3
Haziran
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Libya olayları ve bir anı

Yıllardır ısınan Arap âlemi nihayet kaynama noktasına geldi. Tunus’ta başlayan hareket, Mısır’ı, Yemen’i, …, nihayet Libya’yı da etkisi altına aldı. Günümüzün internet erişim ve iletişim olanakları, eğitimlilerin artışı ve düzeylerinin yükselmesi, El Cezire televizyonunun etkili yayınları, hatta Türk TV dizilerinde görülen yaşam biçimi toplumları etkiledi. Arap toplumları, artık diktatörlerin ve kukla kralların totaliter yönetimlerini istemiyorlar. Mısır, bizi 50 yıl geriden takip ediyor; 27 Mayıs ihtilâlini daha yeni yaşıyor. Libya’yı emperyalizme dost Sunusi hanedanından kurtaran Kaddafi, kendine has ‘cemahiriye sistemi’ni bu günlere kadar sürdürebildi. İktidarının devamı uğruna, ayaklanan halkını öldürmekte tereddüt göstermiyor.

ABD 6. filosunun Libya açıklarına gelmesi, NATO’nun müdahale olasılığı, bu oluşumlara Rusya Federasyonu’nun karşı çıkışı gündemdeki son konular. Ama bu gibi olaylar, Kaddafi’nin elini kuvvetlendirmek ve taraftar halkını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü Libya halkı ABD’ye karşı bilinçlendirilmiş bir halktır.

Ne var ki bu gibi ülkelerin sağlam politik ilkelere ve karizmatik bir lidere sahip olmadan ayaklanmaları sonucu özgür ve demokratik bir yönetime kavuşabilmeleri olasılığı, uzak bir hayalden öteye gidemiyor. Demokrasi ‘ben yaptım oldu’ deyip oluveren bir rejim değil. 60 yıllık demokrasi mücadelemizde bizler bile sağlıklı bir sonuca ulaşabilmiş değiliz.

Libya, inşaat dünyamız için çok önemli bir ülkedir. Kaddafi, iç politikasındaki ceberrut tutumu, dış politikasındaki anormal çıkışlarıyla çok eleştirilebilecek delişmen bir diktatör olsa da petrol kuyularından başka bir varlığı bulunmayan fakir ülkesini kalkındırmak için yaptığı büyük hamleleri de yadsımamak gerek.

Kaddafi, 1970’li yıllardan başlayarak Türk müteahhitlik firmalarına güvenmiş ve onlara iş olanağı tanımıştır. Libya’daki taahhütlerimiz, günümüzde 15,3 Milyar Doları bulan iş hacmine ulaşmıştır. 6 yıldır STFA firmamızın devam ettiği ‘Büyük Nehir Projesi’ bile tek başına büyük bir bayındırlık başarısıdır. Libya’ya bu yatırım olanaklarını, müteahhitlere yaptığı muntazam ödemeleri sağlayan, sömürülmekten kurtardığı petrol kuyularından elde ettiği büyük gelirdir.

Son günlerdeki olaylarda şantiye ekipmanları ve makine parklarının yağmalanması ve de 20 bin işçimizin yurda dönüşü ile birçok şantiyemiz işlerini tatil etti. İnşaat firmalarımızın bundan sonraki durumu ne olacak? Yarım kalan işler nasıl ve ne zaman tamamlanabilecek? Yeni yönetim gelirse eski taahhüt sözleşmeleri geçerli olacak mı? Uğradığımız zararlar nasıl tazmin edilecek? İleride çıkabilecek anlaşmazlıklarda uluslar arası tahkim müessesesi işleyecek mi? Ne yazık ki bunlar, henüz yanıtı olmayan sorular.

Şimdi, Libya’dan eski bir anımı, konuyu hafif yönünden alarak sunmak istiyorum:

1970’li yıllar. Bir arkadaşımla beraber, Libya’ya iş gezisi yapacağız. Arkadaşım, yurdumuzun önemli bir iş adamı; ben de onun mimarlık hizmetlerini yapıyorum. Dönem, Başbakanımızın 70 sente muhtaç olduğumuzu itiraf ettiği döneme rastlıyor. Bir Amerikan Dolarının 15 Türk Lirası olduğu günlerde Tahtakale’den Dolar temin ediyoruz, Dolarları ceketimizin astarı içine dikiyor, bir kısmını ayakkabımızın içinde saklıyoruz. Yani sizlere, dışarıya döviz kaçırıp vatan haini olduğumuz günlerden bahsediyorum. Türk Hava Yolları, yurtiçi seferlerini bile güç belâ gerçekleştiriyor. İstanbul’dan o zamanın en meşhur havayolu şirketi, Pan American World Airways’in iki katlı jumbo uçağıyla Beyrut’a; Beyrut’tan Middle East uçağıyla Kahire’ye; Kahire’den Egypt Air uçağıyla Bingazi’ye vardık. Bingazi’de gümrükçüler, uçakta okumak üzere yanımda getirdiğim derginin kapağındaki film yıldızına kafayı taktılar. Hâlbuki hatun çıplak falan değil, sadece bir omzu görünen normal giyimli bir artist. Dergiyi yırttılar, parçalayıp çöp kutusuna attılar. Neyse, önemli değil. Şehre indik. Şehir hiç de güzel bir şehir değil. Ne var ki çarşısında bizde bulunmayan mallar var. Kendime hemen Samsonite marka bir bond çanta aldım. İstanbul’a dönüşümde meşin kokulu çantamdan kurtulacağım, arkadaşlarıma hava atacağım. Haaa, bir de Phillips marka pilli çanta radyo aldım. Hani o zamanlar izinle Türkiye’ye gelen Alamancı işçilerimiz, başlarında Bavyera tipi renkli tüy takılı fötr şapka, ellerinde pilli radyo, çala çala dolaşırlardı ya. İşte o radyolardan. Ama ben sokaklarda çalmam, görgüsüzlük olur.

Ertesi gün, bir Libya uçağı ile geometrik düzende ekilmiş portakal ağaçları üzerinden Trablus (Osmanlı’nın Trablusgarb’ı, batılının Tripoli’si) hava alanına indik. Trablus, Bingazi’ye nazaran daha planlı ve şirin bir kent. Sahil boyunca o zamanın lüks sayılabilecek İtalyan stili otelleri sıralanmış. Çarşılarında amaçsızca dolaşan erkek kalabalığı dikkatimizi çekiyor. Alışveriş eden tek tük kadınlarda tesettürlü oranı bizden daha fazla değil. Akarap değiller; daha koyuca tene sahipler. Arap toplumları birbirinden farklı toplumlardır. Araplaşmış Berberî ve diğer Kuzey Afrikalılar, Ortadoğu Araplarından farklıdırlar. Arap Yarımadasında sık rastlanan Türk düşmanlığına burada rastlamazsınız.

Dönemin büyük Türk inşaat şirketi STFA (Sezai Türkeş – Fevzi Akkaya), Trablus limanını inşa ediyor. Şantiye Şefi, bizim o zamanki yaşımız gibi genç bir mühendis. Şantiye kurdu, dâhi mühendis merhum Fevzi Akkaya ağabeyimizin rahle-i tedrisinden geçtiği işine hâkimiyetinden belli oluyor. İçi boş bırakılmış betonarme devâsâ prizmalar denizde yüzdürülüyor, içi doldurulduktan sonra dibe çöktürülüyor; üzerlerine rıhtım blokları inşa ediliyor; mendirek dışına dalga kıran tripodlar monte ediliyor; velhasıl yoğun bir çalışma devam ediyor. İnşaatı kontrol eden İngiliz firma çok titiz davranıyor; beton yüzeyindeki mercimek tanesi büyüklüğündeki boşluğu bile affetmiyor.

Libya Bayındırlık Bakanının makamına gidiyoruz. Özel kalem müdürü bizi ikaz ediyor: ‘’Makam odasına ayakkabılarınızı çıkarın da girin’’. Emre itaat ediyor, huzura kabul ediliyoruz. Arkadaşım Siirtli olup ana dili Arapçadır. Siirt Arapçasıyla Mağribi Arapçası arasında şive farkları da olsa Bakanla anlaşabiliyorlar. Bakan bizi işe ortak olacak Libyalı inşaat müteahhidine yönlendiriyor. Randevu alıyor ve gidiyoruz. Villa garajında bir Cadillac, kapısında bir Mercedes. Bize Fiat otosunu göndermişti. Girişte lüks İtalyan mobilyaları ile döşeli bir salon görüyoruz. ‘’Siz Türksünüz, bizdensiniz, gelin sizi oturduğum odaya alayım’’ diyor. Girdiğimiz odada hiç eşya yok; ama zemin nadide halılarla kaplı. Yere bağdaş kuruyoruz. Bu eşyasızlık ve yere çökme, çöl - göçebe kültürünün bir nevi devamı olsa gerek. Arkadaşımla almak istedikleri iş hakkında konuşuyorlar. Ben aval aval onlara bakıyorum. Müteahhit bana bakarak arkadaşıma: ‘’Bey galiba rahat edemedi, ama bu bizim hayatımız; bir arkadaşım evinin bir salonuna kum döşetti, üzerine kurduğu çadırda yaşıyor; çöl hasretini gideriyor’’ diyormuş. Janti bir beyefendi olan arkadaşım, gülerek ve onlarla dalga geçerek bana tercüme ediyor. Kenarda bir mangalda uşak çay demliyor. Simsiyah renk almış çayı küçük bardaklarda içiyoruz. Zıkkım gibi bir çay; çay demeye bin şahit ister. Israrlarıyla bir bardak daha içiyorum. O da ne? Sarhoş olmuşum. Her halde tein sarhoşluğu bu olsa gerek. Ayağa kalktığımda sendeliyorum.

