17
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Parklar

Kenthaber köşe yazarı, saygıdeğer komşum Nazmi Öner, bir süredir sürdürdüğü gezi yazılarında bizlere akıcı, edebi üslûbuyla Gürcistan’ı anlatıyor. Son ‘’Park’’ yazısında Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te gördüğübüyük parkta kendisiyle birlikte bizleri de dolaştırıyor. ‘’… Vadinin tümünü kaplayan devasa büyüklükteki parkta devasa ağaçlar vardı… Ağaçların şahlanırcasına göğe yükselişi, yeşilin gür ve canlı duruşu kadar düzeni ve devasa heykellerle donatılması parka değer katıyordu…‘’

Bir an düşündüm. Bizim de böylesine büyük, devasa parklarımız var mı? Yoksa böylesine devasa, düzenli ve heykellerle donatılmış parkların oluşumu, ülkenin kültür düzeyi ile doğru orantılı mıdır?

Yok canım, haksızlık etmeyelim. İstanbul’da Meşrutiyet döneminde Topkapı Sarayı’ndan ayrılıp halkın hizmetine açılan Gülhane Parkı’mız var. Şehremini Cemil Topuzlu, asırlık ağaçlarla bezeli bu parkı açtığında yeşile ve sükûnete hasret dönemin gençleri için bulunmaz bir nimet, buluşma yeri olmuştu. Tamam da,acaba bunca hizmet hora geçti mi dersiniz? Ne münasebet; İstanbul halkı, parka isim bulmakta hiç gecikmedi: Cemil Paşa kerhanesi.

Cumhuriyet döneminde, perişan ve kılıksız şehirlerimize imar planlarıyla çeki düzen verilmeye başlandığında kent parkları da ihmal edilmemiştir. Ankara Gençlik Parkı, İzmir Kültür Park (İzmir Fuarı) ve diğer Anadolu kentlerinde parklar düzenlendi; parkların içine Kurtuluş Savaşımızı ve Atamızı simgeleyen heykeller dikildi. Ne var ki yapılan bu parklar, dönemin nüfus ve kent ölçeğine uygun, küçük alanlı parklardı. Üç büyük kentimizdeki parkların her birinin alanı 10 hektarı, bir hektar on bin metre kare olduğuna göre en büyük parklarımızın alanı yüz bin metre kareyi geçmiyor.

Atatürk’ün İstanbul imarı için getirttiği Fransız şehirci Prost, Sur içinde ve Beyoğlu yakasında iki büyük park tasarladı. Aksaray meydanından Lykos deresi boyunca surlara kadar uzanan, Fındıkzade-Topkapı ve Fatih-Edirnekapı arasında kalan vadiyi 1 numaralı park olarak; Taksim meydanından Dolmabahçe’ye kadar inen vadiyi 2 numaralı park olarak planladı. Peki, biz ne yaptık? Prost’u kovduktan sonraAdnan Menderes imarı (!) ile vadinin ortasından Vatan Caddesini geçirdik; iki yanını da resmi veya özel büyük yapılarla donattık. Böylece 1 numaralı park projesi yalan oldu. 2 numaralı parkın içine evvela Hilton otelini oturttuk. Sonra Sheraton (şimdi Ceylan İntercontinental), arkadan Gökkafesi kondurduk. Şimdi de İnönü Stadını büyütüp yanına alışveriş merkezi, otel, rezidans yapma peşindeler. Böylece 2 numaralı park da yalan oldu. Başkan Sözen döneminde yapılan İstanbul, Maçka Parkı da arazi eğimi dolayısıyla kullanışsız bir park olmuştur. Son yıllarda içine, kıyısına köşesine yapılan nikâh dairesi, restoran ve oto galerileriyle kuşa benzetildi.

Şimdi Dünya kentlerindeki park alanlarına bir bakalım: New York, Manhattan adasındaki Central Park, 380 hektar, Londra Hyde Park 140 hektar, Berlin Tiergarten 170 hektar alana sahiptir. Bütün bu parkların yanında bizim 10’ar hektarı bile bulmayan üç büyük kentimizin parklarının lâfı mı olur? Barselona’daki Park Guell’i de unutmayalım. Mimar Gaudi’nin bu oya gibi işlenmiş parkının her bir köşesinden sanat eserleri fışkırır. Roma’nın Villa Borges, Paris’in Boulogne parklarındaki ağaç meşheri de bir ayrı âlemdir.

Milyon nüfusu çok çok katlamış üç büyük kentimiz, hiçbir kültür değerini barındırmayan mevcut, küçük parklarıyla yetinemez. Belediyelere sorarsanız, her yıl bilmem kaç tane park yaptıklarının propagandasını yaparlar. Yaptıkları küçük küçük mahalle parkları da gereklidir ama hiç birisi milyonluk kentlerimize lâyık parklar değildir. Haliç ve sahil yolu boyunca, istimlak edilen veya doldurulan alanlarda yapılan yeşil alanlar, yaşayan kültür parkları değildir. Hiç olmazsa sıkışık mahallelerde bunalan halkımızın hava almasına, dinlenmesine yarıyor ama basınımız ‘’mangal keyfi’’ yapan halkımızı aşağılamaktan geri kalmıyor. Ne demek oluyorsa, turistlere karşı çok ayıp oluyormuş (!)

