22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Son Yüzyılın Mimarlık Sanatına Genel Bir Bakış (III)

Modern mimariye, daha doğrusu modern mimarinin inşaat malzeme, usul ve ayrıntılarına bazı eleştiriler yöneltmiştim. Ancak, çok da haksızlık etmemek gerek. Eleştiriler, modern mimari stilinden ziyade, yapım safhasındaki aksaklıklara yönelikti. Nitekim, topun ağzında giden bazı binalardan sonra yapılan binalar, gerek planlama kavramı, gerekse ayrıntı projeleri ve de gelişen yapı malzemelerine paralel olarak yerine oturdu.

Önceki yazımda,Wright’ın son yapıtlarından olan, New York Guggenheim Müzesi ile modern mimaride başlayan ‘Yeni dışa vurumculuk’dan söz etmiştim. Bu konuyu biraz daha açmak için mimari proje üretim metotları hakkında kısa bir bilgi vereyim:

Klâsik mimari tasarım metodunun, belirli kuralları, belirli gelenekleri, belirli motifleri vardır. Bu bilgilere ve de istenen verilere göre kompozisyonu kurar, yapıtı ortaya çıkartırsınız. Bu mimari ekolde cephe çiziminin ne kadar önemli olduğunu anlatmıştım. Modern mimari tasarım metodu ise akılcı (rational) ve işlevci (functional) çözümü ön plana alır. İşe, arazi durumu ile ihtiyaç programında belirlenen alanların birbirleri ile ilişkilerinin şematik çözümü ile başlanır. Plan, modüler bir karolaj üzerine uygulanır. Mekânlar, yap-boz bulmaca çözer gibi üst üste çizilen kopyalarla kaydırılır ve sonuca ulaşılır. Kesit ve cepheler çizilir. Ardından taşıyıcı sistem (construction) ve ayrıntı (building details) çalışmaları yapılır. Bu gibi projelerde iç bünye elemanları, kitle ve cepheye yansımış olur. Örneğin, merdiven ve asansör kitlesi dışarıdan algılanabilir, farklı pencere çizimleri ile servisler, dış cepheden sezilebilir. İşte bu, ‘dışa vurumculuk’tur. ‘Yeni dışa vurumculuk’ta ise, değişik bir tasarım metodu ile çalışılır. Yine arazi durumu, vaziyet planı ve ihtiyaç programı verilerine göre, ön planda bina kitlesini oluşturma çalışmaları yapılır. Bu çalışmada alanlar değil, hacimler ele alınır. Böylece plan ve kesit çalışmaları beraber yürür. Amaç, bünye (structure) ve biçim (form) açısından etkili bir sanat yapıtı elde etmektir. Müsaadenizle, âmiyâne bir benzetme yaparsak, klâsik mimaride amaç, cephe-yüz güzelliği ise, modern mimaride amaç, kitle-vücut güzelliği, çağdaş mimaride amaç, yüz ve vücutla beraber ruh güzelliğini yakalayabilmek diyebiliriz. (Çağdaş tasarım metoduna sırası geldiğinde değineceğim.)

Yeni dışa vurumculuk akımının ilk örneğini, Alvar Aalto (1898-1976)’dan verelim. Aalto, MIT (Massachusetts Institue Technology)’deki hocalığı sırasında –ki ABD’nin Boston’daki en önemli üniversitelerinden biridir- Charles Nehri kenarına bir öğrenci yurdu yaptı. Burada dik dörtgen planlı dümdüz bir bina yapmak varken, nehrin kıvrımlarına uydu. Tüm odaların manzaraya açılabilmesi için (burada işlevcilik yapıyor) ‘W’ biçiminde (burada da yeni dışa vurumculuk yapıyor) kitle tasarladı. Ancak burada biçimcilik (formalizm) yapmadığını, ‘The Humanizing of Architecture’ kitabında şöyle ifade ediyor: ‘Bir yapının giysisindeki biçimcilik ile işlevci mimari arasında kesin karşıtlık vardır. Mimari, tüm insan yaşamını kapsadığına göre gerçek mimari, insanın bakış açısına göre işlevsel olmalıdır.’ diyor. Essen Operası’nı da bu fikirlerle gerçekleştirmiş, işlevciliği ön plana almakla beraber, ilginç bir kitle elde etmeyi başarmıştır.

