22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Son Yüzyılın Mimarlık Sanatına Genel Bir Bakış (V)


Son yıllarda gelişen TV, GSM telefon ve internet gibi iletişim teknolojilerinde, uzay ve evren biliminde ve de genetik sırların çözüme ulaşmasında atılan adımlar, insanoğlunun ufkunu alabildiğine genişletiyor. İstesek de, istemesek de dünya ülkeleri küreselleşiyor.

Bu gelişmeler paralelinde, ‘postmodern mimari’ akımı, sanayi devrimi ile şekillenen ve Marksizm’den ilham alan ‘modern mimari’ye bir karşı duruş (reaction) olarak, 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktı.

Peki, nedir postmodern mimari? Bunu bir cümle içinde açıklamak zor. Türkiye’de muzun bulunmadığı, ancak Cemal Nadir’in karikatürlerinde vurguncu zengin sofralarını süsleyen bir meyve olduğu dönemde, ‘Anne, muzun tadı nasıldır?’ sorusuna, ‘Canım, ne niyetine yersen öyle olan bir meyvedir.’ yanıtını alırdınız. İşte bu da öyle bir şey. Veya yüzeysel bir söylemle, modern mimarinin eskiyi inkâr eden, sadece bu günün modern insanına uyumu hedef alan kurallarına karşı, tarihî mirası yeniden değerlendirip, yapılara yeni bir yorum getiren bir mimari akım diyebiliriz.

Mimar Robert Venturi (1925), postmodern mimariyi: ‘Cam kutuların yerini yerel oluşumların alması; uluslararası modern mimariye karşın tarihsel geçmişe ve onun simgelerine yapılan göndermelerle, ironik bir parodi, potpuri ve alıntı içinde süslemeye dönüş.’ olarak anlatıyor. (Postmodernizm, Richard Appiganesi – Chris Garratt – A.D. Yayıncılık A.Ş.)

Aldo Rossi (1931–1997) de modern mimarinin geçmiş mimarileri inkâr etmesine karşı çıkıyor, bu günün mimarisinde de geçmişin mimari öğelerinin ve tarihî birikimlerinin kullanılması gerektiğini savunuyor.

Bu konuda, daha birçok düşünür-mimarın bu yazının hacmini aşan yorumları var.

Postmodern akım, 1990’lar sonuna kadar devam etti; 1990’lar sonunda önemli eleştirilere hedef oldu. Peter Eisenman, Daniel Libeskind, Rem Koolhass gibi mimarlar, postmodern mimariyi ‘figüratif mimari’ olarak betimlediler. Birçok yayında, bu mimarinin ‘taklitçi’ olduğunu ifade ettiler; ‘Disneyland mimarisi’ benzetisi ile hafife aldılar. Bu günün küreselleşen dünyasında, mimarinin özgür çizgiler içermesi gerektiğini savundular. Yeni oluşum, çevreyi ve yerel özellikleri dikkate almadan, modern teknoloji olanaklarını sonuna kadar kullanarak yepyeni tasarımlar ve de uygulamalarla kendini gösterdi. Bu yapılar için de, günümüzde ‘gösteri mimarisi’ eleştirisi yapılıyor. Zannedersem bu aralar, mimaride bir geçiş dönemi yaşıyoruz.

Philip Johnson (1907–2005), ABD’de yıllarca modern mimari paralelinde yapıtlar verdikten sonra, 1978’de New York, AT&T gökdeleni ile postmodern mimariye geçmiş oldu. Binanın tam kemer girişi, dairesel boşluklu çatı alınlığı ile eski mimarilere göndermeler yaptı. O zamanlar binayı yadırgayan bazıları, yapıyı eskinin sarkaçlı salon saatlerine benzettiler.

Postmodern mimari, bazılarınca o kadar abartıldı ki bir nevi seçmecilik (eclecticism)’den de öte, kopyacılık halini aldı. 1975’de, ABD, California, Malibu’da yapılan Paul Getty Müze Binası’nı, İtalya’daki Pompei ören yerinde bulunan bir Romalı zengine ait villa kalıntısını örnek alarak aşağı yukarı aynen inşa ettiler.

