Hac farîzasının tamamlandığı şu günlerde, İslâm’ın kutsal mekânı Kâbe’yi, dînî açıdan yüceliği yanında, mimarî açıdan da incelemenin, meraklısı için ilginç olacağı kanısındayım.
Sözcük olarak ‘Kâbe’, Arapça ‘küb’ ve ‘mikâb’tan gelmekte, yapının geometrik şekli olan ‘küp’ü ifade etmektedir. ‘Kıble’ sözcüğü ise yine Arapça ‘kıbel’ yani ‘yön’ anlamına gelmektedir.
Dînî mimarideki anlamı açısından, yön kavramı üzerinde biraz duralım. Gerek çok tanrılı, gerekse tek tanrılı dinlerde tapınma veya dualar, eskiden beri belirli bir doğrultuya yöneltilmiştir. Yani insanlar, tapınım veya ibadetlerini, evvelden saptanmış bir yöne doğru yerine getirmişlerdir. Tapınak ve mabet mimarilerini incelediğimiz zaman, antik çağ tapınaklarına Doğudan girildiğini, sunak veya mihrabın Batı yönünde yer aldığını görüyoruz. Bu planlamanın amacı, mekânın sonuna yerleştirilen tapınım objelerinin, tanrı veya tanrıça heykellerinin, Doğudan gelen sabahın ilk ışıkları ile aydınlanabilmesini sağlayarak kişiler üzerindeki etkisini arttırmaktır. Tek tanrılı semâvî dinlere gelince: Musevîlikte, havralar (sinagoglar), kutsal kent Kudüs’e (Yeruşalayim – Jerusalem) yöneltilmiştir. Hristiyanlıkta kiliselere Batıdan girilir, mihrap Doğu yönünde tertiplenir. İslâm’da hicretin ikinci yılına kadar, kutsal kent Kudüs yönünde ibadet edilirdi. İkinci yılda bir gün, Hz. Muhammed’in Kudüs’e doğru kıldığı namazın ikinci rekâtından sonra, yüzünü Kâbe yönüne çevirerek namazını tamamladığı görülmüş. Aslında bu eylem, Bakara Suresi, 139 da ‘Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir’ mealindeki ayette yerini almıştır.
Kâbe’nin tasarım ve inşaatı hakkında bilimsel kaynak bulmak zor. Bizim inancımıza göre Hz. İbrahim, Allah’ın emri ile eşi Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail ile Filistin’den Mekke’ye göçtü. Hz. İbrahim, eşi ve oğlunu bir ağacın altına bıraktı. Hz. Hacer susadı; çevrede su aramaya koyuldu. Safa tepesi ile Merve arasını 7 kere gitti-geldi. Yedinci turunda (ki hacı adayları da bu yolu kat ederler) suyu Merve’de buldu. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinin 9. cildinde bu olayı bu günün Türkçesi ile şöyle yorumluyor: ‘’Zemzem, İbranicede ‘jenijem’dir…(Yedi kere gidiş-gelişi anlattıktan sonra)…Hz. İsmail’in tepinerek topuğunu vurduğu yerden pınar çıktı. Hz. Hacer koşarak geldi; suyu görünce ‘elhamdülillâh’ anlamında İbranice ‘jenijem’ (Zemzem) diye bağırdı ve dua etti’’ diyor.
İşte bu pınarın (kuyunun) yanına Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından Kâbe inşa edilir. Baba-oğul, Ebu Kubeys Dağı’ndan getirdikleri Hacer-ül Esvet taşını da yapının Doğu köşesine yerleştirerek ‘Tanrı Evi’ni tamamlarlar. (Al-i Ümran Suresi, 90. ve Bakara Suresi, 121. ayetler.) Bazı kaynaklarda, ilk dönemdeki Kâbe’nin, üstü açık, harçsız taşlarla örülmüş alçak duvarlı basit bir yapı olduğu ifade ediliyor. Daha sonraki bir zamanda yapılan inşaatla, yapının bu günkü formuna yakın bir biçime geldiği anlatılıyor. Ancak, Hz. Muhammed’in gençlik yıllarında oluşan büyük bir selin, bu yapıyı da yıktığı söyleniyor. Bazı kaynaklara göre, yıkımın ardından Kâbe’yi yeniden yapmak üzere, Cidde limanında karaya oturmuş bir gemide bulunan inşaat malzemeleri ve kereste ile beraber, yapı ustası Bizanslı Bagum’un Mekke’ye celp edildiği; kimsenin ellemeye cesaret edemediği, yıkımdan kalan moloz ve taşların din adamları tarafından toplandığı, kâgir inşaatın Bagum usta, ahşap işlerinin Mekke’li bir kıptî (kopt) usta tarafından yapıldığı, Hacer-i Esvet’in yine eski yerine, binanın Doğu köşesine yerleştirildiği anlatılıyor.
