22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Ramazanda Direklerarası


Hemen her Ramazan, basınımızda yer alan Direklerarası anıları için, ‘Artık kabak tadı verdi’ dediğinizi duyar gibiyim. Babamın gençliğini yaşadığı bu direkli yolda belki bazı bilinmeyen anekdotlar olabilir umudu ile bu yazıya başlıyorum.

Efendim, babam, Sultan 2. Abdülhamit döneminde Davutpaşa Rüştiyesinden sonra Fatih, Çarşamba’daki Darüşşafaka’ya kaydedilmiş. Darüşşafaka, şimdi olduğu gibi o zaman da önemli bir lise. Yetim çocukları alıyor, parasız yatılı olarak yetiştiriyor. Arabî, Farisî, Fransevî, ulûm-u dîniye, ulûm-u fenniye, riyaziye, tarih, coğrafya, hüsn-ü hat, tahrir gibi dersler okutuluyor. Sabah namazı için ‘mubassır’ın değneği ile uyanıp, abdest kuyruğunda birbirlerine yaslanarak uyuklanıyor. ‘Padişahım çok yaşa’ duasından sonra dersler başlıyor. Aralarından bazıları bu duayı ‘şa şa şa şa şa’ diyerek geçiştiriyor. Resim, müzik, beden eğitimi dersi yok. Top oynamak yasak. Teneffüslerde birdirbir, uzuneşek oynayabilirsiniz. Yıllar sonra, delikanlılık çağında izinli çıktığı hafta sonlarına (Cuma gününe) denk gelen Ramazan gecelerinde Direklerarası eğlencelerine gitmeye başlıyor. Okulu bitirdikleri yıl, eski Darüşşafaka’lı Ahmet Rasim’in yemek davetinde, Novotni’de ilk rakısını içiyor. Görüyorsunuz, Müslüman Osmanlı efendisinin yaşam kültüründe rakının yeri vardır. Mekteb-i Hukuk-u Şahane öğrencisi iken de Direklerarası eğlencelerine devam ediyor. Eğlence dediğimiz de ne kafe, ne bar, ne disko, ne dans, ne flört, ne de daha ilerisi; hiç biri değil. Meddah, karagöz, kukla, ortaoyunu, kanto ve de tiyatro.

Direklerarası adı, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa vakfı olarak yapılan dükkânların önüne sonradan ilave edilen revaktan geliyor. Revak deyince aklınıza antik Yunan stoalarında, klasik mimari portiklerinde, Mimar Sinan’ın revaklarında olduğu gibi mermer sütunlar dizisi gelmesin. Bunlar, ahşap direkler üzerinde alaturka kiremit dizili saçaklardan ibaret. (Ya Rabbim, bu ne düşüş.) İşte bu revakların arkasına dizilmiş şekerci, turşucu, şıracı, bozacı, muhallebici dükkânları, kahvehane – kıraathaneler arasında 5 adet de tiyatro binası var. Salaş malaş ama işte tiyatro. ‘Hayalhane-i Osmanî’, ‘Eğlencehane-i Osmanî’ gibi salonlar. Gayrimüslimlerin eğlence yeri olan Beyoğlu, Cadde-i Kebir (İstiklal Caddesi)’ine karşı, Müslümanların da eğlence yeri Direklerarası. Bu yol, Şehzadebaşı’ndan Beyazıt, Vezneciler’e kadar uzanan 300 – 400 metrelik bir cadde. 1950’li yıllarda yol genişletme amacı ile bu salaş revaklar kaldırılmış. İyi de olmuş.