‘Hümanist postmodern mimar’ olarak ün yapan Charles Moore (1925–1993), 1980’de ABD, New Orleans’da, İtalyan asıllı kişilerin yaşadığı bölgeye, kemer ve sütunlarla tarihî Roma mimarisini anımsatan stoa ve duvarlarla çevrili kademeli bir ‘dekor-meydan’ düzenlemesi yaptı.

Mario Botta (1943), 1982’de İsviçre, Viganello’da yaptığı villa ile modern mimari fikirlerini de yadsımadan ve de eski mimari öğeleri aynen kullanmadan, uyguladığı tuğla örgülü duvar ve camdan mamul kemer tonoz örtü ile taklitçilikten uzak bir postmodern mimari yaratabildi. Botta, bu yapısı ile postmodern mimari akımını en iyi yorumlayan mimarlardan biri oldu.

Paulo Porthogesi, İtalya, Rimini’de 1999’da inşa ettiği Court Ticaret Kompleksinde, avlu içindeki kemerli ve yüksek kapı izlemini veren –ki aslında kapı motifi içinde katlar devam ediyordu- cephesi ile eski Roma’ya gönderme yaptı.

Tusquets & Ort’un 1998’de inşa edilen İspanya, Las Palmas Konser Salonu, dış kitlesi itibariyle cam mimarisi beraberinde Toledo’nun taş yapılarını çağrıştıran, buna karşın iç mimaride, arka fonda denize açılan orkestra mahalli ile postmodern akımın başarılı bir yapıtı olmuştur.

1990’lı yıllardan sonra, bir bakıma fütürist (gelecekçi) mimari diyebileceğimiz, genelde dekonstüktivist mimari olarak adlandırılan yeni akım kendini göstermeye başladı. ‘Deconstructivist’ kelimesinin Türkçe karşılığını bulamadım. Çevirene de rastlamadım. Ama motomot bir çeviri ile ‘taşıyıcısızlık’ anlamında değil. Geleneksel inşaat sistemlerine aykırı, çelik hasır örgüsü malzeme ve yeni teknoloji ürünü kaplamalarla, bir nevi çağdaş kabuk mimarisi diyebileceğimiz öğelerle oluşturulan, serbest hacimleri ile görsel etkiye önem veren, özgür ve de özgün bir mimari anlayış diyebiliriz.

Bu yeni anlayışın proje üretiminden, tasarım metodundan söz edeyim. Son zamanlara kadar mimari etüt, el ile göz arasında sıkı bir işbirliği kurularak yapılırdı. Şimdi, el becerisi yerini büyük oranda bilgisayara bıraktı. Bilgisayarla, etüt ettiğiniz hacmin veya kitlenin iç ve dış görünümlerini elde ederek, idealinizdeki sonuca ulaşıp ulaşamadığınızı çok süratli bir şekilde irdeleyebiliyorsunuz. Bir de eski metotların en büyük eksikliği, mimari kavram (concept) geliştirmesinin yapılmaması idi. Binanın işlevini çözmeden ve formunu oluşturmadan evvel, projenin kapsaması gereken fikirleri ortaya koymak gerekiyor. Burada size bir örnek vereyim: Kahire’de Piramitlerin yakınına yeni ‘Mısır Müzesi’ yapılacak. Burada ana kavram (concept), piramitlerin dışında dikkati başka yöne çekebilecek, piramitlerin etkisini gölgeleyebilecek hiçbir yükseltinin olmaması gereğidir. Demek ki müze binasını, piramitlerin görünümünü etkilemeyecek şekilde, olabildiğince zemine gömmeli, ama müzeyi gezenlere de yer yer açılımlarla piramitleri gösterebilmeliyiz. İşte bu ana fikirdeki projeler derece aldı. Mısırlı 100 küsur mimarın projesi hiç dereceye giremedi. Çünkü eski metotlarla eğitim veren mimarlık okulları, henüz çağın gereklerine uyamamışlardı.