Bu yapı faaliyetlerinden de anlaşıldığı gibi Kâbe, İslâm’dan önceki dönemde de dinsel bir mekândı. Araplar, genelde tek tanrıya inanmakla beraber, tanrı ile aralarında şefaatçı (aracı) olarak putları kullanırlardı. Kâbe’nin içinde 360 kadar put vardı. Binanın orta kısmına Hubel putu yerleştirilmişti, ki bu putun üzerinde gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin tasvirleri bulunuyordu. Yine önemli putlardan Bedevi kabilelerin taptığı El-Uzza, Kureyşlilerin en kutsal saydıkları güneş tanrıçası El-Lat vardı. Arap şairler, tanrıya adadıkları kasidelerini Kâbe duvarına asarlardı. O günlerden kalan bir âdet olan ağaçlara adak bezi bağlama günümüzde de devam ettiği gibi, hâlâ daha Taif taraflarında Lat’ı kutsal tanıyan topluluklar olduğu söyleniyor. Hicretin 8. yılında, yani 630 yılında Mekke’nin Müslümanlarca fethi ile Kâbe’deki putlar indirildi, kırıldı. Kâbe çevresinde yapılan tüm eski dinsel törenler, İslâm’a göre yeniden düzenlendi. Hicretin 10. yılında da ‘Hac’ törenleri başladı.
İslâm döneminde, hac farîzasının gerektirdiği Kâbe çevresi, alan yeniden düzenlendi. Bu alanın adı, Mescid-i Haram veya Harem-i Şerif’tir. Kâbe, bu dairesel alanın ortasında kalır. Çevresi, sütunlu revakla çevrilmiş olup, üç katlıdır. Zemzem kuyusu, Hacer-i Esvet’in karşısında yer alır. Alanda bir metre yükseklikteki dairesel duvara El-Hatim denir. Yine alandaki küçük kubbeli mahalle, ‘Makam-ı İbrahim’ denir ki, kubbe altındaki taş, Hz. İbrahim’in inşaatta oturup dinlendiği taş olarak nitelenir. Alandaki sığ bir çukurluğa En-Nican (Tekne) denir ki Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in harç kardığı yer olarak kabul edilir.
Hicretin 64. yılında, yani 686 yılında Yezid’in komutanı Hasan bin Nubeyr, Mescid-i Haram’ı kuşattı ve Kâbe’yi taşa tutarak harap etti. Yezid’den sonra halife olan Abdullah bin Zübeyr, harabeyi yıkarak Hz. İbrahim’in yaptığı temellere ulaştı. Bulunan temeller üzerine yeniden inşa ettiği mekânı 687 yılında bitirdi. Kâbe, daha sonra, zaman zaman tamir gördü ise de ana yapıda fazla değişiklik yapılmadı.
Osmanlı döneminde, Yavuz Sultan Selim, Harem-i Şerif çevre revaklarının ahşap olan tavanlarına kâgir kubbeler yaptırdı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise, 1533 te yapılan inşaatı Evliya Çelebi şöyle anlatıyor: ‘’Mekke-i Mükerreme ve Beytullah-ül Harem, Bekke denilen bir dere içredir. Seller, Harem-i Şerif’i suya gark edermiş. Sultan Süleyman Han, Mimar Sinan’ı ve Mahmud Paşa’yı mutemet yapıp, 7 senede çevreyi yükseltmiş, selden kurtarmış.’’ diyor. Daha sonra, 1612 de Sultan Ahmed onarmış. 1621 de deprem, Kâbe’nin üç duvarını yıkmış ve çatısı çökmüş. IV. Murat, yapıyı eski durumuna uygun olarak yeniletmiş ve Kâbe, 1629 da yeniden açılmış. Daha sonra gelen Osmanlı padişahları da yapı ile yakın ilgilerini devam ettirmişler. Örneğin, Kâbe’nin çörteni (su oluğu), Sultan Aziz’in fermanı ile som altından imal edilmiş ve yerine konmuştur.
