık uyandırıyordu. İslâm’da da kiliseyi örnek alan görkemli ve büyük kubbeli merkezî sistemde câmilerin inşasına başlandı. Hâlbuki kiliseler, dinin yüceliğini halka telkin etmekle birlikte, ruhban sınıfının kudret ve kuvvetini belirten eserlerdi. Tevazu telkin eden İslâm’ın böyle gösterilere ihtiyacı yoktu ki. Uzakdoğuda Çin ve Japon pagodaları, ibadethaneleri, hiçbir zaman görkemli yapılara özenmemiş, güzelliği tevazu ve sadelik içindeki geleneksel mimaride bulmuşlardır. Merhum mimar Behruz Çinici’nin eseri Ankara TBMM Camisi, İslâm’ın ilk umdelerini hayata geçirmiş yatık dikdörtgen planlı ve kubbesiz bir yapıdır. Ama milletvekilleri, niçin kubbesi yok, niye mihrap yerine suya ve yeşile bakan bir cam pano Kıble yönünü gösteriyor; böyle de cami mi olurmuş diye söyleniyorlar. Çünkü câmi deyince akıllarına kilise etkisindeki, kubbeli, kemerli, haşmetli bir yapı geliyor.

Peki, bu sözünle Sinan camilerinin Ayasofya’ya benzerliğini mi söylemek istiyorsun diyebilirsiniz. Hâşâ. Aslında pek çok kimse Sinan camilerinin Ayasofya’ya benzerliğinden söz eder. Her mimarinin, geçmiş mimarilerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Çünkü yeni kültürlerin, geçmişin kültür birikimleri üzerine bina edilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Ayasofya ile Sinan camilerinin plan şemasında, yapım usulleri, taşıyıcı ve örtü sistemleri açısından benzerlikler vardır. Buna karşın, mimari etki açısından benzerlik söz konusu değildir. Ayasofya kitlesi masif etkili bir kitledir. Sinan camilerinin kitlesi ise piramit etkisi yapar. Ana kubbe, yarım kubbeler, alt düzeydeki küçük kubbeler sanal piramit silueti çizerler. İç mekân kurgusu da farklıdır. Ayasofya’ya girdiğiniz zaman kitleyi havada uçuran bir perspektif sizi etkiler. Hâlbuki Sinan camilerinin iç perspektifi İslâm tevazuu yanında realist bir efeye de sahiptir. Ayasofya iç mekânı tipik bir kilise mekânıdır. Dikdörtgen ana hacim ve iki yanda sütunlarla ayrılmış nefler vardır. Ana mekân dikdörtgendir. Ayasofya ile aşağı yukarı ayni mimari örtü sistemine sahip Süleymaniye Camii’nde ise orta ve yan nefler beraber algılanır; tüm hacimde mekân birliği vardır.

Yeni inşâ edilen câmilerimiz

Türk mimarlığı, son yıllarda çok ileri düzeyde mimarlık eserleri yaratmaya başlamıştır. Mimarlarımız uluslararası değerlendirmelerde takdir ediliyor, ödül kazanıyor. Ne var ki câmi mimarisinde, sıfıra sıfır, elde var sıfırdan bir arpa boyu ileriye gidememiş durumdayız. İslâm’da değil amma İslâm mimarisinde câhiliye devri yaşıyoruz. Bunun suçunu mimarlarda aramamak lâzımdır. Çünkü mimarlık, toplumun aynasıdır. Toplum kültürümüz, dinsel mimaride çağdaşlığı kabul etmiyor. Dünyadaki çağdaş dinsel yapıları görmüyor; devekuşu gibi başını kuma gömmüş, eskinin kötü kopyalarını yapmakta ısrar ediyor. Hâlbuki bu günün kiliseleri çağdaş çizgiler içeriyor, her biri modern bir anıt etkisi yaratıyor.

Ecdadımız, ileri şehircilik bilgisiyle, başat câmileri tepe noktalarında konuşlandırmış, İstanbul siluetine katkıda bulunmuş. Bizlerse, Ataşehir’de ilkel bir şehircilik anlayışıyla modern gökdelenlerin dibine ve gölgesine koca bir câmi yapıyoruz. Üstelik bu câmide, Sinan’ın Selimiye Camiini beş yüzyıl sonra taklit etmeye yelteniyoruz.

Yine de inşâ edilen diğer câmileri görünce, ikinci baskı kopya Ataköy Câmiine şükrediyorum. Çünkü öylesine eskiye özenen, ama onların karikatürü olmaktan ileriye gidemeyen câmiler yapılıyor ki, alabildiğine yükselen minareleri uçaktan gören bir yabancı, her halde füze rampaları zanneder.

Mimar Sinan, ana kitle ile minare arasındaki uyumu altın oran ilkesiyle çözmüştü. Sinan, mezardan başını uzatıp bu câmi ve minare oransızlıklarını görse idi ne derdi acaba?