Şimdi bir ‘tabu’nun yıkılışından söz edeceğim. Eski anlayışla, bir önemli esere, bir mimari mirasın iç avlusuna, hatta yanına bu günün mimarisini yansıtan ilâveler yapılması düşünülemezdi. 1993 yılında mimar Ieoh Ming Pei (1917), Paris, Louvre Müzesi’nin orta avlusunda, yeraltına müze seksiyonlarına giden merkezî dağılım alanları yaptı. Zemin üzeri avluda ise, Mısır piramitlerini anımsatan bir büyük ve bir küçük cam piramit oluşturdu. Bu piramitler, müzeye girişi ve alt kata doğal ışığın inmesini sağlıyordu. Ayrıca orijinal avluda bulunmayan modern havuzlar ve modern ışıklandırmalar yaptı. Böylece eski ile yeni aynı kompozisyonda yer aldı. Bu uygulama ile eski eser restorasyon ve restitüsyon ilkelerindeki muhafazakâr anlayış değişmiş oldu.

Yine Paris, Louvre Müzesinde yeniden düzenlenen İslâm eserleri bölümü için fantastik bir proje uygulanıyor. Bu projede, Louvre’un diğer bir avlusu, çöl kumulları dekoru içeriyor.

Bir de mimari değerinden ziyade, yeni teknoloji ürünü olan bir yapıdan söz edelim.1851 Londra Sergisi’nde, döneminde olay olan ve halen yıktırılmış bulunan sanayi devrimi ürünü, ‘Crystal Palace’dan 150 yıl sonra, yine Londra’da, 2001’de inşa edilen, çelik kafes üzerine cam elyaflı teflon kaplamalı ‘Millenium Kubbesi’nin çapı bir kilometre olup açıklığın ortasında hiçbir mesnet bulunmamaktadır.

Bazılarınca ‘dekonstrüktivist’, bazılarınca ‘ekspresyonist postmodern mimar’ olarak nitelendirilen Frank Gehry (Ephraim Owen Goldberg) (1929), binalarında çevreye uyumsuzluğu, fantastik formları, frapan cephe kaplamaları ile son yılların en ünlü birkaç mimarından biri oldu. Gehry ile müze mimarisi, yeni bir anlam kazandı. Adeta zarf, mazruftan daha önemli hâle geldi. Bu sözü genç okurlarım için açayım. Bina, içinde teşhir edilen objelerden daha ilginç duruma geldi. Hatırlarsanız aynı oluşumu, F. L. Wright’ın New York Guggenheim Müzesi ile Jorn Utzon’un Sydney Opera Binası için de kullanmıştım. Ama hiç birisi, Frank Gehry’nin İspanya, Bilbao’da yaptığı Guggenheim Müzesi kadar sansasyon yaratmamıştı. Müze, 1997’de açıldı. Bilbao, İspanya’nın Bask bölgesinde – yani problemli bir bölgede – gri atmosferli bir sanayi kentidir. Müze açılana kadar, turistlerin ilgisini çeken bir kent değildi. Kent bu gün, müzenin içindekileri değil, özellikle binayı görmeye gelen turistlerle dolup taşıyor. Bina, geometrik eğrisel yüzeylerden oluşan parçalı hacimlerin özgün ve özgür bileşimi ile oluşmuş, adeta bir heykel, bir plastik. Dış cepheler, gökyüzünün değişken renklerini yansıtan parlak titanyum levhalarla kaplanmış.

Gehry’nin yapıtları bununla sınırlı değil. ABD, Los Angeles’da Walt Disney Konser Salonu, aynı mimari anlayışla yapıldı ve evvelki yıl açıldı. Almanya, Hanover’de yapılan ve kendi ismi ile anılan Gehry Tower, 2001 yılında açıldı. Bu bina kitlesini, düşey konulmuş plastik bir prizmanın üstünden döndürülerek spiral duruma getirilmiş hâli desem de tam anlatamamış oluyorum. Esasen, mimari yapıtları tarif etmek olanaklı değildir. Hatta plan ve fotoğraflar bile yeterli olmayıp gözle görülmesi, içinde dolaşılarak hissedilmesi gerekir.