Eero Saarinen (1910-1961), New York, Kennedy Havalimanı’nda, TWA havayolu şirketi için bir terminal binası yaptı. Terminalin üzerini kaplayan ‘betonarme kabuk’, uçuş eylemini çağrıştıracak şekilde kanat biçimindeydi. 1956’da başlayan proje, 1962’de, mimarın ölümünden bir yıl sonra tamamlandı.

Hans Scharon (1893-1972), 1965’de yaptığı Berlin Filarmoni Konser Salonu’nda iç mekân plastiğini dış mekânda da aynen kullanarak yeni dışa vurumculuğu başarılı şekilde vurguladı. Projenin teması şu idi: ‘Bu yapıda odak noktası müziktir. Dinleyiciler, bu odak noktası etrafında orkestrayı sararlar.’ diyordu. Bu projeden sonra, klâsik mimarinin klâsikleşmiş ‘at nalı’ planlı, sahneli, tek yönlü dinleyici sıralı salonları eskide kaldı; yeni bir konser salonu (auditorium) kavramı gelişti. Salonun taşıyıcı sistemi ve çatı örtüsü, betonarme kabuk değil, her zaman yapıla geldiği gibi çelik çatı ve asma tavandan oluşuyordu.

İlginç kitle biçimlerinden söz edersek, ilk akla gelen bina, Avustralya, Sydney Opera Binası’dır. Jorn Utzon (1918)’un proje çalışmaları, 1957’de başlamış, 1965’de tamamlanabilmiştir. İnşaatı ise 1973’de bitirilebilmiştir. İlginçliği, opera salonlarının ve diğer tesislerinin çatı örtüsünden kaynaklanmaktadır. Örtü, ikişerli grup halinde, iç içe geçmiş üçer adet ve de çeşitli boyutlarda küresel parçalardan oluşan ‘betonarme kabuk’tan oluşmaktadır. Her bir kabuk, adeta bir birine çatılmış iki deniz kabuğu izlenimini vermektedir. Bir bakıma da, bulunduğu limandaki yelkenlileri çağrıştırmaktadır.

İnşaatın yapıldığı dönemde bilgisayarın bulunmadığı dikkate alınırsa, tasarım çizimlerinin ve statik ve betonarme hesaplarının ne büyük zorluklarla gerçekleştirildiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Şimdi biraz ‘betonarme kabuk’ örtüden söz edeyim:

Modern mimarinin modası diyebileceğimiz bu betonarme kabuk projeler, belâ bir şeydir. Kabuk, görünür kirişleri bulunmayan, belirli kalınlıkta, çeşitli eğrisel biçimlerden oluşan betonarme kitledir. Size şöyle anlatayım: Soyduğunuz portakalın veya kestiğiniz karpuzun kabuğunu göz önüne getirirseniz, ve de bunun gibi daha değişik şekiller düşünürseniz, mimarideki kabuk da böyle bir şeydir. Ama, inşa edilen kabukta öyle gerilimler, öyle girift kuvvetler oluşur ki, bu gerilimlerin tümünü hesaba dahil etmemişseniz, kabuk ummadığınız bir anda çöker. (Ankara Atatürk Kapalı Spor Salonu’nun kabuğu işte böyle, bir gece yarısı, yapıyı deprem gibi hiçbir dış kuvvet etkilemeden kendi kendine çöktü. Bereket ki içinde insan yoktu. Mimari ve statik projelerini de iki hocamız yapmıştı. Bina, sonradan çelik çatı ile örtüldü.) Hele şükür ki betonarme kabuk sistemi artık fazla kullanılmıyor.

Sydney Operası da betonarme kabuk örtülü, böylesine riskli ve çok pahalı bir proje idi. 90 milyon Dolar olarak hesaplanan birinci keşif bedeli (inşaat maliyeti), inşaatın kabası bittiğinde 131 milyon Dolara çıktı; ince yapının tamamlanması ile binanın açılır duruma gelmesi için sarf edilen para 400 milyon Doları buldu. Acaba bir mimari kapris uğruna bunca masraf ve bunca eziyet değdi mi dersiniz? Kanımca değdi. Çünkü bina, bu gün Sydney’in, dolayısıyla Avustralya’nın simgesi haline geldi. Hemen hemen herkesin tanıdığı opera binası, çok sayıda turisti Sydney’e çekmeye devam ediyor.