Artık şunu öğrenmeliyiz ki parklar, her sınıf halkın, kadın-erkek, güven içinde, uzun mesafeli koşu ve spor yapabileceği, çocuğunu gezdirebileceği, kitabını okuyabileceği, çeşitli bitki ve ağaçları tanıyabileceği, heykel, müze ve konser odeonlarıyla bezenmiş yeşil alanlar şeklinde, kentin nefes alabileceği mevkideve olabildiğince düz ve geniş alanlarda kurulması gereken, megakentlerin olmazsa olmazlarıdır.

Peki, eski İstanbullu dinlence günlerinde nereye gidiyor, nerede yiyip içiyor, nerde eğleniyordu? Bilir misiniz ki o dönemin İstanbul’unun her bir köşesi mesire yeri cennetiydi. İstanbul, çayırlarıyla da meşhur bir kentti. Çayırlar, insan eli değmeyen, doğal yeşillik, çimenlik alanlardır. Kadıköy yakasında Kuşdili ve İbraamağa çayırları, Papazın çayırı, Büyük ve Küçük Çamlıca çayırları, Göksu, Beykoz Tokat ve Akbaba çayırları, Fenerbahçe, daha saymakla bitmez çayırlar. İstanbul yakasında bir dönemin meşhur Kâğıthane’si, Bizans’ın Vitos, bu günün Güngören’indeki Çırpıcı çayırı, Sarıyer Çırçır ve Hünkâr suları mesiresi, Dolmabahçe Küçükçiftlik, Zeytinburnu Veliefendi çayırları, Bakırköy’ün Miltiadis’i… Saymakla bitmez ki; bu çayırları ayrı bir yazı serisi yapmak gerekir.

Bu çayırların artık hemen hemen hiçbiri yok. Bir zamanlar komik-i şehir Kel Hasan Efendi’nin tulûat kumpanyasının, Kavuklu Hamdi ve Pişekâr Küçük İsmail’in ortaoyunlarının icra-i sanat edildiği Kuşdili çayırında, sonraları Salıpazarı kuruldu. Şimdi yeni yapılan plana göre alışveriş merkezi olmasının eli kulağında. İbraamağa çayırı ne zamandır alışveriş merkezi. Papazın çayırı Fenerbahçe’nin Şükrü Saracoğlu Stadı. Göksu deresini ve çayırlarını tuğla ve kiremit fabrikaları işgal etmiş. Çırpıcı çayırıkaçak yapılar arasında kaybolmuş. Bir zamanlar halkın dolmalarla gittiği, ‘’fasıl’’ icra eden saz takımlarının konser verdiği, asırlık ağaçlarla bezeliSarıyer Hünkâr ve Çırçır sularına tepelerdeki gecekondulardan koli basili pompalanıyor. Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi,çayırının Veliefendi Hipodromu olduğunu görse idi ne derdi acaba?

Görüyorsunuz ki bizler, kör olası rant uğruna şehirde hiç yeşil alan bırakmamışız. İstanbul’da büyük çapta yeşil alan yok mu derseniz, evet var derim: Karacaahmet Mezarlığı. Boğaziçi’nde yabancı elçiliklere tahsis edilmiş korular. (O koruları da kendileri yetiştirmiş). Ve de askeri bölgeler. İyi ki askeri bölge olmuşlar; yoksa şimdi hepsi gecekondu bölgesi olacaktı.


yerguvenc@gmail.com
 

Yayın Tarihi : 10 Ocak 2012 Salı 11:11:11


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Nazmi Öner IP: 58.172.237.xxx Tarih : 11.01.2012 15:09:28

Sayın Ergüvenç
Tiflis’teki Park ile ilgili yazımın, sizin kentlerimizdeki park sorununu ele almanıza vesile olması beni çok sevindirdi. Kentlerimizin, akıl bilim ve çağdaşlıkla alakasız gelişimi bir yana, park ve meydanlar açısından fakirliği de hep içimde kanayan bir yaradır. Bu konunun sizin gibi işin uzmanı birisi tarafından ele alınıp işlenmesi gerçekten çok sevindirici. Parklar ve meydanlar konusu, kırk günlük Gürcistan, Azerbaycan ve İran gezimde, bana Türkiye’nin bu alanlarda ne kadar geri kaldığını gösterdi. Özellikle İran’da parkların neredeyse yerleşim alanlarına denk gelecek büyüklüklere ulaştığını gördüm. Çok büyük ve doğallığı ön plana alınarak düzenlenmiş park ve meydanların, İran şehirlerinin en belirgin özellikleri olduğunu gördükten sonra, parklar üzerine düşündüm. Avustralya’da, zaten şehirler bir orman denizine serpiştirilmiş maket evler gibi olduğu halde, yine de devasa büyüklüklerde sayısız parklar var. Derler ki burada arazi büyük. Peki Hollanda’ya ne buyrulur? Arazinin küçüklüğü bir tarafa, denizi doldurarak toprak kazanılan Amsterdam’da İzmir fuarından büyük bir sürü park var. Olay araziyle değil, şarklılık ve gelişmişlik seviyesiyle ilgiliyse, İran da şarklı ve gelişmişlik düzeyi bizimle aynı sayılır. Doğrusu ben buna akıl erdiremedim. Belki İran’ın 8-10 bin yıllık yerleşik kültürü ile bizim yerleşikliği bin yılı bulmayan göçebe kültürümüz belirleyici oluyordur diye düşünüyorum.Konuyu tarihi süreç içinde ele almanız ve çok yerinde açıklamalarınız, umarım sorumluları harekete geçirir. Elinize sağlık. Saygılarımla.