Diğer bir gün, arkadaşımın arkadaşı gümrük memuru Ebu Ali, yemin billâh ediyor; bizi evine yemeğe davet ediyor. Arkadaşım onu evvelce İstanbul’da ağırlamış; adamcağız hâlâ İstanbul hayaliyle yaşıyor. Yer sofrasında ‘şarba’ yiyoruz. Şarba çok lezzetli, bol soslu bir nevi tas kebabı. Arkadan pilav, hoşaf ve tatlı geliyor. Ben Arapçanın başını gözünü yararak ‘’Şükran, taâm lezîze’’ diyorum. Ebu Ali, karısının Mısırlı olduğunu söylüyor; ‘’Mısırlı kadınlar makbuldür; hem kendileri, hem de yemekleri güzeldir, burada en zengin ve hatırlı kişiler gider Mısır’dan gelin getirir’’ dediğini arkadaşım tercüme ediyor. Arkadaşım ilâve ediyor: ‘’Bunlar modern kadın görmemişler, kim bilir ne menem şeydir’’ diyor. Zaten karısı yemekleri kocasına kapı aralığından uzattığından Mısırlı kadının güzelliğinden mahrum kalıyoruz. Ebu Ali’nin televizyonu bozuk, çalışmıyor. ‘’Tamir ettirmek için İtalya’ya gidip gelen ve nazım geçen birini bulmam lâzım; ama ihmal ediyorum’’ diyor. Ben hayretle yüzüne bakarken arkadaşım, ‘’burada televizyon tamiri yapacak teknisyen bulamazsınız, atarlar, yenisini alırlar’’ diyor.

Yine bir başka gün kaldığımız otelin lobby’sinde Öztürk Serengil’e rastlıyoruz. Öztürk, Seren Serengil’in babası olup eski bir komedyen ve film yıldızıdır. Trablus’ta gazino açmış. Gazinoda Arap musikisi çalıyor, kendisi de Türk mühendis ve işçilerine meddahlık yapıyor. Gel gelelim portakal suyu içine karıştırdığı votkayı da el altından servis ediyor. İçki yasak ve haram olmasına haram ama en iyi müşterileri de Libya’nın seçkin bürokratları ve devletin ileri gelenleri. Korkmuyor musun diye soruyoruz. İlk defa gördüğü bizimle bile pervasızca konuşuyor: ‘’Neden korkacakmışım, Callud benim en iyi arkadaşım’’ yanıtını alıyoruz. Dönemin Kaddafi’den sonra gelen en muteber adamı Abdüsselam Callud, Ankara Kara Harp Okulu mezunudur. Ankara’da yaşarken gece hayatına düşkün bir kişiliği olduğu söylenir. Ankara’ya resmî ziyaretinde devlet töreni ile karşılanmış, sonra ortadan kaybolmuş, sabaha karşı Ulus barlarında bulunmuştu. Öztürk Serengil’in Callud’u Türkiye’deki gece hayatından tanıması ihtimal dâhilindedir. Ne var ki Öztürk Serengil, bizden sonra tutuklanacak, hapishanede işkence görecek, bir yolunu bulup rüşvet verip kaçacak, el elde, baş başta, on parasız yurda dönecektir.

Libya’dan dönüşümüz, Alitalia uçağı ile Roma üzerinden gerçekleşti. Uçak Trablus’tan havalandıktan birkaç dakika sonra içki yüklü araba ile hostes göründü. Aman efendim, bir manzara ki görülmeğe değer. Viskiyi alan, zaman kaybetmeden açıyor, şişeyi başına dikiyordu. Libyalısı, yabancısı fark etmiyor, büyük bir iştiyakla şişeye sarılıyordu. Meğer işçi olsun, mühendis olsun ve de kalburüstü yerli halk olsun, hafta sonlarını Roma’da geçirir, Roma’ya kadar bekleyemez, içkiye uçakta başlar, paralarını veya maaşlarını Roma’da eritir ve tekrar kürkçü dükkânına dönerlermiş. Nihayet Roma’dayız. İki dün sonra da ver elini Türkiye. Ohhh, Dünya varmış, insanın vatanı gibisi yok.