Yine ilginç müze binası yapan mimarlar, Herzog ve Meuton, Londra, Tate Müzesi’ndeki tasarımları ile, 2005 sonunda açılan müzeye bir yılda 1 milyon 600 bin turist çekmeyi başardılar. Bu turistler de müzenin içindekileri değil, binayı görmeye gelenlerdi. Müze, bir eğrisel yüzey üzerinde üst üste binmiş, çeşitli yönlere bakan küp ve prizmalardan oluşuyor. Bu plastik de çelik kafes taşıyıcılarla imal edilmiş, cepheler bakır levhalarla kaplanmıştır. Mimarlar, ileride yapılacak restorasyonda dış cepheleri camla kaplamayı düşünmeye başlamışlar.

Mimarlar arasında, bu günün uygar düşüncesine uymayan bir söz vardır: ‘Kadından iyi mimar çıkmaz, onlar üç boyutlu düşünemez.’ derler. Bu saçma sözü bir kadın mimar bozdu ve dünyanın en ünlü mimarlarından biri oldu. Irak asıllı, Bağdat doğumlu, İngiliz mimarı Zaha Hadid’den bahsediyorum. Zaha Hadid (1950), Londra’daki Architectural Association School of Architecture mezunu olup, tasarım sınırlarını zorlayan ilginç hacimlerle başardığı yapıtları ile Pritzker Mimarlık ödülünü kazanın ilk kadın mimardır. (Bu okul, günümüzün en iyi mimar yetiştiren okulu olup, ABD’nin Harward Üniversitesini geride bırakmıştır.)

Zaha Hadid’in birçok yapıları arasında Leipzig’de, 2005’de yaptığı BMW Center binası, en ünlü yapıtlarındandır. Bizim için de Kartal kıyı kesimi kentsel dönüşüm planını hazırlamıştır. AB başkenti sayılan Strasbourg’da yapılması planlanan büyük cami tasarımında, ibadet hacmi dışında, sergi, restoran-çay salonları, konser salonu, kütüphane gibi sosyal tesislere de yer verildi. Zaha Hadid’in Cami projesinde, kıbleyi belirleyen cam yüzey doğaya açılarak kulun Allaha’a ulaşabilmesini; tavanda aralarından ışık sızan dalga formlu şeritler, namazda saf tutmayı ifade ediyor. Bu gibi öğeleri ancak Müslüman bir mimar hissedebilirdi. Ama seçici kurul, Portoghesi’nin geleneksel ve kubbeli camisini tercih etti. İslâm âlemi yine önemli bir fırsatı kaçırdı.

Daniel Libeskind, Berlin ve San Fransisko’da Yahudi Müzelerinin mimarı olduğu gibi, şu anda 11 Eylül saldırısı ile çöken ABD, New York Dünya Ticaret Merkezi’nin yerine, sıfır noktası diyebileceğimiz, ‘Ground Zero’ya yeni gökdelen inşaatını yapmaktadır. Proje tamamlandığında, her halde Manhatten’ın en ilginç gökdeleni olacaktır.

Son yüzyılın mimari oluşumlarını, özetleyebildiğim kadarı ile burada sonlandırıyorum. Evvelce de söylediğim gibi, mimar olmayan, ancak mimariye ilgi duyan okurlarım için hazırladığım bu yazı serisi, sadece bazı ipuçları vermektedir. Bilimsel araştırma içermeyen, yılların birikimi ile bazı gözlemlere dayanan bu yazılar, meraklısına ışık tutabilir, konunun derinine inmelerini sağlayabilirse ne mutlu bana…

Bundan sonraki seri yazıda, yine son yüzyılın Türk mimarlık sanatını genel bir bakışla özetlemeye çalışacağım.
Yayın Tarihi : 15 Mart 2007 Perşembe 13:19:24
Güncelleme :15 Mart 2007 Perşembe 13:23:23


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?