16
Mayıs
2024
Perşembe
ANASAYFA

Son Yüzyılın Türk Mimarlık Sanatına Genel Bir Bakış (I)


Büyük bir mimarlık geçmişimiz var. Doğu’dan gelmiş, ‘Horasan’ ve ‘Kadîm Anadolu’ mimarlıkları sentezi ile ‘Selçuk’ mimarlığını, ‘Selçuk’ ve ‘Doğu Roma’ mimarlığı sentezi ile ‘Osmanlı’ mimarlığını yaratmışız. Bizler, dünyaya muhteşem mimarlık yapıtları armağan eden ‘Koca Sinan’ın torunlarıyız.

Torun vardır, dedesinin imalâthanesini fabrika, nalbur dükkânını uluslar arası inşaat şirketi yapar. Torun vardır, dedesinin servetini har vurur harman savurur, eritir. Yine torun vardır, dedesinin asaleti ve de yapıtları ile öğünür, ama mirasın değerini bilmez, kendine özgü yeni değer üretmez, dışarıdan aldığı ile yetinir, böylece geçinir gider. Acaba biz hangi tip torunuz? Yanıtını ben vermeyeceğim; siz verin.

Konumuz son yüzyılın Türk mimarlık sanatı olduğuna göre, 20. yüzyılı dört çeyreğe bölersek, birinci çeyrek yüzyılın Osmanlı İmparatorluğunun son demlerini, diğer üç çeyrek yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti dönemini kapsadığını görürüz. Türkiye Cumhuriyeti dönemini kapsayan ikinci çeyrek yüzyıl, Atatürk ve İnönü dönemlerine, üçüncü çeyrek yüzyıl, Demokrat Parti, 1960 darbesi ve yeni anayasa dönemlerine, dördüncü çeyrek yüzyıl, sağ-sol çatışmaları, 1980 darbesi ve sonrasında tekrar demokrasiye dönüş çabalarına sahne olmuş yıllardır. Politik ve ekonomik koşulların getirdiği iyi ve kötü günlerle bir türlü istikrara kavuşamayan Türkiye’miz, mimarlık sanatında da politik ve ekonomik oluşumlar paralelinde iyi ve kötü günler yaşamış, her bir dönemde ayrı özellikler göstermiş, ama bir türlü istikrara kavuşamamıştır. Çünkü mimarlık sanatı, her zaman politik rejimin, ekonomik gücün ve toplum kültürünün aynası olmuştur.

Birinci Çeyrek Yüzyıl:

Birinci çeyrek yüzyıl Osmanlı mimarisi, monarşi dönemindeki Batı menşeli mimarinin ardından, meşrutiyetle gelen ulusal mimari akımlara tanık olmuş bir dönemdir. Osmanlı’nın ‘Hassa Mimarlar Ocağı’, 18. yüzyıldan sonra eski önem ve itibarını kaybetti. 19. yüzyılda önemli devlet yapılarını, ‘Ser Mimar-ı Devlet’ unvanı verilmiş Osmanlı ‘Balyan Ailesi’ mensubu mimarlar gerçekleştirdi. Çırağan, Dolmabahçe, Beylerbeyi, Küçüksu, Ihlamur saray ve kasırları, Aksaray Valide, Tophane Nüzhetiye, Ortaköy Mecidiye ve Dolmabahçe gibi önemli camiler bu aile mensubu mimarların yapıtlarıdır. Sivil mimaride, Hovsep Aznavur’un Sirkeci Sansaryan Hanı (eski Emniyet Müdürlüğü), Cibali Tütün Fabrikası (Kadir Has Üniversitesi), İstiklâl Caddesindeki Tokatlıyan (Konak) Oteli (şimdi metruk) ve Mısır Apartmanı (şimdi ofis ve restoran) dönemlerinin önemli yapıtlarındandır.