Bu anılar biraz eski de olsa, sizlere Libya’daki sosyal yaşam hakkında epey fikir vermiş olmalı.


yerguvenc@gmail.com

Yayın Tarihi : 4 Mart 2011 Cuma 16:37:05


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 85.103.72.xxx Tarih : 6.03.2011 11:02:47

Vay sizi köftehorlar; döviz kaçırırsınız haa!. Ah, zaman aşımı olmasaydı binerdim tepenize! Yahu, ne devirlerden geçtik?!. Gerçekden ben de Kambiyocu olarak meslek hayatımı boşa geçirdiğimi hissediyorum.  İşte, ithâl ikamesi adına, yerli sermayeye destek uğruna çalıştık da ne derece faydalı oldu, orasını bilemiyorum; zira gene de yurt dışında külliyetli mikdarda Türk sermayesi vardı, Türklere ait 72 ticarî teknenin başka bandralar altında Dünya yüzünde cirit attığı söyleniyordu. Rahmetli Özal'ın yaptığı en mantıklı iş kambiyo takyidatını kaldırmak oldu. Ben de1981 sonunda Libya'ya döviz kaçakçısı olarak girmişim de farkında değildim. Yanımda hatırı sayılı bir mikdar görev dövizi vardı. Benim bildiğim Hava alanına inmeden mevrid ülkenin girişle ilgi mevzuatı hakkında bilgi verilir. Böyle bir ikaz almadığım için Zengin Libyaya elimi kolumu sallayarak girdim. Kapı da da deklare edilecek bir şeyim olup olmadığı sorulmadı. Meğer girişde deklare edilmesi şartmış ve içerde avlarlarmış; Bizim yurttaşlar bunu haber verdiler ve sakın dövizlerini tahvil için bankalara uğrama hem tamamını müsadere ederler hem de kendini Fizan zindanlarında bulursun; çoluk çocuğun bir daha haberini alamaz. Tanrım ne heyecanlar çektim, el altından bizim dostlara döviz bozdurdum. Dönerken Gümrük çıkışı sekte-i kâllpden gitmek üzere idim; Tanrı yardımıma yetişti.; genel bir cereyan kesintisi 1.5 saat boyunca hayatı durdurdu (sık sık olurmuş zaten) . Elektrik geldiğinde görevlilerde de mecal kalmamıştı. Bizi hemen sepetlediler.

Rahmetli Öztürk Serengil'in başına gelenler Libyadaki hemen tüm yabancıların serencamı. Gerçekden yerliler evlerinde kör kütük içerler. Hattâ Serengil'in hulûs çaktığı Callud da iyi içici imiş. Fakat onun hakkında, içtiği için çok yakın arkadaşı olmasına rağmen Kaddafînin onun kırbaçlattığı hikayesi çıkarılmıştı (Kaddafînin ne kadar adaletli olduğu vurgulansın diye) Müteahhitlerin ihaleyi çok düşük fiyat verip rahatlıkla almaları için Libyaya ilk seferinde içki dolu bir tekne gönderdikleri söylenirdi. Şantiyelerini, makina parklarını oaradan kazandıkları para ile kurarlarmış. Bizim bir müteahhit acze düşmüş; işçilere ait stopaj vergilerini ve sigorta primlerini ödeyemez hâle gelince takibata maruz kalıyor; fakat rüşvet karşılığı hemen Türkiyeye kaçıyor. Bütün işçiler ve personel ise rehin alınıyor bir kampda enterne ediliyor; başka işlerde çalıştırılmıyor. Yıllar yılı uğraştıkdan sonra diplomatik yoldan başka iş  bulmalarına  müsaade edilmiş. Zaten posta hizmeti felç; ben de evle iletişimi Elçilik kuriyeleri aracılığı ile sağlıyordum. Koskoca bir işletmenin tüm personelinin tecrid edilmesi ne demektir. Orada çalışan bir mühendis çektiklerini anlattı; yürekler dayanmaz; "kendimi unutmak için üzüm topluyor, onları fermante edip şarap yapıp kendimden geçiyordum. İşte böyle matığın ve ahlâk anlayışının alt üst olduğu bir diyar.  

Ben de Elçilik Müsteşarı refakatinde Gelirler Genel Müdürüne gitmiştim; senden farklı olarak bize papuç çıkartmadılar. Sağları solları yok velhasıl.