19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Nükleer Santral Projesi

Yazar Erdem Yücel’in Kenthaber’de yayınlanan ‘’Sinop’ta Nükleer Santral; Akıl Alacak Gibi Değil’’ başlıklı, insanı düşünceye yönlendiren yazısını ilgi ile okudum. Demek ki, kaşla göz arasında Sinop’ta nükleer santral kurulmasına karar verilmiş. Ne var ki ben, böylesine önemli bir konuya karar vermeden evvel, konunun bilim adamları düzeyinde tartışılarak, sonuçlarının kamu oyuna sunulması gerektiğine inananlardanım. Yazıda, halkta ve aydın kesimde nükleer santral projesine karşı tepkilerin oluştuğu, buna karşın bir grup Sinoplunun işsizliğe çare olarak gördükleri tesisi istedikleri anlatılıyor. Yani, bilimsel tartışma yine geri planda kalıyor.

Sinop, yazarın da bahsettiği gibi ‘Diogenes’in doğduğu yer. Hani şu, gündüz vakti fenerini yakıp etrafta adam arayan, ‘Benden ne dilersin?’ diyen Büyük İskender’e ‘Gölge etme, başka ihsan istemem’ diyebilen filozof. Demek ki Diogenes, bu günün Sinop’unda yaşasa idi, sokaklarda aynı eylemi yapmaya, zamane büyüklerine aynı sözü söylemeye devam edecekti.

Ne var ki elektrik enerjisi, bu günün dünyasında, ‘olmazsa olmaz’ların en başında gelen bir enerji. Sanayileşmemizin ve de modern yaşamımızın bu en önemli dayanağına olan ihtiyacımız, her yıl katlanarak artıyor. Yani, yeni santrallar yapmamız bir zorunluluk. Elektriği üretmek için ise başka enerji kaynaklarını kullanmamız gerekiyor. ‘Lavoisier’, daha XVIII’inci yüzyılda maddenin ortadan kaldırılamayacağını ispatlamış. Bize bunu, daha orta okul sıralarında, ‘Dünyadan hiçbir şey eksilmez, hiçbir şey de yoktan var olamaz.’ şeklinde anlatmışlardı. Gerçi, lise sıralarında ‘Einstein’ın E=mc2 formülüne göre, maddesel taneciklerin, enerji açığa çıkararak yok olması biraz aklımızı karıştırsa da, negatif yüklü bir elektronla, pozitif yüklü bir elektronu çarpıştırınca tanecikler yok oluyordu ama, yine de sonuçta gamma ışınlarına dönüşüyorlardı. Demek ki, elektrik elde etmek için, bir takım maddeleri kullanarak, onlardan elde ettiğimiz enerjiyi, elektrik enerjisine dönüştürmemiz gerekiyor. Elektriğin bir özelliği daha var; depolayamıyorsunuz. Yani, elde ettiğiniz anda kullanacak, o anda ne kadar gereksiniminiz varsa, o kadar üreteceksiniz.

Elektrik elde etmek için hangi enerjileri kullanacağımızı bir özetleyelim:
Göldeki durgun suyun, potansiyel enerjisi vardır. Bu suyu akıtırsak, kinetik enerji elde ederiz. İşte burada ‘hidroelektrik santralları’ devreye girer. Baraj yaparak oluşturduğumuz yapay gölden alt düzeye akıtılan ve yükseklikle oluşan suyun basıncı, türbin çarklarını döndürür. Bu çarklara bağlı alternatörler de elektriği üretir. Bu sistem, baraj inşaatı dolayısıyla zaman alan ve ilk tesis maliyeti yüksek, ama işletme maliyeti düşük bir sistemdir. Çevreye etkileri açısından, tarım arazilerinin kaybı, bazı yerleşimlerin ve arkeolojik değerlerin su altında kalması eksi, balıkçılık, su sporları, sulama kanalları ile sulu tarıma geçiş, meteorolojik değişimler artı puanlarıdır. Son yıllarda, barajlar konusunda büyük atılımlar yapmış olmamıza rağmen, şu anda hidrolik potansiyelimizin ancak % 28’ini kullanıyoruz.

Rüzgâr santralları, çevreye en az zarar veren sistemler olmakla beraber, rüzgâr şiddetinin değişkenliği ve devamlılık arz etmemesi nedeni ile verdiği enerji, ancak ana şebekeyi destekler mahiyettedir. 