Balyan ailesinin yurttan ayrılması ile oluşan boşluğu yabancı uyruklu mimarlar doldurdu. Çünkü dönemin ‘Beyaz Osmanlı Türkler’i bu gibi serbest mesleklere îtibar etmiyor, cihet-i askeriyede zâbit, Bâb-ı Âlî’de kâtip, veya kadı ve ulemâ olmayı tercih ediyordu. Ancak 19. yüzyılın son yıllarında açılan Sanayi-i Nefîse ve Hendese-i Mülkiye mekteplerinde oluşan mimarlık ve mühendislik disiplinleri ile zaman içinde mektepli mimar ve mühendisler, alaylı kalfaların yerini almaya başladı. Sanayi-i Nefîse Mektebi’nin öğretim kadrosunu oluşturan Mongeri, Vallaury, Bello gibi mimarlar, Fransız ‘Academie Beaux Art’ sistemi paralelinde seçmeci (eclectic) cephe düzenli, Hendese-i Mülkiye Mektebi’nin öğretim kadrosundaki Kos, Forcheimer gibi mühendisler ve Jachmund gibi mimarlar, Alman mühendislik ve strüktürel mimari sistemi paralelinde eğitim veriyorlardı. Bu hocalar ve diğer yabancı mimarlar, İstanbul’un önemli binalarının yapımını gerçekleştirdiler. Vallaury, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Düyun-u Umumiye (İstanbul Lisesi), Mekteb-i Tıbbiye ( Haydarpaşa Lisesi, şimdi Marmara Üniversitesi); Jachmund, Sirkeci Garı; Mongeri, Karaköy Palas, Beyoğlu Saint Antoine Kilisesi; Fossati, Baltalimanı Reşit Paşa yalısı (Kemik Hastalıkları Hastanesi); Otto Ritter ve Helmuth Cuno, Haydarpaşa Garı; Raimondo d’Aronco Karaköy Camisi (1958’de yıktırıldı), Şeyh Zafir Türbesi ve birçok köşk ve yalıya imza attılar. Bu gibi binaların mimari stilleri, birbirinden farklılık gösterir. Örneğin, Karaköy Camisi’nde Arnuvo, Karaköy Palas’ta Bizans, Haydarpaşa Garı’nda Alman – Kuzey Avrupa, Baltalimanı Kemik Hastanesi’nde Barok, Sirkeci Garı, İstanbul Lisesi binalarında Batılı gözü ile Doğu ve Osmanlı etkileri görülmektedir.

Bu dönemde, Batının sanayi devrimine ayak uyduramayan Osmanlı’nın sanat atölyeleri ve tezgâh imalâtı çökmüş, Avrupa’dan ithal edilmiş mallar piyasaya hakim olmuştu. Dilimize girmiş manifatura (manufactory) sözcüğü, o günlerin hatırasıdır. Böyle bir ortamda yabancı mimarların söz sahibi olmasını doğal karşılamak gerekir.

İstanbul ve Anadolu’nun önemli kentlerindeki Müslüman mahalleleri, kentsel doku içindeki özelliklerini korusalar da azınlık ve levantenlere ait, Galata ve Beyoğlu’nda apartmanlar, Moda’da, Adalar’da villalar yanında, Osmanlı’nın paşa ve işbirlikçi zadegân sınıfına ait, Nişantaşı’nda konaklar, Kadıköy, Erenköy’de yazlık köşkler, Boğaziçi’nde yalılar inşa edildi. Keza İzmir’in Kordonboyu, Karşıyaka, Bornova, Buca, Foça gibi semt ve banliyölerinde azınlık ve levanten ticaret erbabına ait ev, konak, köşk ve yalılar yapıldı.

Bütün bu yeni yapıların ortak özelliği, Batı etkili ‘Barok’, ‘Arnuvo’, ‘Kolonyal’, ‘Viktoriyen’, ‘Greko-Romen’, veya tümünün karışımı ‘Eklektik’ mimari üslûplar içermesidir. Çelik ve betonarme tekniğinin gelişmediği bu dönemlerde kâgir, yarım kâgir, hımış ve ahşap yapı sistemleri kullanılmıştır.

Kâgir binalar, yığma taş veya tuğla duvarlı, volta tabir edilen ve demir putrel aralarına tuğla örgü tonoz kat döşemesi olan yapılardır. Çatılar, tuğla tonoz veya kubbe olabildiği gibi, ahşap makas olarak da yapılabilmektedir. Bu sistem genelde okul, otel, iş hanı gibi umumi binalarda kullanılmıştır.

Yarım kâgir binalar, yine yığma taş veya tuğla duvarlı, kat döşemeleri ahşap olan yapılardır. Bu tip yapılar, İstanbul ve Anadolu kentlerindeki Rum ve Ermeni yerleşimlerinde kullanılmış olup, genelde bitişik nizamda, iki veya üç katlıdır. Üst katlarda kâgir veya ahşap çıkma (şahniş) bulunur.

Hımış binalar, ahşap dikme ve payandalar (karkas) arası kerpiç veya tuğla ile doldurulmuş dış duvarlar ve ahşap kat döşemelerinden oluşur. Genelde Kuzey Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde uygulanmış Türk evleridir.