O zamanki istibdat rejimi altında Padişahın sarayını telmih edebilecek ‘yıldız’, hürmetli burnunu anımsatacak ‘burun’ (coğrafya terimi dahil), hapis hayatı yaşayan Veliaht Murad Efendi’yi çağrıştıran ‘murat’ kelimelerini telaffuz etmek bile yasaktı. Murat isimli çocuklar Mir’at (ayna) olmuştu. İşbirlikçilerin, en sâfiyane konuşmaları dahi ‘Saray’a ‘jurnal’ etmeleri korkusu içinde sessiz ve mütevekkil halkın gülmeye ihtiyacı vardı. İşte ‘komik-i şehir’ denen aktörler böyle bir ortamda gelişti. Komedyen Abdi Abdürrezak’ın sade suya tirit esprilerini beğenen Sultan Hamit, onu saray tiyatro kadrosuna aldırmış, meydan komik-i şehir Kel Hasan Efendi’ye kalmıştı. Kel Hasan, uşak rolünde, bir elinde gaz tenekesi, diğer elinde süpürge ile şanoya (sahneye) çıkınca salon alkıştan inlerdi. ‘Cezayir Kahramanları’ gibi oyunlar, Dikran Çuhacıyan’ın ‘Arifin Hilesi’, ‘Köse Kâhya’ gibi komedileri, tulûat kuvveti ile değiştirile değiştirile oynanırdı. Oyundan evvel halkı tiyatroya çekebilmek için Kemanî Yorgi Efendi idaresindeki yarı saz, yarı mızıka musiki heyeti kapıda icra-i sanat eyler, daha sonra salonda kantoculara eşlik ederdi. Kanto, İtalyanca şarkı anlamındaki ‘Cantare’den alınmış, ama bizdeki anlamı, hafif meşrep şarkıların dans eşliğinde şanoda okunması anlamına dönüşmüş. Kantocu da bu mesleği icra eden kadın (muganniye) oluyor. O zaman hiçbir Müslüman kadın sahneye çıkamadığı için kantocuların tümü gayrimüslim kadınlardan oluşuyordu. Babam, meşhur kantocu Peruz’a yetişememiş ama onun zamanında Şamram, Kamelya, Amelya, Eleni, Mari Ferha Hanımlar varmış. Bir de ‘Minyon Virjini’ var ki babam ona sırılsıklam âşık. Onun şanoda söylediği ve raks ettiği ‘Bana derler fındıkkurdu’, ‘Güvercinim pu pu öter’ gibi oynak şarkılarını dinledikten ve seyrettikten sonra gittiği yatılı okulda, yastığı gözyaşları ile ıslanırmış.

Bütün bunların yanında, Namık Kemal’in ‘Vatan yahut Silistire’sini oynayan Gedikpaşa’daki Güllü Agop tiyatrosundan sonra, Direklerarası’nda Mardiros Mınakyan Efendi’nin ‘Osmanlı Dram Kumpanyası’, tiyatronun edebî değerini, verdiği bedii zevki halka sevdirmeye çalışmıştır. Artık Darülfünun’lu olan babam, ciddî tiyatrolara gider olmuştur. Mınakyan, Türk tiyatrosunun temelini atan büyük bir sanatçıdır. Dikran Çuhacıyan’ın ‘Leblebici Horhor Ağa’sını, Shakespeare, Moliere, Schiller, Lermontov’dan ‘Haine Karı - Ekmekçi Kadın’, Arabın İntikamı - Otello’, ‘Kamelyalı Kadın – La Dam o Kamelya’ gibi dramaları, ‘Kırmızı Kedi Meyhanesi Cinayeti’ gibi polisiye oyunları bizzat çevirerek selis Osmanlıcası - Türkçesi ile oynamış ve yönetmiştir. Kumpanyada oynayan Kınar Sıvacıyan, Eliza Binemeciyan gibi saygıdeğer hanımları da anmak bir borçtur. Kınar Hanım, Darülbedayi’de (İstanbul Şehir Tiyatrosu) artık sahneye çıkabilen Türk aktrislere, disiplini ve sahne âdâbı ile örnek olmuş, onlara hocalık yapmıştır.