Pardon! Sinan, bu rezillikleri görmektense kafatasının mezardan çıkarılıp, sonra da kaybolmasına belki de hiç hayıflanmayacaktı.


yerguvenc@gmail.com

Yayın Tarihi : 13 Mart 2012 Salı 13:16:22


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
yasar ertas IP: 94.135.148.xxx Tarih : 13.03.2012 15:29:56

ister camilerde ister kiliselerde ortak olarak bir benzelik her konuda birazcik biraz var bunu ilmi dini bilgili vs. ile birlikte normal sade vatandasta  görebilmekte sanisindayim

Su cümleniz benim dikkatimi cekmistir Camilerde sadece cuma günleri toplu namaz kilinir diger günler her kisi istedigi yerde namazini kilar isterse camide kilar serbestir

kiliselerdede pazar günleri genellikle kiliselere gidilir bize göre cuma onlara göre pazar onlara göre pazar haftanin tatil günüdür  pazar bizdede eski takvime göre cuma haftanin  tatil günu imis  o zamandan böyle kala kalmis imis ama bizde yeni takvim gelmis cuma olmus is günü  öylede kalkalmis cuma günü icin eski insanlarimiz derdi cuma günü hic is yapilmaz dinlenilir ibadetedilir gürültü yapilmaz simdi kiliselerdede pazar günü ayni konu is yapilmaz dinlenilir dua edilir sessizlik olusur birde eskiler ögle saati uzun dinlenme saati derlerdi hatta öglen uykusuna yatarlardi bu zamanda hiristiyan aleminde  saat 12 ile15 arasi sessizlik saatidir mecbur olmadikca özel isler gürültülü isler yapilmaz yapanlar cok azdir veya cezasi vardir komsu hic dinnemez bir telefona bakar  sikayet pupadir polis tepene dikili dikili verir bu yorumumda kulak dolgunu bilgi ve yaklasimimdir ama sanirim var bir seyler bir onlara bir bizlere bakiyorum onlarin uyum ve yasam sartlari daha prenssipli daha uyumlu gibime geliyor biz cumayi kutsal bir güne cevirmisik sadece adina bi hosluk getirmisik onlarin pazari normal  hafta sonu olmus bunuda degerlendiriyorlar bizim pazarda ayni onlar gibi ama neyini degerlendiriyoruz ne cumadan ne pazardan bir sey ben sahsen bir sey de göremiyorum


K. Mükremin BARUT IP: 78.162.178.xxx Tarih : 16.03.2012 14:55:23

Saygıdeğer Yılmaz Ergüvenç üstadım bu yazınızı olduğu gibi "save" ediyorum. Ayrıca sizden bir ricam olacak. Ben bu sene öğrenci affından yararlanarak Yüksek Lisans'a döndüm. Derslerim bir önceki öğrenciliğim sırasında bitmiş idi.  Sadece tezim kaldı. Tez konum: "Dini yapılarda aydınlatma" .Gün ışığı ya da yapay (artifical) olabilir. Kaynak gösterirseniz sevinirim.Saygılarımla.K. Mükremin BARUT


Yılmaz Ergüvenç IP: 88.251.123.xxx Tarih : 17.03.2012 16:04:00

Saygıdeğer Mükrimin Üstadım. Dini yapılarda doğal veya yapay aydınlatma konusunda fazla bilgim ve bildiğim doküman yok. Bu konuda kitap basıldığını da zannetmiyorum. Bildiğim iki tez var. Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsünün ''Tarihî Yarımadanın İstanbul süluetine gece etkisi'' ki burada fazla bir bilgi yok. Bir de Dicle Üniversitesinin ''Diyarbakır Ulu Camii Şafiiler Bölümü Doğal Aydınlatması'', ismiyle gpayaslı@dicle.edu.tr adresinde bir tez var.Belki ilginizi çeker. Her halde yerli ve İngilizce mimarlık dergilerini taramanız gerekecek. Bildiğim kadarıyla, kiliselerde pencerelerin yüksekte ve dar boyutta yapılarak, buradaki vitraylardan gelen doğal ışığın iç mekâna loş bir hava vermesiyle mistisizm yaratılması; buna karşın camilerde pencerelerin alt seviyede ve fazla adette yapılabilmesi ile doğal ışığın içeriye daha bol oranda girmesi. Gece aydınlatmalarında kubbe altlarındaki asılı demir çember aydınlatma elemanları üzerine yağ kandillerinin sıkça dizildiğini, bu kandillerden çıkan isin cami kubbe ve duvarlarına bulaşmadan, yaratılan doğal hava akımıyla üst kotta, giriş üzerindeki bir odaya sevk edildiğini, burada toplanan isten mürekkep yapıldığını Süleymaniye Camiinde etüt etmiştim. Bu konudaki bilgimin yeterli olmaması dolayısıyla üzgünüm. (NOT: e-posta adresinizi bilmediğim için burada ve kısaca yanıtlamak durumunda kaldım). Selam, sevgi ve saygılarımla...