Termik santrallar, kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtları kullanmak suretiyle, suyun ısıtılarak basınçlı buhar elde edilmesi, bu buharın türbin çarklarını, çarkların da alternatörleri döndürmesi ile elektrik üretilmesi esasına dayanır. (James Watt’ın pistonlu buhar makinesi aracılığı ile elektrik üretilmesi, çok gerilerde kaldı.) Termik sistemde ilk tesis maliyeti, hidrolik santrallar kadar yüksek olmasa da, işletme maliyetleri yüksektir. Biz, linyit potansiyelimizin % 34’ünü kullanıyoruz. Ancak, linyit rezervlerimizin, coğrafi açıdan dağınık ve de düşük kalitede olması, elektrik üretim maliyetini yükseltmektedir. Fosil yakıtlar verimi, dünya standartlarında % 50’lere kadar çıkmışken, bizdeki verim, % 20’lerde kalmaktadır. Çevreye olan etkilerine gelince: Kömürler, bileşimlerinde azot ve kükürt içerir. Yandıktan sonra da bunların oksitleri ve bileşikleri duman olarak havaya karışır. Havaya verilen kükürtlü hidrojen (H2S), sisli ve nemli ortamda oksijenle birleşerek asit yağmurları halinde toprağa düşer; orman ve diğer bitki örtüsüne çok zarar verirler. En önemlisi, bu dumanlar, insanın en doğal hakkı olan temiz hava solumalarını ellerinden alarak çeşitli akciğer hastalıklarına zemin hazırlar. Bunun en somut örneğini, Yatağan termik santralında yaşıyoruz. Demek ki, bu sistemi olabildiğince kullanmamamız, mevcut tesislerimizi de yedeğe alıp, gereksinimin arttığı kış aylarında devreye sokmamız isabetli olacaktır.

Petrol ve doğal gaz santrallarımızın yüksek işletme maliyetleri yanında, yakıtının dış ülkelere bağımlılığı ile, başımızın üzerinde ne menem bir ‘Demoklesin kılıcı’ taşıdığımızı unutmamak gerekir.

Kömürün hava kirliliğine neden olması, petrol fiyatlarının anormal yükselişi, ekonomik açıdan gelişmişlikleri yanında yüksek teknolojiye sahip, ABD, Fransa, Almanya, Japonya gibi ülkeleri, nükleer santrallar kurmaya sevk etti. Sovyet rejimi de aynı yolu denedi. Nükleer santralların ilk tesis maliyetlerinin yüksek olmasına ve ileri teknoloji gerektirmesine karşın, işletme maliyetleri çok düşüktür. Nükleer santrallar sayesinde, termik santralları yedeğe alıp, gereksinimin arttığı kış aylarında devreye sokma olanağına kavuştular. Nükleer santralların işleyişi, termik santrallardan farklı değil. Fark, sadece yakıtın cinsinde. Bu yakıt, zenginleştirilmiş uranyum. Reaktörlerde, atomların zincirleme parçalanmasından doğan ısı enerjisi ile elde edilen buhar, türbinlere gönderilir, türbinler alternatörleri döndürür. Bu sistemde, çekirdeklerin parçalanma düzeyinin ve nötronların verimliliğinin ayarlanması, büyük uzmanlık gerektirir. Nükleer enerji ile üretilen elektrik, termik santrallardaki kömür kullanılarak üretilen elektriğe göre % 30, akaryakıt kullanılarak üretilen elektriğe göre % 70 daha ucuza mal olmaktadır. Nükleer santrallarda önemli olan husus, teknolojide en ufak bilgisizlik ve ihmale yer verilmemesi; bir de radyoaktif atıkların saklanmasında titizlik gösterilmesidir. Bunun için de uzman fizikçi ve mühendislere ve de ciddî yönetime gereksinim vardır. 

Bildiğimiz gibi, geri teknoloji ürünü Çernobil nükleer santralı, 26.Nisan.1986 günü bir reaktörünün infilâk etmesi ile çevreye dehşet saçmıştı. Patlamada 31 kişi öldü ama ölenler bu kadarla kalmadı. 4 yıl içinde 25 bin kişi çevreye yayılan radyasyon yüzünden hayatını kaybetti. Yine Dünya Sağlık Örgütü (WHO) raporuna göre bu güne kadar Avrupa’da 16 bin kişi ölmüş, 7 bin kişi de önümüzdeki yıllarda kansere yakalanacakmış. Bizde bilimsel istatistikler olmamakla beraber, özellikle Doğu Karadeniz bölgesinde, kanser vak’alarının artış gösterdiği biliniyor. ‘Bu çaylarda hiçbir şey yok’ diye gerine gerine TV ekranlarında Rize çayı içen bakanımız sayesinde kaç kurban verdiğimizi de bilmiyoruz. 