Peki, tiyatronun toplumumuzdaki ve de şer’i hukukumuzdaki yeri ne idi? Tiyatro edebî değeri olan bir güzel sanat olarak kabul görür mü idi? Ne gezer. Tiyatro sanatçıları aşağı görülür, Ahmet Cevdet Paşa’nın ‘Mecelle’sine göre ‘oyuncu makûlesi’nin mahkemelerde şahitlikleri (tanıklıkları) bile kabul edilmezdi. Tıpkı fahişeler gibi. Zaten normal kadınların da şahitlik yapmaları çok zordu. İki kadın şahit bir erkek şahidin yerini tutabilir, ancak dört kadın şahit iki erkek şahidin yerini tutamazdı. Miras hukukunda da erkek bir, kadın yarım hisse alabilirdi.

Cumhuriyet döneminde, devrimlerle beraber dünya kültürüne açılmamızla Direklerarası da eski önem ve itibarını kaybetti. Eski tiyatro salonları sinema salonlarına dönüştü. Sadece ‘Ferah Tiyatrosu’nda Cemal Sahir gibi tiyatro ve operet trupları temsiller vermeye devam etti. Tulûat kumpanyalarından en meşhuru İsmail Dümbüllü tiyatrosu idi. Dümbüllü, eski komik-i şehir’lerin devamı olmak istese de bu lûbiyat çeşidi artık devrini doldurmuş bulunuyordu. Dümbüllü ile Kel Hasan’ı mukayese eden babam, Dümbüllü’yü yavan ve bayağı bulurdu. Bu gün adına ödüller dağıtılan, kavuğu aktörden aktöre dolaşan Dümbüllü İsmail’in, pişekârı olan Tevfik İnce’nin ‘’Ne hakla?’’ deyişine karşı, hayat pahalılığını hicveden ‘’35’e bakla’’ deyişini ballandıra ballandıra anlatan nostaljik takıntılı yazarlarımız, nedense ağlayan pişekârını susturmak için meme verişini, ‘’Patlıcan yer misin patlıcan?’’ gibi bayağı sözlerini dile getirmezler.

Son yıllarda Osmanlı’nın Ramazan eğlenceleri geleneği, belki de Suudi Arabistan etkisi ile terk edilmişti. 21 Eylül 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki bir haber dikkatimi çekti: Yurtiçi Kargo şirketi, 25’inci kuruluş yıldönümlerini kutlamak üzere Dolmabahçe Sarayı’nda iftar yemeği tertiplemiş. Davetliler, iftarı eda ettikten sonra, ardından Rusya’nın Bolşoy Bale Grubu’nun gösterisini izlemişler. Aslî geleneklerimize dönme olarak nitelediğim bu güzel haberi sizlerle paylaşmak istedim.

Kısaca özetlemeye çalıştığım bu anılarda anlatmak istediğim şu ki, biz bu günlere nerelerden gelmişiz, genç kuşakların kulağına küpe olsun.

Yayın Tarihi : 22 Eylül 2007 Cumartesi 13:16:12


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Erdem Yücel IP: 195.174.34.xxx Tarih : 22.09.2007 13:34:17

Geçmiş Ramazanları anımsatan son yıllarda okuduğum en güzel yazı... Kutlarım. O günlerden,yaşayan, bilen kimse kalmadı. Ancak bizler Dümbüllü kuşağıyız. Yeni nesile baktığımızda onun ismini bilen bile yok... Gülhane Parkında onu izlemeye giderdik; espirileri bugün bile hatırımda... Ne yazık ki, ah van etmeye hakkımız bile yok. Eski İstanbul ramazanlarını yaşayan elit İstanbul halkının yerini lahmacun kültürü aldı Böyle olunca da sizin gibi yazarların yazıları ile Abdülhamit devri istibdatını da arar oldu. Geçmiş olur ki, hayali cihan olur. Vah ki ne vah... Erdem Yücel