Peki, bu mimarlar, akılları hep bir karış havada ve de hep uçarı şeyler mi yapacaklardı? İşlev bir kenara atılmasa da biçim uğruna hep uçarı görünümler modası devam mı edecekti? Bir çok mimar, kendilerine bu soruları sordular.

Louis Kahn (1902-1974), ABD, California, La Jolla’da yaptığı bir araştırma enstitüsü binasında yeni bir tasarım metodu denedi. İşlevin gerektirdiği hacimleri gruplandırıp, her biri için ayrı ayrı bina kitleleri yaparak, bunları bir kompleks içinde topladı. Örneğin, bu projede lâboratuarı, yönetimi, sosyal merkezi, konutları, modüler ızgara üzerinde, ayrı ayrı kitleler halinde düzenleyerek açık veya kapalı geçitlerle bir birleri ile ilişkilendirdi. Bu metot, çok tuttu. Bu metotla, dünyanın her yerinde çok başarılı yapıtlar oluştu.

Richard Meier (1934)’in, ABD, Atlanta’da 1983’deyaptığı Yüksek Sanat Müzesi’nde planladığı çeyrek dairesel planlı kitleler, NY Guggenheim Müzesi ile çağrışım yapsa da, zeminden ayrılan kitle anlayışı ve parlak seramik cephe kaplamaları ile Le Corbusier’nin erken modernizm yapıtlarına da gönderme yapıyordu. Bu gibi yapıları geç modernizm yapıtları olarak nitelendiriyoruz.

Geç modernizm yapıtlarına en ilginç örnek, Paris’deki 1977 ürünü, Georges Pompidou Müze ve Sanat Merkezi’dir. Paris’e gidenler her halde görmüşlerdir. Bina, Renzo Piano (1937) yapıtıdır. Burası sanki bir bina değil, bir büyük makinedir. Dış kitlesi yatık dik dörtgen prizma olan binanın tüm cepheleri çelik taşıyıcılar (construction) ve camla örtülüdür. İlginç yanı, ulaşım elemanları ve tesisat donatıları dış cephede planlanmıştır. Dış cepheye dayalı yürüyen merdivenler ve su, pis su, havalandırma, elektrik kanalları tümü ile dışarıya alınarak bir nevi ‘makine mimarlığı’ ifade edilmek istenmiştir. Klâsik düşünceli mimarlar, bu tesisat kanallarından ‘bağırsakları dışarıya fırlamış’ olarak söz ederler.

Şimdi de, bünye (structure) ve taşıyıcı elemanları (construction) ile insana sağlamlık (stability) ve dayanıklılık (strength) hisleri ile güven veren birkaç yapıdan söz edeceğim. Bu yapılar, mimar elinden çıkmakla beraber mühendislik yanı ağır basan binalardır. Yine mimarlarla uyum içinde çalışan, ama binalara damgasını vurmasını da bilen bir mühendisi, Pier Luigi Nervi (1891-1979)’yi ve yapıtlarını tanıtacağım. Nervi, betonarme kabuk sistemine iltifat etmedi. Örttüğü bina üzerindeki betonarme kirişleri bir oya gibi, bir birine girift desenler halinde işledi. Dairesel planlı, kesik küre görünümlü, 1958 yapımı Roma Spor Sarayı, böyle bir binadır. 1950 yapımı, Rio de Janeiro’daki Maracana Stadı, 1960 yapımı Roma Olimpiyat Stadı da taşıyıcı kolonlarını zevkle seyrettiğimiz önemli yapıtlardır. 1958’de, mimar Marcel Breuer’le yaptığı Paris Unesco binasında, yine 1958’de mimar Gio Ponti ile yaptığı Milano’daki Pirelli binası ve de 1964 yapımı Kanada, Montreal’deki Borsa Kulesi, mimari değerlerinden ziyade mühendislik şaheserleri olarak anılırlar.

Örneklerini verdiğim bu ve bunun gibi binalarla ve bundan sonra anlatacağım gökdelenlerle modern mimari macerası sona eriyor ve postmodern mimari akımlar başlıyor. Tabiidir ki, bu gibi akımları kesin tarihlerle birbirinden ayırmak olanaklı değildir. Bir akım başladığı zaman eski akımlar da yıllarca devam edebilmektedir.

Bundan sonraki yazımda gökdelenlere değineceğim..

Yayın Tarihi : 27 Şubat 2007 Salı 14:12:11
Güncelleme :7 Mart 2007 Çarşamba 10:58:50


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?