Gelişmiş ülkeler, hidrolik, termik ve nükleer enerjileri, doğal kaynaklarının verdiği olanaklar ölçüsünde, optimum oranları bularak kullanıyorlar. Birincil kaynaklarının tümüne yakınını kullanan, veya hidrolik kaynaklardan mahrum ülkeler, yüksek verim aldıkları nükleer santral inşasına yöneliyorlar. Risk faktörünü de minimuma indiriyorlar. Aslında, hidrolik, termik ve nükleer santraların her birinde risk vardır. Bu, şuna benzer: Ölümlü trafik kazaları açısından karayolu mu, denizyolu mu, havayolu mu risklidir? Her üç yolda da kaza riski vardır. Çok kişinin havayolundan korkması yanında, istatistikler havayolunun daha az riskli olduğunu söylüyor. Ama ne şartla? İleri teknoloji, titiz bakım, işletme ilkeleri ve uzman pilot şartı ile. İşte nükleer santrallar da böyledir.

Şu da kesindir ki, hiçbir endüstriyel tesisin doğaya zarar vermemesi mümkün değildir. Örneğin, Kocaeli Dilovası sanayi bölgesinde, 10 yıldan fazla oturanlardan, her 3 ölümden birinin ölüm nedeni, akciğer kanseri imiş. Buradaki yanlış, sanayide değil, sanayi bölgesi ile ikamet bölgesinin iç içe olmasındadır. Sanayi tesislerinden vaz geçemiyeceğimize göre, olması gereken, yerleşim bölgeleri ile sanayi bölgelerini ayırmak, doğal ve meteorolojik şartları dikkate alarak doğru planlama yapmak, yani bilimin şartlarını yerine getirmektir. Ben çevrecilerin yaptığı bazı eylemlerden, zaman zaman şüpheye düşerim. Konuları bilimsel platforma taşımak varken, bir takım sloganlarla çeşitli gösteriler yapmak ne derece doğrudur? Örneğin, Bergama’da altın çıkarılması olayını bilim adamları ile tartışmak varken, basının ‘hopdediks’ adı ile dalga geçtiği, zavallı pijamalı köylüyü kamu oyunun önüne atmanın âlemi var mıdır?

Peki, biz nükleer enerjiyi kullanmaya hazır mıyız? Ben, pek emin değilim. Santralın yapılacağı yer nasıl seçiliyor? Sinop, her halde piyangodan çıkmadı. Acaba hangi faktörler bir araya geldi de Sinop seçildi; bilmiyoruz. Bunlar kamu oyuna niçin açıklanmaz; acaba ‘devlet sırrı’ mı? Ayrıca da yukarıda söylediğim gibi, daha sularımızın kinetik enerji potansiyelinin % 28’ini kullandığımızı dikkate alırsak bu oranı daha yukarılara çekmek varken, çok pahalı bir yatırım olan nükleer enerjiyi kullanmanın, teknolojimizin ve insan kaynaklarımızın yetersizliği açısından erken olduğunu düşünüyorum.

Yazımı sonlandırmadan evvel, Burhan Felek’in bir yazısından aklımda kalan otantik bir olayı anlatayım. Efendim, Sultan Abdülhamit, sarayını toplarıyla tehdit ederler korkusu ile savaş donanmamızı Haliç’e hapsetmiş, talim yaptırmamış, bir anlamda donanmayı çürümeye terk etmişti. Orduda olduğu gibi bu donanmada da, iki çeşit zabit (subay) vardı: Alaylılar ve mektepliler. Yani, alaydan yetişmiş cahil subaylarla, Harbiye’den yetişmiş bilgili ve eğitimli subaylar. Aslında alaylıları ordudan tasfiye etmek gerek, ama bunu göze alamıyorlar; (Nitekim bir süre sonra, 31.Mart vakası, bu alaylıların başının altından çıkacaktır.) alaylıları sınava tabi tutuyorlar. Ancak, bir zırhlının alaylı, ama sevilen bir çarkçıbaşısına (gemi işletme mühendisi) torpil yapıp sınavda başarılı olması için kolay bir soru soruyorlar. Soru şu: ‘Geminin kazanı patlarsa ne yaparsın?’. Alaylının cevabı: ‘Allah o günleri göstermesin Paşam’ oluyor.

Bunu niçin anlatıyorum? Kıssadan hisse çıkaralım diye. Zamanımızda da mektepli olduğu halde, alaylılar mertebesinde çok insan var. Onun içindir ki, nükleer güçle şaka olmaz; bu işte de ‘Benden olsun da, isterse çamurdan olsun’ mantığı sökmez demek istiyorum.
Yayın Tarihi : 28 Nisan 2006 Cuma 14:35:34


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
ebru karabulut IP: 78.180.17.xxx Tarih : 27.11.2007 20:09:41

Bence cok iyi tebrik ederim... byyy


ayss IP: 88.254.177.xxx Tarih : 15.03.2008 19:31:22

hakikaten ancak bu kadar öz bir açıklama yapılır.çok beğendim."insanların kaybedecek çok az şeyinin kaldığı yaşam şartlarında,tehlikenin büyüklüğünün farkında olunmasını ve tehlikeye karşı tepki gösterilmesini umuyorum."