Ahşap binalar, ahşap dikme ve payandalı karkas ve üzerleri, dış duvarlarda ahşap kaplamalı, iç duvarlarda ‘bağdâdî’ tâbir edilen, ahşap çıtalar üzerine kıtıklı kireç veya alçı sıvalı ve ahşap kat döşemeli yapılardır. Bu sistem, İstanbul’un mütevazı mahallelerindeki Türk evlerinde kullanıldığı gibi, konaklarda, köşklerde, yalılarda da kullanılmıştır. Ahşabın kolay işlenme özelliği dolayısıyla yazlık köşk ve yalıların saçaklarında, balkon çıkmalarında oya gibi işlenmiş motifler, binalara ayrı bir özellik ve güzellik katmıştır.

Anadolu ve Rumeli’ndeki Türk konakları, alt katlarındaki ahır ve ambarları, üst katlarındaki açık ‘hayat’ etrafına dizilen ‘eyvan’ları, ‘musandıra’, ‘yüklük’ ve ‘gusülhane’li odaları ile yaşam kültürümüzü sergileyen çok ilginç yapılardır. Türk odası, işlevine göre ayrılmaz. Yani ayrı oturma, yemek, yatak odaları yoktur. Türk odası kişiye özeldir. O odada oturulur, yemek yenir, gece yüklükten şilteler çıkartılır, yere serilir ve yatılır. Gusülhanede abdest alınır; ama WC ihtiyacı için dışarıya çıkılır. Evin içinde WC mekruhtur. ‘Başoda’daki ocaktan alınan közler mangala konur ve odalara dağıtılır. Bu, Yörük çadırlarındaki yaşam tarzıdır ve yerleşik düzende de devam etmiştir.

Türk evleri, bire iki oranında dikdörtgen pencerelerin yan yana dizilişi, pencerelerdeki yarım kafesleri ve üst kat çıkmaları destekleyen ahşap payandalar (ki bunlara ‘eliböğründe’ denir) ve alaturka kiremit kaplı, geniş saçaklı kırma çatılarla oluşan mimarileri ile güzel cepheler veren değerli yapılardır. Ne yazık ki, bu güzelliklerin yakın zamana kadar kıymeti bilinmemiştir.

Ahşap yapılar, sağlıklı olmaları yanında yangın riski taşıyan yapılardır. Nitekim İstanbul’daki büyük yangınlarla birçok mahalle ortadan kalkmış, yerlerini Batı etkili dama tahtası şeklinde düzenlenmiş cadde ve sokaklar üzerine dizili apartmanlar almış, Türk tipi mahalleler yok olmuştur. Yanmayan mahallelerdeki ahşap evler de, zaman içinde yerlerini beton apartmanlara terk etmiştir. Bakın, Vefa Lisesi’nden hocam, değerli tarihçi Reşat Ekrem Koçu yıllar öncesinden nasıl feryâd ediyor:

“İstanbul’un yüzü büyük bir hızla değişiyor. Ahşap İstanbul kayboluyor. Türk ahşap yapı sanatının tabiatla anlaşmış bir güzelliği vardı, o binalardan kurulmuş şehir ve kasabalarımız da öyleydi. Onun içindir ki memleketimize ve en büyük şehrimiz İstanbul’a gelen yabancı sanatçılar, başka hiçbir yerde görmedikleri güzellik karşısında hayran kalırlardı.

Kopan, sökülen, yer tasarrufu ile kazanç hırsından başka kaygısı olmayan hoyrat eller tarafından yok edilen güzelliklerin yerini beton ve demir yığınları alıyor…

Zamanımızda Haliç’te yalı kalmamıştır. İngiliz ressamı Thomas Allom’un bir gravüründe hayran hayran seyrettiğimiz Bahariye’deki Esma Sultan Yalısı’nın yerinde bir lâstik fabrikası, karşısında Karaağaç’da İbrahimzadeler (Sokulular) yalısının yerinde de mezbaha…’’ diyor.

Birinci çeyreğin son yıllarına damgasını vuran mimari ulusçuluk akımına bundan sonraki yazımda, imar uğruna (!) İstanbul’un kadim semtlerini yeşilden nasibini almamış beton apartmanların dizili olduğu dama tahtası hâline getiren, Haliç’i sanayi bölgesi yapan planlara ve plancılara daha sonraki yazılarımda değineceğim.
Yayın Tarihi : 23 Mart 2007 Cuma 19:06:28
Güncelleme :23 Mart 2007 Cuma 19:10:41


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?