Şimdi Kâbe’nin planını inceleyelim. Kareye yakın olan plandaki köşegen çizgilerinin uzantısı dört coğrafi yön doğrultusundadır. Dört köşenin ayrı isimleri vardır. Kutsal taşın yerleştirildiği Doğu köşesi, Er-Rükn-ül-Esvet; Batı köşesi, Er-Rükn-üş-Şamî; Kuzey köşesi, Er-Rükn-ü-Irakî; Güney köşesi, Er-Rükn-ül-Yemenî’dir. Yani bu üç köşe, yönlerindeki kentlerin adını almışlardır. Plan ölçüleri şöyledir: Doğu köşesinden itibaren saat ibresi yönünde gidersek, Güney-Doğu duvarı 12,70 m., Güney-Batı duvarı 12,04 m., Kuzey-Batı duvarı, 11,28 m., Kuzey-Doğu duvarı, 11,03 m. ölçülmüş. Duvar kalınlıkları 90 cm. kadardır. Bu ölçülere göre iç mekân alanı, 118 m2 kadar oluyor. Kenarlar farklı ölçülerde, bunun sonucu olarak iç açılar 90 ar derece olamadığına göre tam kare değil, ama kareye yakın. Yükseklik, 13 m. kadar olduğuna göre küp te değil, ama küpe yakın.
Kâbe’nin taşıyıcı duvar malzemesi yontma taştır. Evliya Çelebi: ‘’…sarıya çalan zeytûnî renkte savvan taşından yapılmıştır.’’ diyor. Savan taşının ne olduğunu bilmiyoruz, ama aslı Mekke çevresinden çıkarılan koyu renkli taşlardır. Şimdi de iç mekânı inceleyelim. Zemin ve iç duvarlar mermer kaplama. Doğu köşede, 1,5 m. kadar yüksekte Hacer-i Evset duruyor. Bu kutsal taş, üç büyük ve bir küçük parçaya ayrılmış olup, taşlar bir gümüş halka ile birleştirilmiş. Rengi siyahtan açık neftîye çalan benekli bir taş. Hacı adayları, dış köşede bulunan, yine aynı adlı taşa dokunabiliyorlar. Binaya, Kuzey-Batı cephesinde bulunan 2 m. yükseklikteki kapıdan giriliyor. Kapı kaplaması gümüş diye tarif ediliyor; galiba şimdi altın yapmışlar. Kapı, dış platforma göre yüksekte kaldığından, içeriye girileceği zaman tekerlekli bir ahşap merdiven yanaştırılıyor. Orta hizada bulunan üç adet ahşap direk, ahşap tavanı ve çatıyı desteklemektedir. Bir de çatıya tırmanmak için ahşap merdiven bulunmaktadır. Çatıdaki yağmur suyunu dışarıya akıtmak için Kuzey-Batı yönünde bir altın oluk (çörten), (Arapça mizab) vardır. Kâbe’nin içine girmek herkese ve her hacı adayına nasip olmaz. Evliya Çelebi girmiş, ‘’Beyt-i Şerif’in içi, ‘Lâ İlâhe İl-Allah, Muhammeden Resulullah’ yazılı kırmızı ipek perdelerdir. Tavandan altın ve gümüş kandiller sarkar. Fakat cami ve mescitler gibi süslü değildir.’’ diyor.
Kâbe’nin üzeri, her yıl yeni bir siyah örtü ile örtülür. İlk zamanlar, Yemen emirleri hasır örterlermiş. İlk kumaş örtüyü Haccac örttürmüş. Daha sonraları, Mısır sultanları sırmalı siyah kisve giydirmişler. Osmanlı, örtüyü Mısır’da dokutturur, üzerine altın ve gümüş işlemeli kelime-i şahadet işlenir, diğer özel hediyelerle beraber, ‘Sürre’ denilen kervanla Mekke’ye ulaştırırdı. Bir yıl boyunca eskiyen örtü, parçalara bölünür, parçalar hacılara dağıtılır, ölüm halinde tabutlar üzerine konurdu.
Şimdi biraz da bu günkü Arabistan ve Mekke kentinden bahsedelim: Günümüzde, Kâbe’ye hizmet görevini Suudi Arabistan devleti yapıyor. Suudi TV si, kraldan bahsederken ‘İki kutsal mekânın hizmetkârı’ sıfatını kullanıyor. Bilindiği gibi, iki kutsal mekân, Mekke’deki ‘Harem-i Şerif’ (Kâbe), Medine’deki ‘Ravza-i Mutahhara’ (Peygamberimizin Mezarı) dır. Suudi Arabistan devletinin ve de krallarının mezhebi, Vehhabîlik’tir. Bu mezhebin 200 sene kadar bir geçmişi vardır. Osmanlı devleti, kutsal mekânlara çok iyi bakıyor, buralardan para kazanma amacı gütmüyor, aksine büyük paralar harcıyordu. Bu gün ise hac, Suudî devletine büyük paralar kazandıran bir tören haline gelmiştir. Mekke kenti ise, günümüzde ulvî havasını tamamen kaybetmiştir. Kudüs’te bilinçli bir şekilde korunan mistik hava, Mekke’de tamamen yok edilmiştir. Büyük hafriyatlarla kentin topoğrafyası değiştirilmekte, eski ve tarihî binalar yıkılmakta, yerlerine modern gökdelenler dikilmektedir. Mescid-i Haram’ın çevresindeki eski yerleşimin, sanat değeri olmayan, gelişigüzel ve sağlıksız yapılar topluluğu olduğunu tahmin etmek zor değil. Ancak yeni imar planlarında, mevcut dar ve dolambaçlı sokakları bozmadan, Kâbe’nin mistik etkisini azaltmayacak ve onu ezmeyecek şekilde, iki katı geçmeyen yapıların tertiplenmesi gerekirdi. Bu yapılar, hac zamanı pansiyon olarak kullanılabilirdi. Ama bu çevre de bilinçsiz imardan nasibini almış ve tüm çevre, konutları, devre mülkleri, otelleri, alış-veriş merkezleri ve ticarethaneleri içeren yüksek bloklarla kuşatılmış, Mescid-i Haram, bu yabancı ve yüksek kitlelerin ortasında haşmetini ve mistik havasını kaybetmiştir. Bu gün, en lüks mağazalara, otel ve restoranlara, Harem-i Şerif’in yanı başında veya yürüme mesafesi içinde ulaşabilirsiniz. Halbuki günümüzün gerektirdiği ihtiyaçları karşılayacak, otel, restoran, alış-veriş merkezleri gibi modern tesisler, Mekke kentinin yanında inşa edilecek bir uydu kentte yer alabilirdi.
Zemzem suyunu, yerinde bedava içebiliyorsunuz. Aynı suyu, kurulan pompa tesisleri ve borularla kentin dışındaki işletme tesislerine aktarıyor, dezenfeksiyondan sonra bidonlara doldurarak ihraç ediyor, Dünya Müslümanlarına pazarlıyorlar.
Bu arada, kentin içinde, Osmanlı’dan kalan yapıtlar, özellikle yok edilmektedir. Geçtiğimiz yıl yıkılan tarihî Ecyad Kalesi’nin arazisinde, konut ve alış-veriş merkezi olacak 7 adet gökdelenin inşaatı sürmektedir. Dünyanın tarih mirası kalenin yıkımına kimse mânî olamamıştır. Gittiğim, Basra Körfezi tarafında, El-Jubail’de bir kerpiç kale gezdim. Osmanlı ile savaşırken çöldeki tek suyun başına yapmışlar. Su almaya gelen Türk askerini vurmuş, suya yanaştırmamışlar. Birliğimiz susuzluktan kırılmış, ölmüş. İşte bunu bir levhaya yazıp, kaleyi de iftiharla koruyorlar.
Son hac farîzasında, yıkılan otel binası altında kalarak vefat eden iki hemşiremizin gömüldükleri mezarlığı her halde gazetelerde gördünüz. Devletin resmî mezhebi olan Vehhabilikte mezara taş dikilmez; put addedilir. Cenaze namazından sonra defin töreni yapılmaz, gömülenin yeri belli olmaz. ‘’Taşa ne gerek var, siz Fatiha’nızı okuyun, ona ulaşır.’’ derler. Matem yapmak ta yasaktır. Bu adamlar, Osmanlı’nın yaptırdığı, Sultan Hamit’in ihya ettiği ve nakışlarla süslediği sahabe türbelerini de yıktılar, yerle bir ettiler. Yine Osmanlı’nın ihya ettiği Hz. Hatice’nin mezarını yok edip, üzerine otel yaptılar. Sadece Ravza-i Mutahhara’ya, peygamberimizin türbesine dokunamıyorlar. Bir de türbeye: ‘Hz. Muhammed’e ait eşyalar, Türkler tarafından çalınmıştır’ şeklinde bir levha asmışlar. (Her halde Topkapı Sarayında korunan kutsal emanetleri kast ediyorlar)
Her ne ise…Onların inançları da böyle.
Büyük mutasavvıf İmam Gazalî’nin bir sözü var: ‘’Kâbe’yi tavaf, dînî görevdir. Ama gerçek Kâbe, Mekke’de değil, insanın gönlündedir; ve de en makbul hac, insanın gönlüne girebilmektir.’’ demiş.
NOT: Kâbe’nin tarihçesi ve ölçülerini bana veren yeğenim Yüksek Mimar Alkan Akpınar’a teşekkürler.
Hocam,
Kalemine, yüreğine sağlık. Hoş bir yazı olmuş. Bizim kendini dindar sanan kaç tane adamın bilgisi vardır acaba bunlardan diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Saygılarımla
berbat ve ötesi.yazılar biraz daha büyük olsa işime yarıcak ama neysee artık sonra görüşürüz şekerlerim by . MUCUK